Bugünler, Türkiye tarihinin en kara günleri olarak kaydedilecek. Zulümler, cinayetler, yalanlar, iftiralar hiç ara vermeden ve üstelik dozunu artırarak devam ediyor. Zalim, yaptıklarının keyfiyle ellerini ovuşturuyor, mazlum ise sesini tek duyanın Rabbi olduğunu bildiğinden halini O’na arz ediyor. Bir de olan biteni umarsızca seyreden, vicdanı tamamen tefessüh etmiş, yılan gibi zehirlemekten zevk alan ve haksızlığı meslek edinmiş bir kitle var. Bu bahtsızların önemli bir kısmı kendilerini “dindar” olarak tanımlayan camiaların etkili isimleri. Her gün yüzlerce mağduriyet tablosuna şahit olunuyor. Ama dindarlarımız alabildiğine kör ve sağır. Kalpleri hakikate karşı adeta taş kesilmiş. Ne mazlumun iniltisini duyuyorlar, ne hayırhahların iyi niyetli uyarılarına kulak veriyorlar. İman kabiliyetlerini kaybetmiş kâfirlere benzer bir halleri var: “(İman etmeleri için kendini helak edercesine gösterdiğin iştiyaka rağmen) şu küfürde diretenlere gelince, kendilerini ister uyarmışsın, ister uyarmamışsın onlar için fark etmez, çünkü iman edecek değillerdir. Allah onların kulaklarını ve kalplerini mühürledi. Gözlerinde de bir perde vardır. Onların hakkı çok büyük ve dehşetli bir azaptır.” (Bakara Sûresi, 6-7)
Merhamet, şefkat, insanlara ve bütün varlıklara iyi muamele etme, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker (iyiliği yayma ve kötülükle mücadele gayreti içinde olma), insanlara hayır adına nasihatlerde bulunma İslâm’ın temel esaslarından. Ne var ki yukarıda bahsettiğimiz tipte insanlara bu saatten sonra iyiyi, güzeli, hakikati anlatmaya çalışmanın bir faydası yok. Özellikle zulmün, yalanın, iftiranın, gıybetin Allah katında ne kadar çirkin görüldüğünü, sahibini nasıl bir rezilliğe düçar kıldığını bilen bahse konu zevatı dünyada hüsran, ahirette çetin bir hesap bekliyor.
Münafığın zararı kâfirden fazla
Kur’an’da münafıklar aleyhindeki tehditlerin ve mü’minleri nifak hususundaki ikazların çok olmasının sebebi bu günlerde daha iyi anlaşılıyor. Efendimiz’in (aleyhi’s-salâtü ve’s-selam) hayat-ı seniyyelerine baktığımızda münafıkların sebep olduğu sıkıntıların, müşriklerinkinden az olmadığını görüyoruz. Müşriklerin Efendimiz’in ailesinin iffetine dil uzattıklarını bilmiyoruz. Ama münafıklar bu alçaklığı bile yaptılar. Hem de Allah Resûlü’nün arkasında namaz kılarken yaptılar. Müşrikler, Uhud’da Efendimiz’e karşı açıkça savaşırken, münafıklar Allah Resûlü’nün ordusunda çıkardıkları fitne ile cepheden adam kaçırdılar, Müslümanların kuvve-i maneviyesine zarar verdiler.
Hayatını iman hakikatlerinin isbatına adamış Bediüzzaman da aynı dertten muzdaripti. Bu hususta kendisine sorulan “Madem Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en inatçı dinsizleri ıslah ve irşad etmek için Kur’an’ın himmetine güveniyorsun, hem de bunu bilfiil yapıyorsun. Neden yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?” sorusuna şu dikkat çekici cevabı vermişti:
“Usûl-i şeriatin mühim bir kaidesidir ki, bilerek zarara razı olana şefkat edilip lehinde bakılmaz! İşte ben, Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki, çok alçak olmamak ve yılan gibi dalâlet zehirini serpmekten zevk almamak şartıyla en inatçı bir dinsizi birkaç saat zarfında haydi ikna edemesem bile ilzam etmeye (susturmaya) hazırım. Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş birine, bilerek dinini dünyaya satan ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarıyla değiştirecek derecede bir münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakikatleri söylemek, hakikatlere karşı hürmetsizliktir ve inciyi ineklerin boynuna takmak darbı meselindeki davranışa benzer. Çünkü bu tecavüzleri yapanlar, hakikati kaç defa Risale-i Nur’dan işittiler. Fakat hakikatleri bilerek zındıka dalâletleri lehine çürütmek istiyorlar. Böyleleri yılan gibi zehirlemekten lezzet alıyorlar.” (28. Mektup, 4. Mesele)
Üstad dinsizlerden değil, hakikati kaç defa Risale-i Nur’dan işiten münafıklardan, ümidini kesmiş bir vaziyette şikâyet ediyor. Onlara bir şey anlatmanın faydasız olduğunu söylüyor. Maalesef Bediüzzaman’ın bahsettiği bu tipler bazı Nur cemaatlerinde bile barınabiliyor. Bunlar zalim bir münafığa temenna durup, elmas kıymetindeki hakikatleri dünyalık basit cam parçalarına feda ediyor. Risale-i Nurları çok okumalarına rağmen, hakikatlere karşı bilerek gözlerini kapatıyor, kulaklarını tıkıyorlar. Ne uhuvvet risalesini dikkate alıyorlar, ne ihlas düsturlarını hayatlarına taşıyorlar. Yaşları, başları ne olursa olsun, hasedleri gözlerine perde olmuş bu talihsizlere, kazanma kuşağında kaybeden zavallılar olarak bakmaktan ve üzülmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Onlara bir şeyler anlatmaya çalışmak, Üstad’ın çok veciz buyurdukları gibi, ineğe inci takmaktan farklı değil.
En büyük vebal, kitleleri yönlendirenlerin
Bunlar gibi yine bazı insanlar var ki, particilik, menfaat, ideolojik taraftarlık, cemaat veya tarikat aidiyetinin getirdiği haset, enaniyet gibi sebeplerle gerçekleri görmek istemiyor. Gördüklerini çarpıtıp hakikatlere karşı savaşıyor. Bile bile bu şekilde davrananlara, peşinden sürüklediği kitleleri bu istikamette yönlendiren etkili, yetkili insanlara asla müsamaha ile bakılamaz. Zulmü alkışlayanların, ona payanda olanların, hırsızlığa, haksızlığa gönüllü olarak fetva üretenlerin, düşmanlığı, nifakı, iftira ve yalanları planlayıp organize bir şekilde yayanların iflah olmaları mümkün değildir.
Maalesef, Nemrut’un ateşine iştiyakla odun taşıyan bir dindar(!) kitle ile karşı karşıyayız. Cemaatleri, tarikatleri yönetenler de, diyaneti paçavraya döndürmüş görmez adam ve avanesi de bu işin vebalini ahirette ödeyemezler! Bir de Efendimiz’i ve sahabeyi güya akademik özgürlük adına utanmadan eleştirirken zalime yaltaklanan ilahiyat hocaları var! Onlar günün birinde bu masum insanların yüzüne nasıl bakacaklar, ahirette Allah sorduğunda ne cevap verecekler!
Geniş halk yığınları için bu konuda hafifletici sebeplerden bahsedilebilir. Cehalet, fakirlik, alternatif haber duyma imkânlarının kısıtlılığı, doğru bilgiye ulaşma zorluğu gibi sebeplerden dolayı hakikatlere tavır alanları yukarıdakilerle aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz. Onlara doğruları anlatmak, düştükleri günah ve suizan bataklığından kurtarmak, af ve müsamaha ile mukabelede bulunmak hem hakikate hürmetin hem de evrensel tebliğin gereğidir.
Akıl insan için zararlı olandan uzak dursun, faydalı olana talip olsun ve onu hayatına taşısın diye vardır. Kur’ânî bir tabir olarak “akletmek” ancak inanmış kalbin bir fiilidir ve insanın kendisine faydalı olan şeyleri tercih edip işlemesi, zararlı şeylerden uzak durması demektir. Akledemeyen insanın kalbinde iman zaafı vardır. Hasedi imanının önüne geçtiğinden kalbi doğru çalışmaz. Dolayısıyla Allah’a, ahirete iman ettiğini iddia eden, yazılarıyla, konuşmalarıyla geniş kitleleri etkileme imkânına sahip olan hacılar, hocalar zarara bile bile razı oluyorlar. Bunlar sefihtir ve akleden insanın göreceği muameleyi hak etmez. Kur’an bize bu tipleri şöyle tarif eder: “Siz kitabı okuyor, insanlara gerçek fazilet ve iyiliği emrediyor fakat kendinizi unutuyor musunuz? Siz hiç düşünüp akletmez misiniz?” (Bakara Sûresi, 44).