VEYSEL AYHAN | YORUM
Pırıl pırıl elbiseler içinde yürüyorsunuz, birisi çelme taktı. Yere kapaklandınız. Çamurlara bulandınız. Sonra gidip elbiselerinizi çıkardınız. Güzelce banyonuzu yaptınız. Yerin çamuru, pisliği hala üzerinizde kalır mı?
Kalmaz.
Bir insan, iradesi dışında şiddete maruz kaldığında bu durum onun kişisel değerini veya insanlık onurunu zedelemez. Hiç kimse şiddet ya da istismarın mağduru olduğu için suçlanamaz ya da damgalanamaz.
Bu konuda kadının erkekten bir farkı yok.
Ama cahiliye kaynaklı zavallı geleneğimizde erkek hiçbir durumda kirlenmez. En deni fiilleri işlese veya fiiller kendisine karşı işlense fark etmez. Ailesi ona kötü gözle bakmaz. Alnı açık başı yukarıda kaldığı yerden hayatına devam eder.
Ama bedeviliğin ruhumuza kazıdığı törelerde kadın böyle olmaz. O, fail de olsa mef’ul de olsa her durumda kalıcı olarak kirlenir.
Bu bakış açısı genlerimize silinmez bir şekilde kodlanmıştır. Bu töre anlayışı ilkel kabilelere has, bedevi kavimlere mahsus arkaik bir zihin kalıntısıdır.
Maddi işkenceler var. Elektrik, Filistin askısı… Bunlar bedeni işkenceler. İğfal etme ise hem bedeni hem de ruhi bir işkencedir.
Bu, bugün ortaya çıkmış bir şey değil. Tarihte hep olmuş.
Bazı örnekler:
1258’de Bağdat Moğollar tarafından işgal edildiğinde, binlerce kadın bu fiile maruz kaldı ve öldürüldü.
1492’de Endülüs düştüğünde, Müslüman kadınlar toplu halde buna maruz kaldı.
1947’de Hindistan Pakistan bölünmesi sırasında bu rezil fiiller geniş çapta yaşandı.
1954’te Cezayir’in bağımsızlık savaşı sırasında Fransız askerleri ve yerel milisler aynı şenaati Müslüman kadınlara karşı işledi. Bu olaylar Fransız sömürgeciliğinin acımasızlığı olarak tarih kitaplarına girdi.
1992 Bosna savaşında on binlerce kadın herkesin malumu. Yapılanlar uluslararası insan hakları örgütleri tarafından belgelendi.
Daha 7 yıl önce 2017 Ağustos’unda Myanmar’da Rohingya Müslümanları aynı şeyleri toplu olarak yaşadı.
Myanmar ordusu tarafından gerçekleştirilen bu cinsel saldırılar Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütlerinin raporlarına girdi.
Çin’deki toplama kamplarında Doğu Türkistan’lı kadınlara yapılan sistematik cinsel işkenceler BBC’de defalarca haber oldu.
Bizim yaşadıklarımızın benzerini Taberi aktarıyor. Kerbela’dan sonra 683’te Harre vakası meydana geldi. Saldıranlar güya “Müslüman” Emevî askerleriydi. Medineli Müslüman kadınları kendilerine helal görmüşlerdi. Sonrasında doğan çocuklara “Evlâdü’l-Harre” dendi.
Bu olaylara sebep olan, şeytanın çok ötesinde insanlar hep var oldu. Bırakalım başkasını kendi öz namusuna, kendi kız kardeşine bunu reva gören cehennem mahlukları hep vardı.
Kendi göz bebeğine yani kendi evindeki evladına bu deni eylemi yapan insan kılıklı “Hâviye” taşları hep var oldu. Dünya realitesi bu. Cehennemi canlıların olduğu bir dünyadayız.
İnsanlığını kaybettiğinde yılanların, akreplerin, çakalların yanında masum kalacağı bir mahluktan söz ediyorum. İnsan böyle tehlikeli bir varlık. Bir insana işkence yapmaktan öte bir bir fiilden söz ediyorum. Hadisenin travmatik etkileri olur.
Bir asker savaşa girer kolunu bacağını; gözünü kulağını kaybeder ve gazi olur. Bu deni fiiller ise ruhu kalıcı ölçüde etkileyebilir. Maruz kalanlar birer ruh gazisi olur.
Kimi zaman dua ve amel-i salih insanın tüm travmalardan sıyrılmasına destek olabilir. Ama çoğu vakada göz yaşlarıyla, korkulu kabuslarla örgülü bir hayat söz konusudur.
Yukarıda bahsettiğim törenin kurguladığı bakış açısı maalesef kadınları böyle etkilemektedir. İnsan kendi iradesi dışında kirlenmez ama toplumun bakış açısı kadınlara da tesir ediyor.
Her nasıl var olursa olsun çocuk dünyanın en temiz varlığıdır. Çocuğa hiçbir yerden, hiçbir kir sirayet etmez. Nesep erkekle değil kadınla devam eder. Hz. İbrahim bir peygamberdi ama babası Âzer putperest bir müşrikti.
İnsan ne yaşarsa yaşasın maruz kaldığı fiillerin zorluğu ve ağırlığı ve bunlara Allah’ın hatırına sabretmesi ölçüsünde uhrevi olarak mesafe kat eder.
Bu tür işkenceler her durumda mef’ulünü temizleyip, yükseltir, alır semaya çıkarır. Değil kirlenmek, amudi olarak onu velayete yükseltir. Fail mezara kadar belki mühletini yaşar ama sonrasında cezaların en ağırıyla cehenneme yuvarlanır gider.
Efendimiz (sav) Kabe’de namaz kılıyordu. Ebu Cehil ve arkadaşları onu gözlüyordu. Kâbe’nin bir kenarında bir gün önceden kalmış ve kokmuş kanlı bir deve işkembesi vardı. Ebu Cehil’in zihnindeki şeytanlığı Ukbe gerçekleştirdi. Secdede iken sırtına bu korkunç erâcifi bıraktı. Allah’ın en aziz peygamberi buna maruz kaldı. İşkembenin ağırlığından doğrulmakta zorlandı. Ama namazını bırakmadı, bitirdi. Kızının yardımıyla doğruldu ve ellerini açıp dua etti:
“Allah’ım bu topluluğu sana havale ediyorum. Allah’ım Ukbe’yi sana havale ediyorum!” sonra diğer isimler saydı. Duanın şiddeti kenarda kahkahalarla gülen eğlenen müşrikleri endişelendirdi, keyifleri kaçtı ve dağıldılar. Hepsi mühletini yaşadı ve cehenneme yuvarlandı gitti.
Deve işkembesi ile Efendimiz (sav) tabii ki kirlenmedi.
Hz. Yusuf’un iffetine atılan iftira ile kirlenmediği gibi.
Hz. Meryem’in, ona kötü gözle bakanların bakışlarıyla kirlenmediği gibi.
Hz. Ayşe’nin ona bühtan atanların iftirasıyla kirlenmediği gibi.
Bu fiile maruz kalanlar bilmeli ki onlar kesinlikle yeryüzünün en temiz insanlarıdır. Sebep olanlar ise yeryüzünün en alçak mahluklarıdır.
Kaynağı belirsiz çoğullamalarla, travmalarla sarsılmış aileleri yeniden sarsmaya kimsenin hakkı yok. Denetlenebilir, doğrulanabilir net bilgileri elde ederek uluslararası standartlarda yaklaşmak gerekiyor. Bunun yanında kendimizi çaresizlik psikolojisine teslim etmeden duygusal adım ve çıkarımlardan uzak durmak, ateşe benzin dökmeden, temkinle hareket etmek zorundayız.
Bu konuda sosyal medyaya düşen, “İşte fail, ailesi ve nüfus kaydı!” gibi bilgilere de ihtiyatlı yaklaşmak, avukat beyanlarını temel kabul etmek gerekir. Ayrıca ‘suç şahsidir’. Bu suçun öznesinin eşi, oğlu veya kızı bu suçla mağdur edilmemeli.
Bu suça maruz kalanlar uluslararası standartlarda bu vakaların takibini yapacak ve onların kişilik haklarını koruyan uzman kişi ve kurumlarla görüşerek, faillerden hesap sorulmasını sağlayabilmeleri için elimizden geleni yapmalıyız.
Toplum hala töre baskısı altında. Bir mi, iki mi, üç mü … bilmiyorum. Maruz kalanlar kendi isimlerini gizleyerek avukatlar aracılığı failleri yer-zaman-mekan belirterek deşifre etmeli.
Cinsel işkence en büyük işkence. Zamanaşımı yok.
Bu şeni rezilliği yapanların en büyük güvencesi, kadınların bunu gizleyeceklerine olan inançları. Buna güvendikleri için pervasızca saldırıyorlar.
Mağdurların haklarının korunması açısından en önemli adım, cinsiyete dayalı şiddet mağdurlarına yönelik toplumsal damgalamayı ortadan kaldırmak için öncelikle faillerin adalet önüne çıkarılmasıdır.
Utanması gerekenler kadınlar değil, onlara bunu reva görenlerdir.
“Kazârâ bir sapan taşı bir altın kâseyi kırsa
Ne kıymeti artar taşın ne kıymetten düşer kâse.” (Sâ’di)
Hocam bu düşüncelerinize katılmıyorum yıllardır bu zulümleri yapanlar ve suç ortakları bu kadar ırz ve namus düşmanları namussuzlar alçaklar şerrefsizler operasyon çocuklarına sürüsünü ifşa etmezseniz onlarda yapmaya devam ederler…
Yazının neresinde “ifşa etmeyin” diyor?
Allah razi olsun.
Mukemmel bir yazı, fikirlerime tercuman oldunuz.
1- O kimseler yeryuzunun en iffetli insanlari ve şehitlikten hemen bir önceki makamla serfirazlar.
2- Suç mağduru olmanın namusla en ufak bir ilişkisi yoktur.
3- Psikiyatri kurallarına göre , cevresi ah vah edip namusu kirlendi muamelesi yapilanlar travmaları atlatamıyor. Cinsel suclara da , muessir fiil, adam yaralama, darp suclarinda oldugu gibi namus acisindan yaklasmayip, sadece sagliga kavusmaya odaklanilmalidir.
Alman felsefesinin kurucusu, Aydınlanma çağının felsefik temelini oluşturan, kendinden sonra felsefeyi derinden etkileyen Emanuel Kant bakın ne diyor.
Suçun cezası kendi nevinden verilmelidir, bu nedenle kısas uygulanmalıdır diyor Kant.
Ceza sadece ve sadece, mağdurun içindeki o acının şiddetine denk bir karşılık olarak, işlendiğinde tahakkuk etmiştir, sadece uygulamayı otorite yapar diyor Kant.
Yani, Yargılama fonksiyonu, aslında suçun sabit olmasını, tespit edilmesine indirgiyor, yoksa cezaya değil.
Ceza da başka hiçbir amaç güdülmez, amaçlanmaz.
Ne toplumun ıslahı, ne suçlunun ıslahı, ne kamu yararı, ne ülkenin içinden geçtiği şartlar, ne dostluk kardeşlik ortamı, asla siyasi bir amaç için araçsallaştırıl mamalıdır da diyor.
Ülkenin sosyoekonomik durumuna olumlu katkı sağlaması, refaha ulaşması, toplumsal barışın sağlanması amacıyla yumuşatılamaz mesela Kant mantığında ceza.
Ya da bir başkasına gözdağı verilecek diye ceza artırılmaz.
Kimsenin de affetme yetkisi yok, mağdur dışında.
Culpa-dolus-poena kavramları ile de bu konuyu işler durur.
Cezayı uygulamak sadece ve sadece ADALET in gereği der.
Cezayı otorite de takdir etmez, zira ceza, mislidir suçun der. Misli ne ise o oranda uygulanmalıdır der Kant.
Kısaca , ceza suç işlendiğinde artık tahakkuk etmiştir, sadece intikam duygusunun gelişmemesi için, uygulaması resmi otoriteye bırakılmıştır başka fonksiyonu yoktur.
Mağdurun içinde yaşadığı acının misliyle cezalandırılması, Retribütif ceza anlayışı olarak söylenir.
Yaygındır da bu.
Amerikanın 26 tane eyaletinde kadük kalsa da bu ölüm cezası hala var.
Bence yapılması gereken şu, bu tarz kişileri batı hukukuna, BATI ADALETİNE emanet etmek.
Ortadoğu da Suç işledikten sonra özgürlük başlıyor çünkü.
Bu tarz kişiler keşke yurtdışına kaçarken Amerikaya, Batının merkezine, şöyle arizona, teksas gibi eyaletlere düşseler.
Bir süre Amerikanın o dillere destan, odaların paylaşımlı olduğu bir bölüme düşseler.
Öyle ya, hakları, tek kalmasınlar, sosyalleşsinler.
Amerika hapishaneleri üzerine söylenen hikayelere itimat ediyorum. Çok iyi bir ıslah müessesesi oralar.
O arada hukuki süreci 5 6 yıl sürer.
E artık oralarda da, bu tarz cezalara verilecek cezalara kimse birşey diyemez.
Şaka gibi, ama galiba bu suçluları böyle BATININ ADALETİNE teslim etmeliyiz.
Doğunun o eski köhne anlayışlı adaletine, hukukuna değil.
Güveniyorum, bu tarz suçlara ilişkin Amerikan adalet sistemine.
Umarım yazımdaki ironiyi anlamayıp tuhaf bir şey yazan çıkmaz.
Kant dedik, Amerikanın o hoşgeldin partili hapishaneleri dedik, özgürlükler ülkesinin kanunları dedik.
Daha ne diyelim. Batı hukukuna güveniyorum.
Adalet Bakanlığı resmi istatistiklerinde, ülkede 2023 yılında savcılıklara gelen çocuk istismarı ile ilgili dosya sayısı 66.138, mahkemelerdeki dava sayısı 14.919, bu suçtan mahkum olan kişi sayısı ise sadece 7.088 olarak verilmiş.
Gerçek bu iken, hatta Veysel Bey’in yazısından da anlaşılacağı üzere, gizli kalmış ve istatistiklere girememiş de belki daha çok sayıda vaka var iken, arada bir tek bir vakanın medyaya yansıması ve tüm kamuoyunu meşgul etmesi, kanımca Türkiye gibi ülkelerde, farklı amaçlara hizmet eden bir tür PR çalışmasından ibaret sadece.
Olayın tam da Finlandiye Raporu ile hizmet mensubu bacılarımıza yapılanlar gündeme düştüğü sırada ortaya çıkması bu şüphemi kuvvetlendiriyor. Bilmem, çok mu kötü fikirliyim?
Zor bir konu…
Toprakla örtüp, kürekle toprağı düzeltmek gerek.