YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Ecdadımız tecrübe etmiş ve üç başlıkta konuyu özetlemiş:
Kimse ‘ayranım ekşi’ demez; kimin hangi karakterde olduğunu görmek için üç ortamda bulunmak lazım:
1) Birlikte yolculuk yapmak
2) Musibeti birlikte yaşamak
3) Alış-veriş yapmak
Motorlu vasıtaların olmadığı dönemlerdeki yolculukların uzunluk ve meşakkati malum. İnsan, ne kadar kendini gizlese de bazen aylar süren bu yolculukların bir yerinde mutlaka kendini ele verir.
Musibette canı yanan insanın, kendini kurtarabilmek için en yakın arkadaşını ateşe attığı demler de hiç az değildir; atf-ı cürümlerle paçayı kurtarmaya çalışmak, karakter zaafı yaşayan insanların fırsatçılığıdır.
Alış-verişin, dünya malı karşısındaki zaafı ortaya çıkaran en temel faktör olduğunu bilmeyenimiz yoktur.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), canının en çok yandığı, hüzün yudumlayıp sıkıntıyı zirvede yaşadığı ve yüreğinin kanatılıp gözü yaşla dolduğu demlerde bile hiç tavrını değiştirmemiş ve hep kendi olarak kalabilmiştir.
Tâif, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyasında en çok iz bırakan yerdir; ‘bir ümit’ deyip ayaklarına gittiği o gün, ayak takımının şiddetiyle karşılaşmış ve yaklaşık üç kilometre boyunca taşların hedefi olmuş, kendisine refakat eden Zeyd İbn-i Hârise (radıyallahu anh) ile kan-revân içinde kalmıştı!
Mübarek dişlerinin kırılıp yanaklarına demirlerin battığı, canı gibi aziz bildiği 70 arkadaşının paramparça edilip cansız yattığı Uhud gibi bir akabe sonrasında Âişe Vâlidemiz (radıyallahu anhâ), “Uhud gününden daha şiddetli bir günle karşılaştınız mı?” diye sorduğunda O (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kavminden çok çektim!” buyurmuş ve bu hâdiseyi anlatmıştı. Demek ki O’nun için Tâif, Uhud’dan daha acı ve ondan daha ağır ve büyük bir imtihandı.
İşte, bu acı günün yorgunluğuyla mahmur olduğu sırada bir ağacın altında durmuş ve gözü dönmüşlerin yaşattığı hüznü, “gözümün nuru” dediği namazla giderecek bir kıyama durmuştu.
Ardından mübarek ellerini açabildiği kadar açtı ve dua dua yalvarmaya başladı.
Hazreti Zeyd (radıyallahu anh), Resûlullah’ta (sallallahu aleyhi ve sellem) gördüğü teenni ve sabır karşısında hayranlıkla seyre dalmış, dediklerini dikkatlice dinliyordu:
“Allah’ım!” diyordu. “Güç ve kuvvetimdeki zaafı, çözüm üretmedeki eksikliğimi ve insanların beni istihkar edip hor görmelerini Sana arz ediyorum!
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Zayıf ve güçsüzlerin Rabbi!
Benim de Rabbim!
Beni, kime bırakıyorsun?
Bana karşı kin kusan kötü ve gaddar düşmanlara mı, yoksa işimi kendisine teslim ettiğin yüzsüz ve acımasız yakınlara mı?”
Görünen tablo, bir arz-ı hâlden ibaretti ama işin burasında Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) toparlandığı görüldü. Sanki, söylememesi gereken bir şey söylemiş ve bu ifadelerinden bile rahatsızlık duymuş gibiydi. Sonra kollarını semalara doğru uzattı ve duasına şöyle devam etti:
“Şayet, bana celâlinle tecelli edip gazap etmen söz konusu değilse, hiçbir şeye aldırmam; Senin afiyet vermen, benim için her şeyden daha önemlidir!
Bana gadabınla muamele etmemen ve dolayısıyla da celâlinle tecelli etmemen için, dünya ve âhirete ait işleri yoluna koyan ve kendisiyle bütün karanlıkların aydınlığa kavuştuğu vech-i nûruna dehâlet edip rahmetine iltica ediyorum.
Rızanı elde edip hoşnutluğunu kazanana kadar hep Senin kapındayım!
Senden başka ne bir dayanak ne de itimat edilip güvenilecek bir güç vardır!”
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), daha duasını bitirmemişti ki yanında Cibrîl-i Emîn beliriverdi; refakatinde, dağlara müvekkel melek de vardı. Belli ki Mahzûn Nebî’nin yakarışları Arş-ı A’lâ’yı titretmiş ve Allah (celle celâlühû), imdadına iki meleğini göndermişti. “Yâ Muhammed!” diyordu, Hazreti Cibrîl. “Kavminin sana söylediklerinden ve yüz çevirip yapageldiklerinden şüphesiz Allah da (celle celâluhû) haberdar! Ve işte, bunları reva görenlere istediğin her şeyi yapması için sana dağlara müvekkel meleğini gönderdi!”
Bu arada müvekkel melek de Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) selam vermiş ve ardından da “Şayet istersen yâ Muhammed!” demişti. “Ben, şu iki dağı bunların üzerine geçirmek için geldim!”
İşaret ettiği iki dağ (Akşebeyn), Mekke’nin iki yanındaki Kuaykıân ve Ebû Kubeys dağlarıydı.
Garip bir durum vardı; bu zulmü reva görenler o gün Tâiflilerdi ama melek, helâkin adresi olarak Mekke’yi gösteriyordu!
Doğrusu da o idi. Zira Tâiflileri kışkırtıp Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine salanlar, Mekkelilerden başkası değildi. Mekke’ye göre Tâif, daha yüksek ve serin, suları ve bağları olan bir mesire yeri gibiydi ki önde gelen Mekkeliler orayı, sayfiye yeri olarak görüyordu. Mesela, bu hâdise sonrasında üzüm getiren Hazreti Addâs’ın (radıyallahu anh) efendileri, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kapı komşusu olan Utbe ve Şeybe kardeşlerdi; o gün orada bulunan bağlarına gelmiş ve insanlıkla bağdaşmayan söz konusu muamele sonrasında vicdanları harekete geçmiş ve onu, eline verdikleri bir üzüm salkımıyla birlikte Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) göndermişlerdi.
Dahası, o Mekkeliler ki bu yolculuk sonrasında Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi memleketine sokmayacak ve Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ancak onlardan birisinin (Mut’im İbn-i Adiyy) teminat ve güvencesiyle evine gelebilecekti.
Ne var ki Allah (celle celâlühû), O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) bu acıyı yaşatanları helâk etmeyi de yine O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) iradesine bırakıyordu!
Kolay değildi; on yıldır kapı kapı dolaşmış, yaşadığı onca eza ve cefaya rağmen gönüllerine girebilmek için atmadık adım bırakmamıştı. Anlamsız körlük ve inat, ölçüsüz kin ve nefret karşısında hep kendi olarak hareket etmiş, gün gibi ayân beyanlarına kulak asmayışları karşısında kendini parçalarcasına bir hüzün duymuştu!
Evet, yapılanlar bardağı taşıracak mahiyetteydi ama işin burasında bir “Resûlullah” (sallallahu aleyhi ve sellem) gerçeği vardı; döndü ve “Hayır!” dedi. “Asla istemem!”
Gerekçesi de vardı ve devam etti:
“Umuyorum ki!” dedi. “Bunların neslinden de Allah’ın (celle celâluhû), kendisine ibadet eden ve O’na (sallallahu aleyhi ve sellem) hiçbir şeyi ortak koşmayan kullar yaratacak!”
Dupduru bir fıtratın ve her adımını yaşatma idealine bağlamış bir iradenin, Rahmet Peygamberi’nin farkıydı bu!
Üstelik, dağlara müvekkel meleği bile şaşırtıp taaccübe sevk eden bir tercihti; nutku tutulmuşçasına Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) döndü ve “Gerçekten de Sen!” dedi. “Rabbi’nin Seni isimlendirdiği gibi ne kadar da Raûf ve ne kadar da Rahîm’sin!”
Cibrîl-i Emîn’in getirdiği bir beyanı hatırlatıyordu, müvekkel melek. Zira, O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) nazara verme sadedinde Allah (celle celâlühû), “Kendi aranızdan size öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona çok ağır gelir; kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” meâlindeki âyetini göndermişti.
Âyetteki ifadelerden de anlaşıldığı üzere Allah (celle celâlühû), “Raûf” ve “Rahîm” gibi Zât-ı Baht’a ait iki vasfı, birer madalya gibi Resûlü’ne taktığını ilan ediyordu.
Şüphesiz, Resûlü’ne düşen de bunun hakkını vermekti; öylesine bir duruş sergiledi ki o gün şahidi olduğu zirve bir şefkat ve aşkın bir merhamet karşısında melek bile şaşırmıştı!
Üstelik, kendisinden olmayanı ‘düşman’ bilen bugünkü savruklar gözünü kapayıp kulağını tıkasa da O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hâli, sadece Tâif’e ve Tâiflilere mahsus da değildi!
Canını yakıp yüreğini yangın yerine çeviren hiçbir muamele, O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu duruşunu değiştiremedi; bilakis Allah’ın Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), içinde fırtınaların koptuğu, yüreğinin magmalar gibi kaynadığı ve doğal olarak duygularının da kabarıp köpürdüğü demlerde bile hep mü’mince bir duruşun nasıl olması gerektiğini gösterdi.
Keşke görebilseydik!
Medine vesikası ile ilgili bir yazı yazabilirseniz çok faydalı olur. Bu vesikanın muhtevası, sonrasında bu vesikayı (antlaşmayı) ihlal edenlere sunulan iki seçeneği, tüm bunların günümüze bakan yönlerine bilgi birikiminiz ışığında bir yorum getirirseniz günümüz problemlerine nasıl yaklaşmamız gerektiğine, hak arayışını ve hesap sormanın nasıl olması gerektigine bir ışık tutacağı kanaatindeyim. Benzer şekilde Hudeybiye antlaşması sürecine, bu antlaşmanın ihlal edildiğindeki iki tarafın tutumuna ve bunun üzerine yasanan gelişmeleri de kaleme alırsanız çok yararlı olacağı düşüncesindeyim.
Yazılarınız çok teşekkürler.