Zaman bir sevdadır 

YORUM | AHMET KURUCAN

Sydney’de misafir kaldığım lojmanın girişinde sabah bir sürprizle karşılaştım; Zaman Gazetesi. 3 Kasım 1986’da başladım Zaman gazetesini okumaya. 3 Kasım 1986 tarihi önemli. Bu tarih gazetenin ilk çıktığı gün. Bu demek ki ben Zaman gazetesinin ilk günden devlet tarafından gasp edildiği güne kadar sadık bir okuyucusuyum. 

Bitmedi; 1992’de başladım Zaman gazetesinde köşe yazarlığına. Fıkıh Dünyası yazıyordum, Faruk Beşer’den boşalan yerde. Okuyucularımızın fıkhi sorularına müdellel bir şekilde cevaplar vererek başlamıştım yazılarıma. Fıkıh yazmayı Amerika’ya geldiğim ilk yıllar hariç hiç bırakmadım. Bunun yanında başka yazılar da kaleme aldım.

Hocaefendi’nin sohbet ortamını tasvirini merkeze koyan Huzurdan Esintiler serisi, gezi yazıları, kitap tanıtım yazıları, aile sayfasında aile ile alakalı farklı konularda makaleler yazdım. Yayın mutfağında çalıştım 5 yıla yakın. Mesai yaptım Çobançeşme Kalender sokaktaki hırpani binasında. Dünya bir yana onlar bir yana nice arkadaşlarım, kardeşlerim, dostlarım oldu.

Bütün bunları okuduktan sonra siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama Zaman benim evimdi. Canım sıkıldığında başımı omzuna koyup teselli aradığım annem gibiydi. Başım sıkıştığında kendisine müracaat ettiğim, maddi manevi yardım istediğim babam gibiydi. Hayatın bin bir türlü hem derdi hem de sevincini birlikte paylaştığım eşim gibiydi. Doğdukları günden bugüne büyümelerine şahit olduğum ve beni hayata bağlayan çocuklarım gibiydi. Uzun sözün kısası Zaman benim için bir sevdaydı.

Sanırım çok azdır dünya üzerinde gazetesi ile, çalıştığı kurumu ile böyle duygusal bir bağ kuran. Ama bu sevda bağı sadece bana has değil. Yüzlerce çalışanı, binlerce okuyucusu için de böyleydi. Gel gelelim bu sevdaya kıydılar. Bağrına hançer sapladılar onun. Testere ile biçtiler. Köküne kibrit suyu döktüler. Canlı canlı mezara koydular. Hocaefendi’nin bir şiirinde ifade ettiği gibi “Aman kalkar deyip üzerine taşlar koydular.” Maalesef yaptılar bunu. Bir hiç uğruna hem de. Bunun bir hiç olduğunu ahirete gidince anlayacaklar. Dünyevi açıdan Zaman ve emsali hakkın, hakikatin sesi olan gazetelerin yokluğundan kaynaklanan dünyevi kazanımlar elde ettiler belki. Fakat bu kazanımlar dünya açısından bir şey olsa da ahiret açısından bir hiç. Onun için dedim ukbaya gidince anlayacaklar. ‘Heyhat’ diyecekler o zaman ama iş işten çoktan geçmiş olacak.

Pekala başarılı oldular mı? Bakış açınıza göre değişir. Bence olmadılar, olamadılar. Zaman mutasyon yaparcasına büyüdü. Yarına Bakış’la, Yeni Hayat’la, Kronos’la, Samanyolu Haber’le, Bold Medya ile, Raindrops TV ile, TR724 ile büyüdü. Sosyal medyada yüzlerce ‘vatandaş gazeteciliği’ yapan insanıyla büyüdü. Youtube platformlarında sayısına bereket onlarca-yüzlerce program yapan yetişmiş kadrosu ile büyüdü. Ne bağrına sapladıkları hançer ne kestikleri testere, ne köküne döktükleri kibrit suları, ne de mezarının üzerine koydukları ağır taşlar Allah’ın izni ve inayeti ile fonksiyonlarını eda edemedi onlar etti sansalar bile.

Başa döneyim. Sydney’de o sabah lojmanın girişinde gazeteyi elime aldığımda bir film şeridi gibi geçti 1986-2023 arası. Acısıyla tatlısıyla nice hatıralar gözümün önünde canlandı. Hamdi Ağabey’den Cafer Amca’ya, Güntay’ından Mahmud’una, Bülent’lerine, küçücük mescidinden okuduğumuz Ebu Davud hadis dersine ve Cuma hutbelerine ve daha neler neler… Sonra baktım ellerim gözlerimden yanaklarıma süzülen yaşları silmek için yüzüme doğru kalkıyor. Ağlamıştım gazeteyi elime alınca. Enes Cansever başta olmak üzere Zaman sevdalılarının maddi manevi fedakarlıkları ile hala daha dünyada yayın hayatına devam eden Avustralya Zaman beni can evimden vurdu o sabah. Evet, ağladım, ağladım, ağladım.

Sözün bittiği yer başka bir sözün de başlangıç noktasını oluşturur. Duygusal bağa amenna ama o duyguların reel hayatta karşılığı olan rasyonel temele de dayanması şart. İşte şimdiler bunu yapmaya çalışıyoruz el ele, omuz omuza bütün dünya sathında. Bu Avustralya’da Avustralya Zaman ile devam ediyor, Avusturya’da Kronos, Belçika’da TR724, Kanada’da Raindrops TV, Almanya’da Samanyolu Haber ve Hizmetten.com ile. Sözü söz üstadının tespiti ile bitireyim: “Eski hal muhal; ya yeni hal ya izmihlal.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Bizim sevdamız Kırmız zemin üzerine beyaz renkli zaman gazetesi idi. NE zaman mavi zemin üzerine beyaz oldu o sevda bitti. Okunmayan bir gazete oldu. Baskı adedi milyon oldu ama içerik sıfır. Kırmızı zamanı iki üç defa okuduğum olurdu. Bir kitap gibiydi. Mavi ise hep baskı adediyle övündü, Camlara perde, esnaf dükkanlarında sehpa süsü, posta kutularında boş zarf, eşya kolilerinde sıkıştırılmış buruşuk kağıtdan başka bir şey değildi.Yazık ettiler gözümüzün nuru gazetemizi.

  2. elhamdülillah cidden zaman gazetesini okumak ayrı bir zevkti
    hele yazarları kendine ait bir cazibesi vardı
    Rabbim nicelerini nasip etsin 🤲

  3. Ne güzeldi o yağlı ballı günler. Bütün bir Türkiye gücümüze bakıp adam yerine koyuyordu bizi. O günler nasıl unutulur, nasıl özlenmez, nasıl yad edilmez ki.

    Hey gidi bizi bugünlere getiren, bugünlerimizin sebebi o şuursuz günler. O atıp tutmalar, o sağa sola ayar vermeler, toplumu her türlü domine etmeler, bu uğurda kendini olduğundan kat kat fazla göstermeler, diyalog yapıcaz diye alakasız haberlerle kendi tabanını asimile etmeler..

    7 sene geçmiş ama kafa aynı yerde, o yağlı ballı günlerde kalmış. Kimse de merak etmiyor ki, aha şu gün her şey düzelse, Zaman tekrar yayına başlasa ve aynı kafayla yayın yapsa, acaba kaç abonesi olur. Tabanı kastediyorum, tabandan kaç kişi o gazeteye abone olup okur?

    Korkuyorum, gerçekten korkuyorum, o kadar şey başımızdan geçti ve hala akıllanmıyorsak, acaba daha nasıl bir belaya kendimizi hazır hissediyoruz?

  4. Zaman, gerçek bir SEVDA dır.

    Sevda, 90 lı yılların Beyazıt Kampüsünün en güzel kızıydı belki. Ecnebi bir lise mezunu olması işin ayrı tarafı, Allah övmüşte yaratmış gibi, her yönüyle dikkati çeken biriydi.

    28 Şubat atmosferiydi tabi ozamanlar, nice başörtülü bacıların yerlerde sürüklendiği, ikna odalarının birbirini takip ettiği, ülkücü-komunist kavgalarının gözümüzün önünde gerçekleştiği, sıradanlaştığı, o baskı ortamında ğrenci nasıl olunabilecekse ancak o kadar olunabilen bir öğrencilikti de tabi.

    Ama sanırım bu gerçeklerin hiçbiri Sevda’yı ilgilendirmezdi. Bunların olduğunun farkında bile olmadığını söyleyebilirim belki. Öyle uzaktan uzaktandı ki herşeye. Bir Avustralyanın, Ortadoğuya misafir gelmesi gibi, sanki buradayım ama diploma için mecburen buradayım, sonra sanırım sizleri hiç görmeyeceğim der gibiydi.

    Bunu da küstahlıktan, kibirden yapmazdı da emin olun. Bambaşka bir dünya insanı gibiydi demiştim. Pelin Batuların, Ahmet Hakanlarla evlendiği günlere yetişenler anlayamazlar bunu, ama bilen bilir, kötü anlamda söylemiyorum, içimizden, bizden biri değildi, o günlerde yaşayanlar çok iyi bilirdi ne demek istediğimi.

    Bunları yazıyorum diye içine SEVDA’nın sevdası düşmüş diye de sanmayın lütfen. Kırk yılda bir gittiğim okulda, finalden finale, vizeden vizeye gittiğim o okulda, denk gelirdim sadece.

    Hayatımda “İkinci bakış, şeytandandır” uyarısını belki de en iyi uyguladığım zamanlardı. O nedenle de bu satırları cesurca yazmam. Bunun rahatlığıyla bunları yazmam. Ki konumuz, gerçek sevdamız ZAMAN.

    Durum, Sezai Karakoçun Mona Rosa sı gibi değildi kısaca. Ordaki gibi silik adam olmaya asla razı olamam. Ki gerçek hayatta durum da zaten tersiydi. Herkesin gözlerinin üzerinde olduğu Sevda, gözleriyle beni süzerken defalarca yakalanırdı örneğin çevremdeki arkadaşlarca. Yakınlarıma dolaylı şekilde beni sormalarını da eklemek lazım ayrıca.

    Tabi tüm bunlar, kırk yılda bir finalden finale-vizeden vizeye gittiğim fakülte de, onca sohbetin arasında geçen birkaç gençlik sohbeti tadındaydı ancak, bunu da belirteyim de, sizleri suizanna sevketme günahına bulaşmamış olayım ayrıca.

    Zaman gazetesi gerçek SEVDADIR dedim, ama TURNUSOL KAĞIDI gibidir de ayrıca.

    Gazete kampanyası başlamıştı yine. O dönemler yılda iki defa olurdu sanki. Bir fakülte açılırken, bir de bahar mevsimi. Kalbin zümrüt tepelerini okuduğum döneme gelmişti bu sefer kampanya. O dönem çok popülerdi sanki, sofi ıstılahına göre makamları anlatmalar, manevi makamlara ulaşma isteği, herkeste bir melekleşme gayreti, emeği.

    Etrafımda, riyazete niyetlenenler, gizli gizli vird yapanlar, kalp gözünü açmak için onca şeye niyetlenenler vardı da.

    Bu çok tatlı bir esintiydi, nasipsiz bende kalmadım çok şükür, VEREN çok cömert olunca, alanın kim olduğunun ne önemi vardı ki. Öyleydi halim benim de. Çok güzel günlerdi kısaca.

    ZAMAN gazetesinin abone kampanyası yine başlamıştı dedim.

    En çok abone yapanın, Hocaefendiden kalem hediye alacağını duyduğumuz, sohbetini bizzat dinleyecek hatta diye iltifat edildiği zamanlardı.

    Bir insanın kalbi hayatına ulaşmada vesile gördüğüm için gazeteyi, zaten bir hizmet idi benim için o zamanlar abone yapmak, ayrıca o kalemi alıp bana büyük emeği geçen, Orta-3 abime vermekte geçiyordu gönlümden. Emeklerin boşa gitmedi der gibi birşeydi bir gönül borcunu yerine getirmek gibiydi belki de. Ama buna niyetlendiğimi iyi biliyorum.

    Bir taşla çok kuş vurmak istiyordum bu sefer bu kampanyayla kısaca.

    Çok abone yapıp O kalem hediyesini almak,

    Hizmet olarak gördüğüm o gazetenin başkalarına ulaşmasına sebep olmak,

    Ve kampanya daki abone sürecini benim için bir nefis terbiyesi sürecine çevirebilmek.

    Bu nedenle Beyazıt Meydanını seçtim mekan olarak.

    Ev arkadaşıyla, evdeki masayı kapıp koyduk otobüse, varınca dev afişlerle Hocaefendinin resmini bantladık masaya, hocaefendinin resmi, çıkan kitapların resimleri boyboydu yanımızda.

    İnancın gölgesi idi sanırım kampanya hediyesi, ki zaten abone olanlara da başka kitaplarda veriyorduk, bir kutu kitap da yanıbaşımızda.

    Nefis terbiyesi o zamanlar çok farklı şekillerde zihnimde dolaşırdı benim. Bu nedenle de Beyazıt Meydanını seçimimdi dedim.

    Tüm okul arkadaşlarım beni görecekti, 28 Şubatın o aşağılayan tazyiki altında, “bir çeşit kötü hissetme” ruhunu da yaşayacağımı bilerek, blue jeans giyen ben, en ufak bir “damgaya” gönlü razı olmayan, aşağılanmaya, küçümsenmeye zerre miskal gelemeyen ben, o gün den sonra, “kumaş pantolon giyen” olarak damgalanacaktım bilmeyenlerce. Aaa bu da mı öyle imiş diyeceklerdi. İstediğim de tam olarak buydu aslında.

    Samimi olmak gerekirse, bu yaptığım akıllıca bir şey de değildi. Konu manevi yönden öte, doğrudan maddi hayatıma etki edecek düzeydeydi çünkü. O dönemde bilen bilir, bir “kumaş pantolon giyen” olarak damgalanmak, o üniversitede akademisyen olmaktan tut, daha hayatın çok yerinde, kamuya girişlerde, şurda burda karşınıza çıkacak bir handikap, elenme sebebiydi de. Gözlerimizin önünde başörtülü kızların ikna odalarına konulduğunu gören biz için, bu çok da normaldi de. Bir bataklık gibi bir ruh sarmıştı etrafta ve biz bunu normal görüyorduk da. Çok şey yanlıştı ama normaldi de bizim için. Sanırım bu normalliğin verdiği cesaretti bana.

    Beyazıt Meydanının o Laleli tarafından girişinde, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinin hemen yanı, 3 gün ev masasından yapılmış standımızla abone yaptık. Çok güzel şeyler yaşadık, nice insan gelip abone oldu, nice güzel sohbetler yapıldı o çakma standa ziyaret edenlerce.

    Merak eder gibisiniz sanırım, evet fakültede aman şu görmese beni iyi olur dediğim kim varsa, o gün sözleşmiş gibi tek tek önümden geçtiler, Sevda da öyle. Tek bir kelime etmeden. Tek bildiğim, o gözlerindeki tuhaf, fal taşı gibi açılmış, ama bir türlü anlam veremediğim haldi.

    O günden sonra SEVDA nın bana kaçamakta olsa ne baktığını ne arkadaşlarımdan duydum ne kendim de bir şekilde hissettim.

    Zaman gazetesi, turnusol kağıdıdır demem de bu nedenle. Herkesi tonuna göre, ayırır, alır koyar önüne.

    Şimdilerde düşünüyorum da, iyi ki gitmişim o Beyazıt Meydanına.

    Sayın Hocam, Ahmet Kurucan,

    katılıyorum size,

    Zaman gazetesi, sahte sevdaların aksine, gerçek bir SEVDA idi o zamanlar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin