Tuhaf bir ünlü ve medya öyküsü!

“Gaziantep’te taksiye binen Ali Uludağ isimli genç, şoförün “Nasılsın, eyi misin?” sorusunu “AIDS’li misin?” şeklinde anlayınca Kemal Ceritoğlu’nu dokuz yerinden bıçakladı. Olay sonrası yakalanan ve ifadesi alınan Uludağ, “Taksiye biner binmez bana ‘AIDS’li misin?’ diye sordu. Gururuma dokundu. Ben bu lafı yiyecek delikanlılardan değilim.” sözlerini kullandı.

“Bir toplumun ne kadar çürüdüğünü görmek isterseniz o toplumun sanat ve sanatçısına bakınız!”

Konfiçyüs

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Yıl 1985.. Dünya AIDS denen bir bela ile yeni yeni tanışmıştı. Türk toplumu örfi yapısı itibarıyla bu lanet hastalıktan uzak duracak zannediliyordu. Dönemin ünlü oyuncusu Meral Zeren’in “Bütün arkadaşlarımı dikkatli olmaları için uyarıyorum. Bundan sonra kimseyle öpüşmeyeceğim. Bu hastalığın bulaşmasından korkuyorum.” Dediğini hatırlıyorum.

Kısa süre sonra Fransız L’Expres dergisi’nde enteresan başlıklı bir haber yayınlandı: “türk hamamında AIDS korkusu!”

Aynı yıl GATA’da yatan bir hastada ilk vaka tespit edildi. Bundan 5 ay sonra gazetelerde şöyle bir haber yer alacaktı: “Gaziantep’te taksiye binen Ali Uludağ isimli genç, şoförün “Nasılsın, eyi misin?” sorusunu “AIDS’li misin?” şeklinde anlayınca Kemal Ceritoğlu’nu dokuz yerinden bıçakladı. Olay sonrası yakalanan ve ifadesi alınan Uludağ, “Taksiye biner binmez bana ‘AIDS’li misin?’ diye sordu. Gururuma dokundu. Ben bu lafı yiyecek delikanlılardan değilim.” sözlerini kullandı. Hayati tehlikesi olmayan Ceritoğlu ise, “Hal hatır sormak istemiştim. Biraz kekeme olduğum için öyle anlamıştır.” şeklinde konuştu.”

Yıl 1992… çiçeği burnunda bir belediye muhabiriyim. (Ah bazı alçaklar gazetenin arşivini yok etmeseydi de buraya o görselleri koyabilseydim.

Hem Bakırköy Belediyesi’ne, hem de (O dönem Nurettin Sözen başkan) büyük şehire bakıyorum. Bakırköy Belediye Başkanı Yıldırım Aktuna, bir sonraki dönemde Sağlık bakanı olduktan sonra tanışıklığımız olduğu için otomatikman sağlık haberlerine de bakmaya başlamıştım.

Ve Türkiye büyük bir AIDS vakasıyla çalkalanmaya başladı. Bir iki albüm çıkarmış ama sesinden ziyade menejerliğiyle bilinen Murti lakaplı Murtaze Elgin AIDS’e yakalanmıştı. Elgin’in pek çok sanatçı ile çok yakın olduğu biliniyordu. Ancak özellikle dönemin “boyalı basın”ı Murti vakasından dolayı bilinçli bir karartma uyguluyordu.

Sanırım 1992 Haziran ayı idi. Muhtemelen ayın 12’siydi…

Murtaza Elgin haydarpaşa Numune Hastanesi’nden apar topar çıkarılmış, durumunun ağırlaşması üzerine Haseki Hastanesi’ne yatırılmıştı. Ahmet çetinsaya başhekimdi ve gazetecilerle dost bir isimdi.

İstihbarat şefimize “Bu bu Murtaza Elgin ile röportaj yapmak istiyorum” dediğimde herkes çok şaşırmıştı. Öyle ya muhafazakar kimliğiyle bilinen bir gazete nasıl olur da böyle bir röportaj yapabilirdi ki?

Ancak inadım inattı. Şefim mesut Erişen’e, “Ben haberi yapayım, beğenmezseniz yayınlamazsınız” dedim.

Anlaştık…

Yanıma o dönemde belediye ve sağlık haberlerini beraber yaptığımız Oktay Mehmet’i alıp yola çıktım. Tıpkı bugünkü gibi imkansızlık günlerindeydik. Değil özel araç, minibüs bile bizim için lüks bir ulaşım aracıydı. Otobüs ile Haseki’ye gittik. Elgin’in bulundugu blok ıssızdı. Karantinaya alındığı söyleniyordu ama bir şekilde içeri girmeyi başardık.

Elgin’in odasına girmemiz mümkün değildi. Bir kere yanımdaki Oktay Mehmet çok korkuyordu. Röportajı ben yapacaktım, o ise fotoğraflayacaktı. “Uzaktan çekip gidelim” diye ısrar ediyordu. O an bir gazetecilik mucizesi oldu ve sonradan eşi olduğunu öğrendiğim bir kadın üzgün şekilde kapıya geldi. O güne kadar kendini hep gizlediği için kapıda kümelenen gazeteci ordusu onu tanımamış, başka bir hastanın refakatçisi zannediyordu. Gazeteciler arasında “Bülent Ersoy gizlice gelmiş, Oya Aydoğan, ismimi verme demiş” türünden dedikodular almış başını gidiyordu.

Sonradan adının Vicdan Elgin olduğunu öğrendiğim ve Murtaza Elgin’den en az 30 yaş daha yaşlı görünen kadının gerçekten üzgün olması dikkatimi çekmişti. Taksi durağına doğru giden kadını takip ettim ve nasıl bir çaresizlik ile röportaj isteğimi söylediysem, “burada bekle” dedi. 15 dakika sonra elinde içi ilaç dolu bir poşetle geldi ve bana, “beni takip et” dedi. Oktay ile beraber peşine düştük. Arkalardan bir yerden (Muhtemelen morg kapısıydı) binaya girdik ve bizi akrabaları olarak tanıtıp odaya aldı.

 

İşte Türkiye’nin konuştuğu adam karşımızda yatakta acılar içindeydi.

Oktay’a “bas deklanşöre bas” diye ısrar ettiğimi hatırlıyorum. Odanın kapısı açıktı. Vicdan hanım odanın tuvaletine girip, “siz görüşüp çıkarsınız” dedi. Oktay şöyle yapıyordu. Koridorda derin bir nefes çekip, odaya girip fotoğraflarımızı çekiyor, sonra hemen tekrar dışarı koşup nefes alıyordu.

Elimdeki minik gazeteci teybini Murtaza Elgin’in ağzına yanaştırırken endişeli olmadığımı söylemek yalan olacaktır. Ancak bu bir atlatma haberdi işte!

Ona, neden bu kadar üzgün olduğunu sordum. Murti, diğer gazetecilerin merak ettiği “Kimlerle ilişkiye girdin bize isim ver” türünden bir soruyla karşılaşmadığı için önce şaşırmıştı. Sonra aynen şöyle dedi: “yaz kardeşim, herkes kendi yasal,meşru eşiyle tek eşli bir hayat sürsün. Ben bunun pişmanlığını yaşıyorum.” Açıkçası belki de çalıştığım gazetenin okur profilini tahmin ettiği için böyle konuştuğunu düşündüm. Ancak samimiydi. Yaklaşık 20 dakika kadar konuştuk.

Bu hayatı 1970’lerin başından beri yaşadığını, türk sanat ve sinema dünyasının böyle ilişkilerle tıka basa olduğunu, tam bir yozluk yaşandığını söyledi.

Doğrusu sektörün içinden birinin bunları söylemesi önemliydi. Dahası tüm söylediklerini gayet anlaşılır şekilde teybe kaydetmiştim. Bir süre sonra Vicdan hanım eliyle yüzünü siper ederk (fotoğrafının çekilmesini istemiyordu) odanın küçük tuvalet/banyosundan çıktı ve “yeter zaten halsiz” diyerek bizi kibarca yolladı.

Otobüs durağında havalara uçuyorduk.

Hemen otobüse bindik. Oktay’a “kaç poz çektin” diye sordum, “dur bakayım” dedi. Makinasını çıkardığı an yüzündeki ifade tuhaf bir şekilde değişmişti. “Noldu lan?” diye korkuyla sordum. Benim akıllı arkadaşım telaş ve korkudan makinaya film takmayı unutmuştu!

Tepemden aşağı kaynar sular döküldü. Oktay’ı nasıl hırpaladığımı tahmin edebilirsiniz! Kalktın ve düğmeye bastım., Oktay korku içinde sordu: “ne oldu be yav?” Oktay Batı Trakyalıydı. “Ne olacak gidip fotoğraf çekeceğiz” dedim öfkeden deliye dönmüş bir şekilde. Başka zaman olsa kıyamet kopsa Oktay o odaya tekrar geri dönmezdi ama artık adamı nasıl korkuttuysam sesini çıkarmadan makinaya film taktı.

Gittiğimizde ön kapıda hareketlilik vardı. Denilene göre Murtaza Ergin kendinden geçmişti.

Artık yolu biliyoruz, hemen arka kapıya ve doğru onun odasına gittik. AIDS doğru dürüst bilinmediği için hemşireler, hasta bakıcılar bile odanın etrafında pek bulunmuyordu. İçeri girdiğimizde Vicdan hanım “hayrola” dedi. Sadece foto çekeceğimizi söyledim. “Ama kendinde değil” dedi. “Önemli değil” dedim. Teybi baygın şekilde yatakta yatan Murtaza Elgin’in ağzına tuttum ve Oktay hemen birkaç poz çekti.

Ertesi gün gazetede (sanırım 14 Haziran) manşetteydik.

Ve maalesef murtaza Elgin o akşam hayata veda etti.

Cenazesi çok ibretlik olmuştu. Bir kere hayatta iken etrafında olan yüzlerce ünlü sanatçı ve sosyete çevresi ortalıkta hiç görünmedi. Daha fenası ise ölmeden önce kaldığı odadaki yatak çarşafları ve nevresimleri ile kullandığı çatal, bıçak ve bardaklar yakıldı. Murtaza Elgin’in ölü bedeni çamaşır suyu ile yıkandı ve kalın bir naylon poşete konularak tabuta alındı. Elgin’in naaşını yıkayan görevli; koruyucu gözlük, eldiven, çizme, elbise ve maske takarak işlemi gerçekleştirdi. Defin işlemi için kazılan mezarlar ortalama bir buçuk metre derinliğinde açılmasına rağmen dönemin Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimi Ahmet Çetinsaya imzalı bir talimatnamede Elgin’in defnedileceği mezarın en az iki buçuk metre derinlikte açılması ve zeminine bol miktarda sönmemiş kireç dökülmesi talep edildi. Elgin’in cenazesine toplam on kişi katıldı. Ölü bedeni cenaze arabasından musalla taşına götürülürken, tabutu uzun süre kimse taşımak istemediğinden bir buçuk saat arabada bekleyen tabutu daha sonra, gazeteciler ve cami imamı omuzlarına alarak, musalla taşına koydular…

Kaç gün olayın etkisinde kaldım hatırlamıyorum. Ancak Murtaza Elgin vakası bende türk sanat çevresi hakkında büyük bir önyargıya sebep olmuştu ve nerede bir sanatçıya denk gelsem şüphe ile bakmaya başlamıştım. Epey sürdü bu ruh hali bende.

İşin ilginç yanı haberim yayınlandıktan sonra Murti ile konuşan son gazeteci gibi tuhaf bir “titr”im de olmuştu. Nerede bir gazeteciyle karşılaşsam, “sana hiç isim verdi mi, söylesene” diye sıkıştırılıyordum.

Hatta telefon açıp ulaşamadığım sanatçılara “söyleşi yapalım yoksa Murti’nin senin ismini verdiğini yazarım” diye şaka yaptığımı da hatırlıyorum.

Şakaydı elbette, çünkü yaptığımız röportajda eşinin ismini bile yazmamıştım.

Müge Anlı’da yayınlanan Metin Akpınar’ın ikiz kızları içerikli programı izlerken aklıma bunlar geldi.

Türk sanat ve sosyete çevresinin yoz yaşamının özellikle 70’li yıllarda nasıl olduğunu yakından bilin biriydim çünkü.

Ekranda babalık davası açmış olan öfkeli bir kadın vardı. Bir dönüp metin Akpınor’a saydırıyordu, sonra annesine…

Annesi, vaktiyle bu aleme girmeye çalışmış muhtemelen tutunamamış eriyip gitmişti. Telefonla katılanlar Almanya’da yeni bir hayat kurmuş olan annenin eskortluk yaptığını ve pek çok sanatçıyla beraber olduğunu filan söylüyorlardı.

Bakın Gazze’de her gün yüzlerce masum insan öldürüyor. Türk medyası Filistin haberlerini batı medyasından öğreniyor. Ancak aynı medya Almanya’ya kadar gidip, kendince geçmişe sünger çekip yeni bir hayata başlayan bu dört kızın annesinin kapısına bile dayandıklarını yine medyadan öğreniyoruz.

Ben bu olaydan acizane şu dersi çıkardım.

1970… 1992…2024… Ne sanat ve sosyete çevresinde ne de Türk medyasında değişen zerre kadar bir şey yok. Böylesi ülkenin bu iktidar ile yönetilmesi bu sebeple hiç sürpriz sayılmamalı.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin