Dune hakkında her şey (11): Oryantalizm izleri 

“Oryantalizmin iki temel sütunu vardır: Avrupa-merkezcilik ve “ötekileştirme” pratikleri. Bu ise, İslam’a karşıt bir tutum ve “uygar olmayan” dünya olarak iki kutuplu bir anlayışı içerir. Bu kurgu, Batı’nın dünya üzerindeki egemenliğini pekiştirme ve kendi medeniyet anlayışını üstün tutma çabasının bir parçasıdır. Dune’da ise bir tür Kumul semiyolojisi diyebileceğimiz bir yön var!”

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Dune sinema versiyonunu izleyen Financial Times yazarlarından Janan Ganesh şöyle yazmıştı: “Dune’un görkemli aptallığının 155 dakikalık LA güneş ışığına mal oldu!”

Ganeş’in yazısının başlığı ise daha da enteresandı: “Stop intellectualising pop culture – Popüler kültürü entelektüelleştirmeyi bırakın.”

Janan ismi size kadın ismi gibi gelmesin. Nijeryalı bir erkek Canan Ganeş. Ve FT’ın en iyi sanat yazarlarından biridir. Bay Ganeş, filme ilgili tespitlerinde bir yerde şöyle diyor: “Sorun film değil. Sorun, eleştirmenler ve seyirciler tarafından taşıyabileceğinden daha fazla anlam yüklenmesi. Eğer bu konuda benzersiz olsaydı, bunu sinemaya geri dönmesine izin verilen bir dünyanın baş döndürücülüğüne bağlayabilirdik. Aslında, popüler kültürün entelektüel yüceltilmesi milenyumdan beri devam ediyor…”

Bu konuya döneceğiz ancak Janan Ganesh’in üzerinde durduğu çok ama çok önemli bir nokta var, diyor ki; “Bir gezegenin toz çanağını göstermek iklim değişikliğine dair bir içgörü değildir. Bir emperyalizm vakasını göstermek, emperyalizm üzerine düşünmek değildir. Bir cümleyi fısıldamak onu bilgece yapmaz. Eğer ana fikir gücün bir yük olduğu ise, bu bir Harry Potter filmidir!”

Açık söyleyeyim bu cümleler sanat camiasının, eli kalem tutanların ve ahkam kesenlerin kolay anlayabileceği, hatta çok yüz vereceği kanaatler değil.

Yönetim sanatının sırları, Atreides Hanedanı’nın Dune üzerindeki yönetiminden alınabilecek dersler kadar eski ve çetrefil olup, zamanın derinliklerinde, antik Yunan ve Roma’nın topraklarında kök salmıştır. Bu tarihler, doğrudan doğruya filozofların döneminde, söz konusu zihinlerin, eleştirel düşünme araçları olarak kullandıkları diyalektik metodlar vasıtasıyla yapılan incelemelerde bile bulunabilir. İmparatorluklarının sınırlarını her daim genişletme arzusunda olanlar, sömürgecilik zihniyetinden küreselleşme süreçlerine kadar uzanan bir yelpazede, algı yönetimi konusunda ustalaşmıştır.

Bu kapsamlı ve zamansız strateji, bir ötekini inşa etmek ve bu öteki üzerinden kendini tanımlamak olarak özetlenebilir; insanlık tarihi boyunca süregelen bir süreçtir. Çünkü bir toplumun kimliği, yalnızca iç dinamiklerle değil, aynı zamanda “öteki” olarak belirlediği unsurlarla şekillenir. İnsanlar, karşıtlıklar üzerinden güçlerini ve egemenliklerini pekiştirirler, tıpkı Muad’Dib’in çöl savaşçılarından Arrakis’in modern hükümdarlarına uzanan siyasi mirasında olduğu gibi…

Bireysel kimlikler bile, genellikle bir diğerine olan muhtaçlıkla inşa edilir ve bu inşa süreci, diğer kimliklerle kıyaslamalar yaparak kendini tanımlar. Toplumsal olarak ise, Batı’nın kendi kimlik tanımlarını oluştururken tarih boyunca sürekli olarak bir “öteki”ne ihtiyaç duyduğu görülür. Batılı düşünce ve medeniyet yapısının, kökenleri çok daha eski zamanlara dayandırılan Oryantalizm çalışmaları ile “ötekileştirme” süreci sürdürülür. Bu süreç, aslında derin köklü bir tarihî düşmanlık ve önyargıyı da barındırır ve bu durum, Batı medeniyetinin tüm zenginliklerine rağmen, Doğu’yu daha fazla kendine bağlamak ve kontrol etmek için devam eden Oryantalist faaliyetlerinde gözlemlenebilir.

Oryantalizm ya da Batı’nın Şarkiyatçılığı, geçmişin tozlu sayfaları kadar derin bir meseledir ve Arrakis çöllerinde yankılanan antik fısıltılar kadar esrarengizdir. Avrupa ve günümüzde Amerika Birleşik Devletleri’nin çabaları, Doğu’yu anlamak, açıklamak ve tanımlamak için süregelen bir yolculuktur. Bu çabalar, Batı’nın kendini şekillendirdiği süreçte “öteki” olarak Doğu’nun imajını merkeze alır. Batı, bu karşıt Doğu imajını kullanarak, kendi kimliğini ve medeniyetini inşa etmiş, kendi idealleri üzerinden dünyayı, dolayısıyla Doğu’yu tanımlamış ve bu tanımlama üzerinden kendine bir yer belirlemiştir.

Bu süreç içerisinde, Oryantalizm’ in tarihsel boyutlarına dair incelemelerde, tarihçi ve yazar Edward Said’in belirttiği gibi, 1312 yılında Viyana Konsülünde alınan kararlar büyük önem taşımaktadır. Bu konsülde, Arapçanın Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya’daki bazı okullarda okutulmasına karar verilmiştir. Bu karar, Avrupa’nın İslam dünyası üzerine araştırmalarını derinleştirmesine zemin hazırlamıştır.

Öte yandan, Oryantalizmin iki temel sütunu vardır: Avrupa-merkezcilik ve “ötekileştirme” pratikleri. Avrupa-merkezcilik, Avrupa’nın kendi değer yargılarından oluşan, öznel bir bakış açısını ifade eder. Bu bakış açısı, Avrupa’nın dışında kalan her şeyi “öteki” olarak tanımlarken, aslında Avrupa’nın kendi kimliğini de tanımlar. Avrupa, iyi olarak gördüğü her şeyi sahiplenirken, kötü olarak algıladığı şeyleri kendinden olmayanla özdeşleştirir. Bu süreçte, tarih çarpıtılır ve yeniden yazılmaya çalışılır. Örneğin, ilk matbaanın Çin kökenli olduğu bilinmesine rağmen, bu teknoloji genellikle Alman Gutenberg ile anılır. Bu tür sosyo-kültürel unsurlar üzerinde, Gramsci’nin de belirttiği gibi, Batı bir hegemonya kurmuş, Antik Yunan ve Helenistik dönemi kendi tarihsel kökleri olarak belirlemiştir.

Diğer bir oryantalizm unsuru ise “ötekileştirme”dir; bu ise, İslam’a karşıt bir tutum ve “uygar olmayan” dünya olarak iki kutuplu bir anlayışı içerir. Bu dualist perspektif, Batı’nın kendini nasıl konumlandırdığının ve “öteki”ni nasıl kurguladığının bir göstergesidir. Bu kurgu, Batı’nın dünya üzerindeki egemenliğini pekiştirme ve kendi medeniyet anlayışını üstün tutma çabasının bir parçasıdır.

Batı felsefesinde, doğu topraklarını tanımlama çabası, antik Dune zamanlarının öğretileri kadar karmaşık ve sonsuz bir tarih boyunca süregelen bir girişimdir. Batı’nın kolektif kimlikleri, geçmişten günümüze, düşünürlerin, yazarların, tarihçilerin, edebiyatçıların, politikacıların ve ekonomistlerin çizdiği portrelerle şekillenmiştir. Batı, medeniyetinin hikayesini yazarken, Doğu’yu daima bir “öteki” olarak kurgulamış ve bu ötekileştirme pratiklerini küresel dünyada da sürdürmeyi amaçlamıştır.

Bu ötekileştirme, Batı için kendi varoluşunu anlamlandırmanın bir aracı, gücünü ve saygınlığını pekiştiren bir gelecek tasviri olarak işlev görmüştür. Batı, kendi yaşam öyküsünü yazarken, Doğu üzerinden kendine özgü olumsuz öğelerle bu hikâyeyi şekillendirir. Bu süreçte, Batı düşünce dünyasında etkili olan bazı düşünürlerin, Doğu insanının da öykündüğü figürlerin, “öteki” olarak oluşturulan algı üzerinden Doğu’yu tanımlamaları dikkate değerdir.

Batı anlayışının Doğu-Batı karşıtlığındaki kışkırtıcı unsurları, edebiyat, müzik, resim, dans, film ve günümüzün dijital platformları gibi çeşitli medyalarda kendini gösterir. Bu medyaların, tarihsel süreci yansıtan en önemli kaynaklar olduğu açıktır. Özellikle edebiyat, Batı’nın Doğu’yu nasıl ötekileştirdiğinin ve kendi üstünlük algısını nasıl pekiştirdiğinin anahtarını sunar.

Batılı yazarların, tarih, araştırma, gezi ve anı gibi edebi çalışmalarında oryantalist tutumlar barizdir. Rönesans döneminde şarkiyatçıların, kutsal topraklarda konuşulan diller üzerine yoğunlaştıkları görülür. Erpenius ve Guillaume gibi isimlerin Çin’e kadar uzanan Asya yolculukları, şarkiyatçılık meselesinin derinliklerine işaret eder. Ondokuzuncu yüzyılda Şark, bilgi hazinesi olarak resmedilmiş, Asya ise egzotik ve gizemli bir coğrafya olarak tasvir edilmiştir. Bu bağlamda Victor Hugo’nun “Şarklı Kadınlar” eserinde, Doğu’yu ötekileştiren ve özellikle kadın temasında cinsel kimlik ve erotik yaklaşımlarıyla dikkat çeken yaklaşımları, Batı’nın Doğu hakkındaki algılarının nasıl şekillendiğini gösterir.

Oryantalizm, bu bağlamda, sadece kulaktan dolma bilgilerle ya da coğrafi konumlandırmalarla sınırlı değildir. İslam, Arap ya da Türk olma gibi ayrımlarla başlayan ve Batılı müfredat tarafından şekillendirilmiş olsa da, “biz” ve “öteki” arasındaki bu derin ve uzak ikilikler, bölgede bulunmaksızın eserlerin yazılmasına olanak tanımıştır. Bu durum, Batı’nın Doğu’yu nasıl algıladığını ve bu algıların nasıl kökleştiğini ortaya koyar.

Dune ve Oryantalizm

Frank Herbert’ün Dune’u, feodal politikalarla yönetilen, şövalye etiği ve bir kurtarıcı efsanesi tarafından belirlenen retrofütüristik bir evrende geçen bir bilim kurgu klasiği ve kıymetli bir yaşlılık baharatıyla mümkün kılınan yıldızlar arası seyahatin, savaşan soylu evler tarafından arzulanan bir çöl gezegeninde hasat edildiği bir dünyada yönlendiriliyor. Bu hikâyenin bilim kurgu geleneğinde genellikle alışılmış olan veya tarihsel dünyamıza benzeyen kısımları, uzay yolculuğunda, matematiksel hesaplamalarda, savaşta ve tıpta teknolojinin maliyetine karşılık insan potansiyelinin beklenmedik bir şekilde yüceltilmesiyle ve Hint-Avrupa, Sami ve Afro-Asyatik dillerden ödünç alınan veya ilham alınan (muhtemelen) başka dünyevi kurgusal dillerin bir parçasıyla yabancılaşmıştır. Sonuç olarak, bu, bilim kurgu türündeki en popüler, sofistike ve içine çekici kurgusal dünyalardan biridir.

Ne kadar hayal gücüne dayalı görünse de (Padishah imparatoru, gezegen baronları ve dükleri, Bene Gesserit rahibeleri, insan bilgisayar Mentatları, Sardaukar orduları, Chakobsa konuşan Fremenler, yaşlılık karışımı, baharat hasatçıları, kum tırmıkları, ornitopterler ve kum solucanları ile), herhangi bir kurgu eseri gibi, gerçek dünya jeopolitik ve sosyo-kültürel açıdan iz bırakır.

Dune, gerçek dünya uluslararası ilişkilerindeki güç dengesini dramatize eden ve kurgulayan bir roman olarak geniş çapta tartışılmış. Buna göre, Arrakis ve Orta Doğu arasında ve baharat ile petrol arasında bir benzetme çizilir. William A. Senior, “Harkonnen’leri Sovyet bloğu, Atreides’i Amerikan/Batı, Gizli Manipülasyonları [olan] Lonca’nın ulaşım ve petrol şirketlerinin taktikleri ve yönetim fraksiyonlarındaki değişiklikler [ise] bölgenin I. Dünya Savaşı sonrası tarihini” okur. Çağdaş tarihe bir selam niteliğinde olan bu noktayı kabul etmenin yanı sıra, diğer eleştirmenler Herbert’in hikayesini klasik ve orta çağ tarihine kadar izlemeyi seçti. Özellikle, Atreides’in adının Yunanca etimolojisine dayanarak Dune’u “Aeschylus’un Orestia’sının bir resepsiyonu” olarak okuyan Brett M. Rogers; ve Lorenzo DiTomasso, “Octavianus’un eski Roma Cumhuriyeti kurumları içinde güç ve iktidara yükselmesiyle imparatorluğun temellerini atarken” ve “Paul Atreides’in sistemin içinde işleyerek bir imparatorluk yönetmesinin” biçimlerini kıyaslayarak “Dune’un Din’i” arasındaki benzerliğe dikkat çekiyor.

Dune evreninin okuyucularına tarihi dünyalarının bir bilim kurgu arka planında yeniden düzenlenmesi pek de tür dışı değil aslında. Esasen, bilim kurgu hikaye dünyasının tanıdık olmayanlığı/olmayışı, “Bilim Kurgu’nun özü” olarak kabul edilir ve Darko Suvin’in dediğine göre, “Bilim Kurgu gelişmiş bir çelişki, gerçekçi bir gerçekdışılık, insanlaşmış olmayan insanlar, bu dünyevi diğer dünyalardır”.

Darko Suvin’inde vurguladığı üzere; “Bilişsel yabancılaşma edebiyatı” olarak, bilim kurgu, tarihsel dünyanın tanıdık yönlerini mantıklı, inandırıcı ve gerçekçi bir şekilde tanıdık gelmeyen yönlerine yabancılaştırır, bir novum (bilim kurgusal yenilik) veya nova seti ile, “değişik yeni” olarak tanımlanan, sosyal, siyasi veya bilimsel doğası ne olursa olsun, her zaman “hayalî ve deneysel olasılıkların sürekli karışımını” ispatlayan geleceğe yönelik bir projeksiyondur. Gerçekçi veya yumuşak bilimlere dayanıyor olması fark etmeksizin, bu eğitimli gerçekdışılaştırma, bilim kurgunun tarihsel dünyanın belgesel bir kopyası olarak değil, “novum’un onu yaşadığımız dünya ile özel olarak bağlantılı kılan bir simgeci tür olduğunu” sağlar. Herbert’in Dune anlatı evrenini oluştururken gerçek dünya coğrafyasını ve tarihini tanıdık olmaktan çıkarması, “şu anda mevcut olan muhtemel geleceklerin bir yelpazesinin var olduğu” varsayımına dayanan bir bilim kurgu şiirselinin özüdür, bu da “radikal olarak bağlantılı bir dünya”nın kurgulanmasını sağlar. Herbert’in tarihsel ve çağdaş coğrafi-politikaları tematik mimetizmi (çevreye uyum taklitçiliği) veya sembolik sunumu, hikaye dünyasının birçok yönü problemli bir şekilde doğu merkezli ve beyaz kurtarıcıdır, yani Dune’daki dilbilimsel, kültürel ve sosyal-coğrafi novadır ki, bunlar olmadan Dune’un estetik ve tematik çekiciliğinin büyük bir kısmını kaybederdi. Romanın nüfuz eden doğulu havasını yüceltmeye çalışsak da onlardan kaçınamayız. Herbert’in eserinin doğulu özellikleri üzerine genel bir eleştirel uzlaşma vardır, bu eser, ezilmiş olan yerlilerin aleyhine ‘beyaz kurtarıcı’ anlatısına uyuyor” olarak görülür ve “emperyal haksızlıkların sürekli bir eleştirisinden ziyade bir ‘İmparatorluğun özür dilemesi’ olarak okunur… Gerald Gaylard mesela, Paul’ün karakterizasyonunu, kendini yerli ezilmişlerin yerine geçiren T. E. Lawrence’a benzetir ve bu, alaysız bir şekilde “emperyalizmi tekrar ederken, kendisini ezilen halkların seslerini boğar” der. Bu eleştiriden yola çıkarak, Herbert bir bilim kurgu Lawrence’ı inşa eder, Batı yanlısı bir özgürlük savaşçısı ve ona, sömürge altındaki ve yoksun bırakılan Fremenlere verilmesi gereken kahramanlık eylemi verir. Sonuç olarak, Arrakis sömürgeci olmaktan çıkarılmaz, içeriden bir ‘iyi niyetli’ beyaz yabancı tarafından yeniden sömürgeleştirilir, yerel kültür ve coğrafyanın bilgisine ulaşır ve halkı ile kaynakları üzerinde güç kazanır. Sonunda, Arrakis’in özgürleştirilmesi, Padishah İmparatorluğu’nun dağılmasının ilk adımı değil, onun yerine Atreides İmparatorluğu’nun gelmesi için gerekli bir aşamadır. David M. Higgins’in sözleriyle, “Paul’ün amacı, İmparatorluğun hatalarını ve aşırılıklarını düzeltmek, imparatorluk sistemini parçalamak değil”dir.

Dune’un bilim kurgu oryantalizmi, kurgusunun emperyalist ve (son)kolonyal çıkarımlarını aşarak Arrakis hikayesinin kurgusal dünyası ve sakinlerinin temsiline kadar uzanıyor. Fremenlerin en belirgin ve tuhaf özelliği, onların dilidir. Frank Herbert’in biyografisi Dreamer of Dune’da, oğlu Brian Herbert, Fremen’in Arapların ilham aldığını, dinlerinin “at üstünde Mehdi veya Muhammed” etrafında döndüğü İslam’ın bir versiyonu olduğunu doğrular ve “dilinin, babamın çöl ortamında yüzyıllar boyunca hayatta kalabileceğine inandığı bir Arapça argümanına dayandığını” belirtir. Bu ise, Arap dilinin ve kültürünün popülerleşmesi ve Batılı insanın yerli lideri haline gelmesinin son derece geniş bir okuyucu kitlesi kazanmasına bağlı olarak 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında T. E. Lawrence’ın “Bilgelik Yedi Sütunu” ve “Arabistanlı Lawrence” filminin izleyici kitlesi sayesinde romantize edilmesi göz önünde bulundurulduğunda hiç de şaşırtıcı değildir. Bir kurgusal hikayenin yapısını gerçek bir kültüre dayandırması ve bir kahramanın karakterizasyonunu bir tarihsel figüre dayandırması, temsil edici şiirsel anlayışta tamamen kabul edilebilir; ancak, Dune’un bilim kurgu özelliği böyle bir uygulamayı sorgular. Arapları, Arapçayı ve İslam’ı sırasıyla bilim kurgu kurgusal yaratıklar, dil ve din olarak sunarak, temsil süreci bir kültürü öteki/diğerleştirir ve romanın, herhangi bir ders kitabı oryantalist çalışması gibi, “Doğu’yu, Doğulu’yu ve onun dünyasını” inşa eder, var olan, gerçek dünya insanlarını ve kültürünü bilim kurgu dünyası inşasının ana unsurları olarak gösterir.

Batı kültürünün (Bene Gesserit tarikatı, Missionaria Protectiva, Galach dili) ve hatta Güney/Doğu Asya kültürünün (Suk doktorları, Zen Budizmi, prana-bindu disiplini) yabancılaştırma çabaları, Arrakis’in temsiliyetinde eşleşmez. Esasen eserde Arapçayı yabancılaştırmak için pek bir şey yapılmaz, doğal haliyle kullanılır ve bilim kurgu kurgusal bir dünyada yeni ve alışılmadık bir unsur olarak yanıltıcı bir şekilde sunulur. Bu, icat gibi görünen dil ödünç alımı, Csiscery-Ronay tarafından fark edilir ve “Fremen dilinin hafifçe kaydırılmış Arap terimleri”, “kendi tarihimizin Arapçasından alınanlar” ve “İslam öğrencileri için tanıdık olanlar” olarak nitelendiriliyor ve şu düşündürücü soruları ortaya atıyor: “Arapça, sadece “çöl kültürünü” çağrıştırmak için tamamen kurgusal bir dilin yerine mi geçer? Fremen ve Bedevi Arapları arasındaki açık benzetme ne kadar uzanmalıdır? Fremen’i alegorik Müslümanlar olarak mı görmeliyiz? Herbert, terimleri ikili bir kodlama ile mi kullanmıştır, bilmeyenler için hayali oryantalizmi çağrıştırırken, bilenler için yeryüzü tarihini mi?”

Bu sorular, eserde -ve elbatte filmde- muhtemelen cevapsız bırakılmış, belki de böylelikle Dune’un Oryantalizmi’ni doğrulamak amacıyla, önermekte kalınmış. Bunun yerine, Csiscery-Ronay, en azından, Herbert’in Amerikalı izleyicisinin cehaletinden ve etnosentrizminden faydalandığı sonucuna varmak da pekala mümkün!

Dune hikaye evreninde doğulu mistikliği, Arap-İslam kültürüne duyulan hayranlık ve Araplar ile Müslümanlara duyulan hayranlıkla doğmuş gibi görünüyor, ki bu, kuvvetli Fremen karakterlerinin, onların soylu etikleri ve düşmanca çevreye olan dâhiyane uyumuyla açıkça ortaya konmuş. Bu yüzden, eleştirmenlerin çoğu, Herbert’in eserinin romantik Doğulu mistisizmi üzerine hemfikir ve onu “Bedevi ve Arap toplumunun daha iyi niyetli ve romantik bir vizyonu” olarak değerlendiriyor. Burada “Araplar ve Müslümanlar olumlu bir ışık altında tasvir edilirler” diyor mesela Kahireli yazar ve tarihçi Aysha Emadeddin. Bu görüşün dip koçanını Edward Said’in muhteşem klasiğinde bulmak mümkün elbette: “Bu karakterler klasikleşmiş “deve üzerinde terörist, kancalı burunlu, rüşvetçi ahlaksızlar” gibi stereotiplendirilmezler.” Oğul Herbert’e göre ise “Fremen, kendilerini temsil eden yerine, “özgür insanlar”, “dışarıdan gelenler tarafından egemen olmalarına izin vermeyecek bağımsız, isyankar bir kabile” olarak durmayı amaçlarlar.” Dahası, (yine oğul Herbert’e göre) baba Herbert, Fremen için Arapça dilini eleştirel olmayan bir şekilde kullanır ve bu dilin tanıdık gelmeyen yönlerini değiştirmeye çalışmadan kullanmasına rağmen, onu araştırmak ve öğrenmek için hiçbir çaba göstermez, zira Doğu ve Arap dillerini o kadar kapsamlı bir şekilde incelemişti ki bu dillerde düşünebilir ve yazabilirdi. Arrakis kendisi için ise, “Doğulu coğrafya” olarak açıkça inşa edilmiş olmasına rağmen, Herbert’in yüksek ekolojik bilinci ile birlikte geliyor, Fremen’in “onu (Arrakis’i) yavaşça ama kesinlikle insan yaşamı için uygun hale getirmek” isteğinde ve “su ve uzun yeşil bitkiler ve insanların hala giysilere gerek kalmadan özgürce yürüdüğü” hayallerinde tekrarlanıyor. Bu nedenle, eleştirilere rağmen, Dune gerçek bir Doğulu mistisizm temsili örneği olarak kalıyor gibi de durur, “imparatorluk kültürü ve politikalarının eleştirisi yanında böylesine aşağılayıcı babacanlık sunma kapasitesinde olağanüstü” der David Higgins ve -ama samimi ama değil- tüketimin icadını örtmek için ustaca girişimlerde bulunur. Belki de bu nedenlerden dolayı roman, eleştirel, sanatsal ve laik çevrelerde geniş popüler çekiciliğini hiç kaybetmemiştir. Bu meyanda büyüleyici ancak bölücü/ötekileştirici Dune evreni, akademik tartışmaları alevlendirmeye, giderek artan bir okuyucu kitlesini çekmeye ve romanı farklı medyalara adapte etmeye çalışan sanatçıların ilgisini çekmeye devam ediyor. Ortaya çıkan transmedya evreni, David Lynch’in yönettiği (ve daha sonra reddettiği) 1984 filmi (Dune), John Harrison tarafından Sci-Fi Channel için oluşturulan 2000 mini dizisi (Frank Herbert’ın Dune) ve Westwood Studios tarafından geliştirilen 1992 video oyunu (Dune II) içermekte ki bunları teker teker ele alacağız.

Gerçi Dune’un son sinema uyarlamasında da belki değiniriz lakin (Part One) fragmanı yayımlandığı anda tartışmalara neden oldu. Film eleştirmenleri, fragmanın “romandaki İslam ilhamlı çerçevelendirmeye herhangi bir gönderme yapılmadığı” ve kadroda MENA (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) kökenli oyuncuların olmamasının “Yönetmenin Arap ve Müslüman kültürünü kitaptaki gibi olumlu bir şekilde gümüş perdede temsil etmekten kasıtlı olarak kaçındığına dair şüpheleri artırdığını fark ettiler. Diğer eleştirmenler ise bu temsili seçimin bazı değerlerini gördüler ve ‘Villeneuve’un yaptığı yaratıcı özgürlüklerin, hikayeyi daha modern, ilerici bir izleyici kitlesi için daha erişilebilir hale getirdiğini” iddia ettiler. Dahası Villeneuve bu tercihleri hakkında bu tür yönetim kararlarını Nerds of Color ile yaptığı bir röportajda şu sözlerle savunmaya çalıştı: “Oyuncu seçimi politikam, ırksal bir motivasyona dayanmıyor ama mümkün olduğunca Frank Herbert’ın tanımına sadık kalmaya çabaladım.” Bir de Dune uyarlamasının “bir kurtarıcının kutlaması değil, o fikrin bir kınanması ve eleştirisi” olduğunu iddia eden eleştirmenler çıktı. Dune’un Araplaştırılmasına ve İslamlaştırılmasına karşı çıkan yönetici, senaristi John Spaits ile birlikte, Arap ve Orta Doğu Gazeteciler Derneği (AMEJA) tarafından düzenlenen bir çevrimiçi akademik etkinlikte şunları söyledi: “60’ların Arap dünyası bugünkünden çok daha egzotikti. Bugün Arap dünyası bizimle birlikte, Frank Herbert’ın dünya görüşüne göre, İslam’a ve Arap dünyasına dalmak, bilim kurgu olacak kadar egzotikti. Ve şimdi, bilim kurgu yapmak için daha uzağa gitmeniz gerekecek.”

Senarist bey sopanın yanlış ucunu tutuyordu açıkçası, çünkü değişen Arap dünyası ya da Orta Doğu kültürü değil, 60’ların kolonyalizm anlayışı ve sömürgecilik politikalarıydı!

Dune ve Oryantalizm bahsine, bir sonraki yazıda devam edelim ardından Dune filmlerini analiz ederiz.

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin