Büyük badire sonrası temel siyaset reformu; kimlik (3) 

PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM

Türkiye’nin inşası diğer imparatorluk ardılı toplumlardaki gibi basit bir rejim değişikliği meselesi ya da egemenlikle alakalı bir değişim değildi. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte en ciddi mesele kimlikti.

Tohumları daha önceki bölümde ele aldığım üzere Jöntürk Hareketi’nin ortaya çıkışını müteakip İttihat ve Terakki iktidarı tarafından atılan ve esasen sofistike çözümlemeler veya gerçek arayışı üzerine değil, devletin toprak genişliğini maksimize etmek veya devletin çürümüşlüğünü gidermek gibi hedeflerden hareket eden kimlik politikası, Cumhuriyet kurucu kadrosunca devralındı. Osmanlı ve Ümmet zeminlerinde sonuç alınamayınca, üçüncü tercih olarak nasyonalizm seçilmişti. Bu kimliğin empoze edilmesinde bir tarih diskuru gerekliydi. Bu diskurun anlattığı hikâyenin halk tarafından benimsenmesi kimliğin tutması açısından çok önemliydi.

Daha önce altını çizdiğim üzere, Türk kimliğini salt kültürel zeminde inşa etmediler. Avrupa’da 1930’larda yaygın olan sosyal Darwinist, ırksal, etnik bir ulus tanımı yaptılar. Türk, bu tanıma göre sadece Türkiye’de yaşayan ve kendini Türk hissedenlere denmiyor, Türk’ün bir ırksal-etnik topluluk olduğu kabul ediliyordu. Yani “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sloganı fiiliyatta stratejik olarak Türk etnisitesinden olmayanları pasifize etmek için kullanılıyordu.

Buna en önemli kanıtlardan biri, Türklerden önce Anadolu’da var olan uygarlıklarla arada – mecburi olarak – bağ kurmak üzere, hiçbir arkeolojik, tarihsel, folklorik, sanat tarihsel, antropolojik ve genetik veriyle desteklenmeyen “ön-Türkler” kavramı üzerinden girişilen stratejiydi. Bu stratejiye göre Hititlerin, Friglerin, Troyalıların, Sümerlerin, Akadların, Lidyalıların, Likyalıların ve diğer kadim Anadolu uygarlıklarının ön-Türkler tarafından yaratıldığını resmi tarih halini alıyordu. Yani bu uygarlıkların aslında Türk uygarlıkları olduğu tezi ileri sürülüyordu. Elbette bu tezin hiçbir ciddi yanı yoktu. Çünkü bu sav tamamen siyasi amaçlarla, Türklerin Anadolu coğrafyası üzerindeki mevcudiyetine tarihi destek yaratmak için fabrike edilmişti. 

Oysa hipotetik olarak Türkler sadece linguistik ve kültürel bir topluluk olarak tanımlanmış olsaydı ve bu linguistik-kültürel topluluğun atalarının Orta Asya’dan gelen insanlar dışında Anadolu yerlileri de olduğu kabul edilseydi, ön-Türkler gibi fabrikasyon bir senaryoya ihtiyaç kalmayacaktı. Mesela Mısır’da tam da bu yapılmış, Mısır linguistik ve kültürel olarak Arap da olsa, Arap dili ve kültürü öncesi Mısır uygarlığı (piramitleri inşa eden uygarlık) bugünkü Mısır kimliğinin parçası olarak kabul edilmişti. Türkiye’de halk Selçuklular öncesi tüm uygarlıklara ve temsilcilerine öteki olarak bakarken, Mısır’da ortalama bir Mısırlı Firavunların antik Mısır krallığını kendi tarihi olarak kabul ediyordu. Böylece Türkçe konuşanlar kendilerini Orta Asya yerlisi kabul ederken, Mısırlılar kendilerini yaşadıkları coğrafyanın yerlisi olarak hissediyordu.

Cumhuriyet’in İttihat Terakki tarih tezini benimsemesinin bir diğer sorunu da, yakın tarihle hesaplaşma konusundaki isteksizliği, hatta retçi politikaları benimsemesiydi. Buna göre İttihatçıların 1915’te işlediği Soykırım suçuna inkârcı bu politika nedeniyle ortak olundu. Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin başına gelenlere savunma psikolojisiyle yaklaşıldı. Oysa Cumhuriyet bir sıfır noktası olabilir, bu suçlarla hesaplaşmak mümkün olabilirdi. Bu yol tercih edilmedi.

Kadim Anadolu tarihinin ön-Türk teorisi üzerinden yapay olarak Türk tarihine eklemlenmesinde bir fahiş hata daha yapıldı. O da, Anadolu’nun Selçuklular öncesi tarihine selektif yaklaşılmasıydı. Dediğim gibi, birçok kadim Anadolu halkının ön-Türk olduğu iddia ediliyordu. Ama bilinçli olarak Helen ve Ermeni kültürleri hariçte tutulmuştu. Cumhuriyeti kuran kadro, yeni kimliğin ötekisi olarak Yunanları ve Ermenileri seçmişti. Bu teze göre Yunanlar Anadolu’yu işgal etmişlerdi. Ermeniler ise Anadolu’ya yayılmışlardı. Her iki etnik yapı da Anadolu yerlisi değil, Anadolu’ya sonradan gelmiş ve Anadolu’yu fethetmiş gruplardı.

Bu yapılırken, özellikle Yunanların Anadolu’yu fethi, “Türklerin Anadolu’yu fethi” olgusunu normalleştirmek, “bak, Yunan uygarlığı da aynısını yapmış, yani kimse bizi işgalci olmakla suçlayamaz” diyecek güçlü bir argüman üretmekti. Hatta bu olgu karşısında ön-Türkler üzerinden, “esas Yunanlar bizim atalarımızı Helenleştirdiler” diyor, “Türklerin 1071 sonrası Anadolu’yu yeniden fethinin Anadolu’nun kurtuluşu” olduğu imgesi, tarih ders kitaplarına eklemleniyordu.

Esas sorun, eleştirel bir okumayla hemen fark edileceği üzere, Anadolu’ya sonradan gelmiş olma gerçeğinin makul bir zemine oturtulması, normalleştirilmesi, bunun tarihin doğal akışı olduğu algısının yaratılmasıydı. Ancak Türklerin Ana Yurdunun iç Asya stepleri olduğu gerçeği yine de bu tezleri sakil bırakıyordu. Dahası, belirttiğim üzere bu tezlerin çok ciddi bir inandırıcılık sorunu vardı. Çünkü tezler hiçbir tarihsel dokümanla, arkeolojik kanıtla, başka türlü delillerle desteklenmiyordu. Karşımızda duran, son derece eklektik, yapay ve daha da önemlisi politik amaçlara hizmet eden türden bir tezdi.

Bu tezin tutmaması tesadüf değildi. Artık bu tezin gündemde olmaması bununla açıklanabilir. Bugün ön-Türkler tezini sadece marjinal ideolojik gruplar savunmaya devam ediyor. Bu tez yerine Resmi Türk Tarih Tezi sadece Orta Asya’dan kitlesel göç hipotezini benimsiyor. Buna göre Türkler Orta Asya’dan Anadolu’ya gelip bölgeyi 1071 Malazgirt Savaşı ile fethettiler. Tarih kitaplarında “Anadolu’nun kapılarının açılması” olarak kabul edilen bu kilometre taşı, Anadolu’daki Türk varlığını MS 11. yüzyıldan itibaren başlatıyor. Dolayısıyla ön-Türkler tezi gibi, daha önceki Anadolu uygarlıklarıyla herhangi bir bağ kurulması mümkün olmuyor.

Tüm kadim Anadolu halkları, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Lazlar, Araplar ve Kürtler bu tarih anlatısına göre “bizimle alakası olmayan” milletlerdir ya da kısmen (Kürtlerde olduğu gibi) varlıkları bile reddedilmektedir. Varlık reddi, bunların esasında orijinal olarak Türk oldukları, sonradan bölgede asimilasyona uğradıkları gibi zayıf bir teze dayanmaktadır.

Tabi bu kallavi sorunlar yanında, esas sorun, “Türkler gelmeden önce Anadolu’da yaşayan on milyonun üzerindeki Greko-Romen ve Ermeni’ye ne olduğu” meselesidir.

Burada Türk tarih tezi tarafından önertilen iki ana varsayım var. Biri Anadolu’nun son derece boş bir coğrafya olduğu, bölgedeki Greko-Romen ve Ermeni nüfusunun çok düşük olduğu iddiasıdır ki bu en zayıf tezdir. Çünkü birçok gayet ciddi kayıt ortaya koymaktadır ki Anadolu on birinci yüzyılda Türkler geldiğinde dünyada en fazla nüfus yoğunluğuna sahip coğrafyalardan biriydi. Genel kabul, bu dönemde Anadolu’da on milyon civarı bir nüfus olduğudur. Dolayısıyla Anadolu “Türklerin gelişini bekleyen” ve “Türkler geldikten sonra nüfus yoğunluğu artan” bir coğrafya değildir.

O halde alternatif nedir?

Bu bizi ikinci Türk tarih tezi varsayımına götürüyor. O da “nüfus değişimi”” tezidir. Bu teze göre, Türkler geldikten sonra kademeli olarak Greko-Romen ve Ermeni nüfus azalmıştır. Sonuçta Türkler demografik üstünlüğü ele geçirmiştir. Ama bu tez, bunun nasıl olduğunu izah edemiyor. Daha doğru bu konuya girmek istemiyor. Çünkü burada iki olasılık mevcuttur. Birincisi karışım hipotezi, ki Türk tarih tezi yazıcıları bundan hazzetmez, çünkü bu ister istemez bugünkü Türklerin ırksal-etnik bir topluluk olmadığı mantıksal sonucunu doğurur. Diğer ise göç ve ortadan kaldırılma gibi, etik olarak sorunlu çıkarımları ana neden olarak belirler.

Gerçek hayat genellikle ideolojik motiflerle tarihi manipüle eden tezlerin anti tezini üretiyor.

1920’lerden 2000’lerin başına kadar bu konularda spekülasyonlar yapmak mümkündü. Çünkü ortada henüz genetik bilimi ve DNA teknolojisi yoktu. 2000’lerin başlarından itibaren özellikle popülasyon hareketleri ve coğrafi göçler konusunda DNA verilerinden yararlanılmaya başlandı ve oyunun kuralları çok değişti. Hangi topluluk hangi başka toplulukla genetik bağa veya benzerliklere sahip, bugün bu net olarak ortaya koyulabiliyor. Dahası, DNA verileri sabittir. Popülasyon karışımları olmadan DNA’da farklılaşma olması mümkün değil.

Buna göre eğer Türkler Orta Asya kökenliyse, bunun DNA verilerine yansıması ve daha da önemlisi Orta Asya etkisinin başat (yüzdesi en yüksek ana grup) olması gerekiyor. Oysa sorun şu ki, Anadolu’da yapılan bilimsel çalışmalarda Orta Asya etkisi son derece cüzi çıkıyor. Rakamlar bölgeden bölgeye farklılık gösterse de, Anadolu ortalaması yüzde onun altındadır. Bölgesel olarak en yüksek Orta Asya etkisi çıkan bölgelerde bile bu “yüksek oran” yüzde yirmileri bulmuyor.

Oysa mesela yerli Akdeniz toplumlarının oranı (etnisite adı vermek istemiyorum) Anadolu coğrafyasında çok yüksek yüzdelerdedir. Bu neyi kanıtlıyor? Bu sadece sizin Orta Asya’lı olmadığınızı (ya da Orta Asya oranınızın çok düşük olduğunu), buna mukabil Anadolulu (Anadolu yerlisi) ve diğer bölgelerden olma oranınızın çok yüksek olduğunu gösteriyor. Müslümanlaşmış ve kültürel-lisanî anlamda Türkleşmiş bir topluluk olduğumuzu ortaya koyuyor. Bu özellikle, bölgemizdeki tüm diğer komşu milletlerle kuzeniz.

(Devamı diğer yazıda)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Ben Türk’üm, asli unsur benim, kurucu irade benim. Sen, her durumda bana tabisin.
    Çatlasan da, patlasan da, bir yerlerini yırtsan da bu böyle.
    Türk denizinde kaybolmuş yabancı bir damlacıksın. Yapacağın hiç bir şey bu gerçeği değiştirmene yetmez. Ş.K.Fincancı gibi, C.Kaftancıoğlu gibi, imzacı sözde akademisyenler gibi marjinalleşerek kaybolup gidecek senin neslin. Türk; baki kalacak.
    Bu da sana dert olsun Çaman.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin