Züğürdün vergisi zenginin ayağını yorduğunda!

UĞUR TEZCAN | YORUM

Çocukluk ve gençlik yıllarım, “Zenginin malı, züğürdün çenesini yorarmış!” sözünü duyarak ve sıklıkla da kullanarak geçti. Hayatın dengesizliği ve gelir dağılımlarında yaşanan haksızlıklar gibi konularda ne zaman konuşmaya başlasak o koyu muhabbetler genelde bu sabit cümle ile biter, sonrasında ise çayımızı yudumlarken başka konulara yelken açmaya devam ederdik. Çoğunuz gibi ben de fakirlik düzeyi için açıklanan rakamların sınırı ile alt düzey orta sınıf geçim koridorları arasında çadır kurmuş bir şekilde hayatımı idame ettiriyorum. Yaşımız ilerlese de toplumsal katmanlar arasında var olan dengesiz gelir dağılımları, haksız kazançlar gibi konulardaki hassasiyetlerimiz artarak devam etti.

Bu, dünyanın her ülkesinde; ama Türkiye gibi kontrolsüz ve otokrat düzenlerde daha da ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Afrika ve Malezya gibi ülkeler ile Arap ülkelerindeki kraliyet aileleri düzeyinde yaşanan sorunlar da buna örnek verilebilir. Yolsuzluk, israf, zimmete para geçirme, adam kayırma, haksız kazanç gibi konular dünya bazında sistemleşmiş bir faza geçtiler. Artık çalışarak kazanmanın pek bir hükmü kalmadı. Faizle para kazanma, devlet imkanlarına çökme, politik ilişkilerle haksız kazanç elde etme, zimmetine para geçirme, bu çıkar ilişkilerinin tesis edilebileceği politik dairelerde ve rüşvet çarklarında yer edinebilme birçok insan için artık bir amaç veya gurur duyma haline gelmiş durumda.

Bu bağlamda, mesela, Türkiye devlet sisteminin ve siyasi yapılanmasının geldiği nokta; soyguna dayalı, sistemleşmiş ve devletleşmiş mafya düzeni olarak özetlenebilir. Türkiye’de bu tür çarklar hep vardı; ancak Erdoğan ve AKP ile yolsuzluk, israf ve zimmete para geçirme gibi arızalar artık inanılmaz bir boyut kazanmış durumda.

Ülkede en kısa yoldan zenginleşebilme kanalı, Çin ve Rusya gibi sosyalist parti devletlerinde olduğu gibi, AK Parti kanallarında doğru ilişkileri kurabilmekten ve belirli çarkların içine girip o çarkların gerektirdiği şeyleri yapabilmekten geçiyor. Devlet ihalesi alabilmeniz, belli makamlarda ve kurumlarda iş bulabilmeniz, yükselebilmeniz bu çarklarda fiziksel ve maddi olarak ne kadar yer edinebildiğinize ve o bozuk sistemin argümanlarına ne kadar sahip çıkabildiğinize bağlı.

Ülkedeki en cazip mesleklerden birisi, yeteneğiniz olmadığı halde ‘kalemşörlük’ olarak tabir edilen bir anlayışla sistem propagandisti bir gazeteci veya medyacı olmak. Tek yapmanız gereken şey araştırma bile yapmanıza gerek kalmadan önünüze konan metinlerden derleme yazılar yapmak, televizyon programlarına çıkıp size öğretilen 3-5 sloganik söylem ile aynı sakızları çiğneyip durmak… Bunu yapan çokları bugün yüksek miktarlarda maaşlar ve ihaleler alıp villalarda yaşıyorlar.

İkinci cazip meslek, partide üst düzey yönetici olmak. Bu noktalara gelebilenler, liyakatsiz oldukları halde, hem makamın gücünü kullanarak ihale dağıtımlarından paylarını alıyorlar hem de aynı anda 3-5 vakıf ve kurumun yönetim kurullarında vazife alarak hem maaş hem de yüksek meblağlarda “huzur hakları” alarak her ay on binlerce dolarlık haksız kazançlar elde ediyorlar.

Diğer cazip bir meslek ise, devletin en üst makamlarından en alt makamlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede her ‘devletlu’nun onlarca özel kalemi ve danışmanı arasına girebilmek. Bunun için de tabi ki de yine bir partilinin, üniversiteden yeni mezun bile olmuş olsa, oğlu, kızı, kuzeni vs. olmak gerekiyor. Bu şanslılar da doğru dürüst hiçbir işe yaramadıkları halde yüksek maaşlar, yurt içi ve dışı gezmeler ve diğer imtiyazlar ile beslenip duruyorlar.

Sadece Erdoğan’ın uçakları, sarayları, 500 araçlık konvoyları ve koruma ordusuna harcanan masrafları ele alsak bir üniversitede bir dönemlik bir dersin anlatılacak malzemesi çıkar ortaya.

Bu yazıyı yazmama sebep olan olay Türkiye milli takımının Almanya’da gerçekleştirilen 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası için yaptığı harcamaların boyutuna dair bir kişinin ekranlarda söylediği sözler. Her zaman olduğu gibi iki üç gün konuşulup unutulacak bu da. Ben en azından kendi adıma bir not düşmek istedim tarihe.

Görünen o ki, devletin vergi paraları ile maçları izlemek üzere Almanya’ya gönderdiği kafiledeki kişi sayısı, o da bilindiği kadarıyla, yaklaşık olarak 700 kişi. Bir danışmanın bile birkaç koruma ekibi ile dolaştığı bir ülkede ben bu rakamın açıklanandan çok daha fazla olduğunu düşünüyorum, çünkü rejimin geldiği noktada bu harcamaları kontrol edebilecek bir devlet kurumu da muhalefet anlayışı da yok artık. Korumaları, aşçıları, danışmanları, gazeteci ve medyacıları, üst düzey parti yöneticilerini, etki gücü yüksek olanların ailelerini ve ‘influencer’ tabir edilen sosyal medya yayıncılarını da katarsanız bu rakamın yedi yüzün çok daha üstünde olduğunu düşünüyorum.

700 insanı sadece uçak bileti alarak oraya gönderseniz yapacağınız masraf 500 bin doların üzerinde olur. Buna, daha çok insanın gönderildiğini ve onların yemek ve turistik gezi masrafları, kombine maç biletleri, otel masrafları gibi harcırahları, muhtemelen, özel uçak tarifeli seyahatleri, yanlarında taşıdıkları aşçıları ve malzeme giderlerini vs. de eklerseniz ortaya milyonlarca dolarlık bir israfın haritası çıkar.

Buna aslında israf demek haksızlık ve adaletsizlik olur. Çünkü bütün bunlar siyasi amaçlar, itibarlar ve çıkar ilişkileri düzleminde gerçekleştiği için bu durumu, Batılı ülkelerde kanuni suç ve kamu zararına eylem olarak addedilen “embezzlement” (zimmetine geçirme, kötüye kullanma) ve “patronage” (patronaj, adam kayırma) şeklinde nitelendirmek daha doğru olur. Eminim hukukçular yaşanan bu dramı farklı boyutlarda da ele alacaklardır.

Dini bir ibadet olması gereken hac ve umre ziyaretlerinde bile devlet imkanlarını ve fakirin vergisini kullanmaktan imtina etmeyen bir anlayışın bir maç uğruna israf edebileceği vergi gelirlerini dile dolamak bile anlamsız kaçıyor aslında!

Ülkede sokağa yansıyan reel enflasyon yüzde seksenleri aşmışken, çok ciddi boyutlarda bir fakirlik, hayat pahalılığı ve alım gücü zorluğu yaşanıyorken; esnaf iş yapamıyor, insanlar kiralarını ödemekte zorlanıyor ve yeterince beslenemiyorken belli bir siyasi çevrenin bu kadar hızlı bir şekilde zenginleşmesi, yolsuzluğu sistemleştirip israfı hayatın merkezine koyması anlaşılacak bir durum değil elbette. Üstelik bunu yapanların, kandırdıkları tabana “devlet mumunu söndürüp kendi mumunu yakan, yırtık gömlek giyen Hz. Ömer” hikayeleri anlatmaya devam edebilen bir İslamcı hareket olması da ayrıca ele alınması gereken daha büyük bir sorun!

Ülke sosyolojik olarak göçtükçe bu tür israf, liyakatsizlik, zimmete mal geçirme, görevi kötüye kullanma gibi hadiselerin daha da inanılmaz boyutlara gelebileceğini göreceğiz.

Bu gidişatın duvara çakılmadan durması söz konusu değil gibi görünüyor. İbretle izliyoruz!

Başlığa geri dönersek; zenginin malının züğürdün çenesini yorduğu o klasik dönemleri çoktan aştık. Devran da anlayışlar da oldukça değişti. Artık, yolsuzluğun kanıksandığı, sistemleştiği ve revaç gördüğü bir düzende bizler gibi züğürtlerin vergileri ile gezmelere giden, keyif çatan, sonradan görme zenginlerin gezdikleri yerlerde ayaklarının nasıl yorulduğunu konuşup duracağımız ve onlara bir nevi zahmet verdiğimiz için üzüleceğimiz, bizler için oralarda “devlet itibarını” ayakta tuttukları içinse kendilerine minnettarlık duyguları ile teşekkür edeceğimiz noktalara geliyoruz. Yani artık, ‘züğürdün vergisinin zenginin ayağını nasıl yorduğunu’ konuşuyor olacağız.

İnşallah zatı alilerinin otel odaları yeterince rahattır. Kendilerine üç öğün sunulan yemekler midelerine ve zevklerine layıktır ve alınan kombine maç biletleri de devlet ve devletlu itibarımıza en yakışacak şekilde sahanın en uygun yerlerinden alınmıştır. Yoksa; ben öncelikle şahsım, vergisini ödeyen züğürt vatandaşlarım ve organizasyonu yapanlar adına kendilerinden özür dilerim! Haksızca yorduk ve layıkıyla rahat ettiremedi isek, affola!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin