Kelimeleriniz var, ateşten kelimeler. Düştüğü yeri yakan ne kapı ne köprü bırakan kelimeler. Ağzınızda Allah kelamı, dilinizde düşmanlık… Allah adına konuşuyor ve hoş görmediği ne varsa hem yapıyor hem de teşvikçisi oluyorsunuz.
Bir ve beraber olmaktan bahsediyorsunuz mesela, ama tek yaptığınız ruhlara düşmanlık üflemek. Siz, hanımlar beyler; düşman sahibi olmadan kimlik sahibi olunmaz sanıyorsunuz! Kardeşlik, dostluk diyor, kardeşi kardeşe kırdırıyor, dostu düşmana ezdiriyorsunuz. Tarih diyorsunuz ya her fırsatta hani tarih; tarihten öğrendiğiniz tek şey işte bu zorbalık; bir de kardeş katli!
Devlet diyorsunuz ikide bir, devlet. Devletin kanun demek olduğunu unuttunuz. Doğru ya; insanda vicdanı unutan devlette kanunu hatırlar mı?
Din sizde, devlet sizde, inanç, ahlak hepsi sizin maşallah. Ama insanı kaybettiniz muhterem; camiyle karakol arasında nefes aldırmadığınız, mitingle vaazla ayar verip, almayanı dövdüğünüz insanı… Hep hakir gördüğünüz insanı, hep hakir gördüğünüz… Hakir görmek demişken, hâşâ huzurdan benzetmek gibi olmasın ama… Keşke, evvel zaman içinde, çok önceden, insanı hakir gören birinin başına geleni bilmiş olsaydınız.
Din size güzel; sınırsız bir iktidar, sağlam bir koltuk ve bolca para. Acımasız bir tanrı gibi yönetmek istemeniz bundan. Siz… Siz, öfkenin çocuklarısınız… Gönül envanteriniz boş; sevmiyor, sevemiyorsunuz. Tanrı’nın evreni sevgiden yarattığı ebedi meçhulünüz.
İslam; diyorsunuz, “barış dinidir” ve savaş çığlıkları atıyorsunuz. Bu yüzden olsa gerek; nefesiniz kan ve barut kokuyor; nefesiniz hep ensemizde. Siz gibi düşünmeyen, siz gibi inanmayan “cihadınızın” tadını alacak. Namlu ve mikrofon, ikisi de sizin, ikisi de yakışıyor. Tanrı size milleti sopalama yetkisi vermiş olmalı; peygambere vermediği yetki, nedense size çok yakışıyor.
Şefkat, merhamet diyorsunuz ama hüneriniz zorbalık. Dilinizde Mevlana, Yunus, ama ruhlarınız Stalin’in çocuğu. Gel diyor, gelmeyeni dövüyorsunuz; Yaradan’dan ötürü! Ekranda, gazetede, sokakta, camide hep siz varsınız; kimseyi konuşturmuyor, konuşanı pişman ediyorsunuz. Her şeyi siz biliyor, her doğruyu siz söylüyorsunuz. Memleketi tımarhaneye çeviriyor ve sonra evet, “milletin ferasetine güveniyorsunuz”.
Özgürlüğü bilmiyor, merak da etmiyor, hatta sevmiyorsunuz. İsteyeni sopa marifetiyle marjinalleştiriyor, millet düşmanı ilan ediyorsunuz. Ya örs oluyorsunuz ya çekiç; esirgesin kullarını Yaradan sizden. Güçlüyken zorbasınız, zayıfken ezik. Yan yana yaşamayı (aslında galiba yaşamayı) bilmiyor ve sanırım bundan korkuyorsunuz.
İstikrar diyorsunuz… Biz sizi dövelim diyorsunuz, siz diz kırıp oturun. Barış için bir ütopyanız yok; barışın kendisi sizin için ütopya. Hayalleriniz dikenli telden geçilmiyor. Tank, postal, cop ve biber gazı. Beşinci element hep sizsiniz; yekpare, kenetlenmiş, tek renk-tek koku; aslında hep hayal ettiğiniz gibisiniz. Varlığımız varlığınıza armağan olsun; biz zaten özne değiliz; çoğu zaman dekor, ara ara figüran.
Millet diyorsunuz… Eskiden tükürür gibi telaffuz ederdiniz, şimdi ilahi gibi söylüyorsunuz. Ha, millet dediğiniz de Beşiktaş forması; yarısı hak yarısı batıl, yarısı yerli ve milli, yarısı bildiğin ecnebi, yarısı ak yarısı da hâşâ huzurdan muhalif. Geçmişi düşmanlık üzerinden okuyor, geleceği düşmanca hayal ediyorsunuz. Tarih, fantezilerinizin kuluçka makinesi.
Vesayet diyorsunuz ya ikide bir; vesayet.. Nedir vesayet deyivereyim mi? Hakk’ın özgürce yarattığını kölece yaşatmaktır. Düşüncesine kement vurmak, dilini, hayalini boğmak, ruhuna nefes aldırmamaktır. Okulda, camide, sokakta kafeslemek, hayatı ilk elden yaşamasına engel olmaktır. Bin yıllık klişe ama; Yaradan’la kul arasına girmek, kulu Yaradan adına zorlamaktır. Oysa bilseydiniz, ne O’nun sizin sopanıza ihtiyacı vardı, ne de bizim; bir züccaciye dükkânıydı bizimkisi. Ve sonra siz geldiniz…