YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Zulüm çarkları o kadar hızlı işliyor ki, her bir zulmü belki bir, bilemediniz iki gün ele alıp başka zulümlere geçiyoruz. Hapishane köşelerinde birbiri ardına ölen tutukluların haberleri, sosyal medyada ekranlarınızın önüne düşüyor. Çoğu için birkaç saniye üzülüyorsunuz. Sonra diğer haberlere geçip başka zulümleri öğreniyorsunuz. Ardından onları da atlıyor, diğer haberlere yöneliyorsunuz. Ülke inim-inim ağlayan insanların ülkesi olduğundan beri, normalimiz bu. Özellikle sadece tek bir grubun sorunlarıyla değil de, tüm insan hakları ihlalleriyle ilgileniyorsanız, işiniz zor. Uzun süredir kitleselleşen bir zulüm var: sistematik, etkili, acımasız, kapsayıcı, süreklilik ihtiva eden…
Normal bir ülkede on yılda olabilecek olumsuz olaylar, Türkiye’de günden güne yaşanıyor. Bu yoğunluk karşısında insan hakları mücadelesi yapmak olanaklı değil. Ülke ve toplum tekil sorunlara yönelip onları çözme yeteneğini çoktan yitirdi. Teknede tek bir delik olsa baş edebilirsiniz. Fakat yüzlerce irili ufaklı delik var ve her geçen dakika içerisinde başka deliklerin de açıldığını görmektesiniz. Bu bir zulüm sağanağı! Oysa yaşanan her bir zulüm bir insani öyküdür, bir aile dramıdır, bir yok oluştur. Sayısız zulüm aynı anda cereyan edince size sadece saymak ve anlık tepkiler vermek düşüyor. O zulümlere neden olan koşulları ele almak ve o koşulları değiştirmek, bu ivmede gerçekleşen bir süreçte olanaklı değil.
Diğer bir sorun da siyaset kurumuyla ilgili. Ben yazmaktan, sizler de okumaktan bıktınız, biliyorum. Ama tekrar etmem lazım. Türkiye’deki muhalefet kısmen sınırlı alanlarda muhalefet yapsa dahi, geniş ölçekli bir rejim eleştirisinde bulunmuyor. Bu durumu ben muhalefetin rejimin bir parçası olduğu önermesiyle açıklıyorum. Çünkü öyle. Rejim, kurulan bir sistemdir ve bu sistemin temeli bir siyasal diskura dayanır. Siyasal diskuru kabullendiği oranda muhalefet de rejimin bir parçası olur. Rejimin en büyük başarısı muhalefete kendi diskurunu kabul ettirebilmiş olması. Bunun çeşitli nedenleri var. Yazının alanını sınırlamak adına bu nedenlere girmiyor, sadece olan durumu tespit etmekle yetiniyorum. Dolayısıyla bu tablo söz konusuyken muhalefet de zulümleri sonlandıracak politikaları veya stratejileri izlemiyor. Adet yerini bulsun diye bazı gayet somut zulümleri gündemine taşıyor, o kadar. Bunu açalım isterseniz.
Bir muhalefet düşünün, Osman Kavala’nın ya da Ahmet Altan’ın uğradığı zulmü bile doğru düzgün Türkiye gündemine taşımıyor. Onu geçelim, Selahattin Demirtaş’ın ve Aysel Tuğluk’un yaşadıkları korkunç hak ihlallerini bile konu etmiyor. HDP dahi eylemsel boyutta etkili değil. Bir kabullenmişlik hali var. Bunlar sadece bilinen – ve herkesin, özellikle de Kemalist ve beyaz Türk denen muteber elitlerin kabul edebileceği – örnek vakalar. Oysa Sedat Laçiner veya Mehmet Baransu gibi o mahallelerin hiç de benimsemediği, hatta bilakis düşman addedip nefret ettiği muhalifler var. Onların uğradığı korkunç zulmü sadece bazı kesimler gündeme getiriyor. Onlar gibi on binlerce insan zindanlarda yaşam mücadelesi vermekte ve birçoğu ağır sağlık sorunları yaşamakta. Bu insanlar ölmeden veya ölecek duruma gelmeden kimse onları gündemine almıyor.
Bakın daha çarpıcı bir tespit yapayım. Zulme uğrayan insanların net rakamlarını bile bilmiyoruz. Mesela KHK’lıların toplam rakamı kaçtır? 160,000 yazan var, 140,000 yazan var. İki rakam arasında 20,000 fark söz konusu. Muhalefet partilerinin kendi aralarında bir insan hakları çalışma grubu oluşturup en azından zulme uğrayanların sayılarını net olarak tespit ettirmeleri çok mu zor? Bir engel var da bizim mi haberimiz yok yoksa!
Daha somut bir örnek vereyim. Tüm basın-yayın örgütleri, ulusal düzeyde olsun, uluslararası düzeyde, fark etmez, hapisteki gazetecilerin rakamlarını açıklıyor. Dikkat ettiyseniz bu rakamlar birbirini tutmuyor. Bunun nedeni de kutuplaşmış, kamplara ayrılmış kolektiftir. Biliyorsunuz Türkiye toplumunun toplum olma özelliğini artık yitirdiğini sosyoloji biliminin verileri ışığında birçok gazete makalesinde herkesin anlayabileceği şekilde izah ettim. Kimse kulak asmadı gerçi, ama olsun, tarihe nottur. Zaten bu yazıları bugünkü okurlara yazsam da, asıl hedef okuyucu kitlesi bundan otuz yıl sonra bugünleri araştıracak tarihçilerdir, sosyologlardır, hukukçulardır, siyaset bilimcilerdir. Durum gerçekten çok vahim! Gazeteci kimdir sorusunu dahi nesnelce, önyargısız, dürüst biçimde yanıtlayabilmekten dahi acizdir Türkiye kolektifi. Bu durum endişe vericidir. Ve zulümlere karşı verilmekte olan insan hakları mücadelesinin de yumuşak karnını oluşturmaktadır.
Zulümler, bu birkaç örnekten anlaşılacağı gibi kitlesellik, düzenlilik, sistematiklik ve artan ivme arz ediyor. Bu durum zulümlerin katmanlaşmasını beraberinde getirmektedir. Diğer bir ifadeyle, kabuk üstüne kabuk bağlayan, ama sürekli, adeta her saniye kanırtılarak kanatılan bir yara söz konusu. Bu katmanlaşma çok ciddi bir sorunu beraberinde getiriyor: kanıksama sendromu. Bu seviyede artık insanlar zulümlere karşı duyarlılığını kaybetmiştir ve yaşanmakta olan duruma alışmıştır. Zulümler artık olağan ve sıradandır. Bu durumda, sürekli yağmur yağan bir ülkede yağmura hayret edilmemesi gibi, zulümler de olağanüstü olma durumlarını kaybetmişlerdir. Üst üste yığılarak katmanlaşan korkunç bir zulüm kütlesi tüm Türkiye’yi kapladı. Bunların üzerine gitmeden ve tüm yaşanan zulümleri önemsemeden bu günler atlatılamaz.
Bu sadece bir rejim sorunu değil! Yaşananların sadece bir rejimden kaynaklanması, o zulümlerin unutulmasını veya onlara önem atfedilmemesini açıklamıyor. Yaşanmakta olan kitlesel zulümlerin neden farklı kesimlerce önemsenmediğini veya görmezden gelindiğini de izah etmiyor.
Bir terapi sürecine ihtiyaç olduğu kanısındayım. Bu terapinin temelini zulüm arkeolojisi oluşturmalı. Toplumsal bir katarsis yaşanmadan iyileşme gerçekleşmeyecek. Bu nedenle katmanlaşmış zulümlerin itinayla ele alınması, büyük bir sabır ve emekle, ciddi bir uzlaşmayla – ve takım tutmadan – tüm zulme uğramış insanların kucaklanması acilen gerek duyduğumuz ve erteleyemeyeceğimiz kadar ivedi bir şeydir. Eğer bu terapi sürecinin motivasyonunu bir an önce bulamazsak, korkarım bu rejim çok daha fazla hücresel seviyelere nüfuz edecek ve kanıksanacak. Muhalefetin rejim diskuru tuzağından bir an evvel kurtulması ve toplumu örgütlemesi gerekiyor. Bunun yapılması için öncelikle rejimin dezenformasyonunun çökertilmesi lazım. Bu dezenformasyonun temeli ise diskur.
O halde zulüm katmanlarının arkeolojisini yapmaya girişmekle işe başlamalı. Sadece kurbanların sayılması bile bir başlangıçtır. Ben önerimi yineliyorum. Muhalefet partileri acilen bir insan hakları çalışma grubu oluşturup en temel konudan, kurbanların ve mağdurların sayılarının ortaya konmasından başlayabilir. Rejimin karşısına bu rakamlarla çıkılabilir. Uluslararası aktörlere bu rakamlar tek kanaldan sunulabilir. Kademeli olarak zulüm katmanlarının arkeolojisi yapılabilir, raporlar yazılabilir, kamuoyu ortak bir muhalefet cephesi tarafından doğru bilgilerle bilgilendirilebilir. Rejimin diskurunun kırılması için yöntemlerden sadece birisi – belki de en basiti ve tehlikesizi – budur.
Demokrasi ve hukuk devleti inşa etmek fedakârlık ister. Bir yerden başlamak lazım!