YORUM | Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN
Konunun bir diğer yönü ise, müslümanların ne kadar büyük olursa olsun günahlarının cezalarını çektikten sonra her halükarda cennete gidecekleri, bununla beraber hayır sahibi olan gayr-i müslimlerin ise cehenneme gitmeleri hakkındadır. Gayr-ı müslimlere bakan yönü önceki yazıda yeterince ele alınmış olduğundan, müslümanlara bakan yönü ile devam edebiliriz.
Kur’an, Sünnet ve bunları en güzel şekilde yorumlayan alimlerin beyanlarına bakıldığı zaman; bir insanın iman üzere ölmesininin ve dolayısıyla Cennet’e gitmesinin o kadar da kolay bir iş olmadığı çok rahat anlaşılabilir.
Allah’ın (cc) verdiği nimetlerin başı ve en büyüğü iman nimetidir. Bu elde edilmesi de ve muhafaza edilmesi de en zor olan ve ancak meşieti İlâhi’nin de istemesiyle ulaşılabilecek bir nimettir.
Hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: “Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: Allah’ı ve O’nun Rasûlü’nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.” Hocaefendi bu hadisi şerifi açıklarken “Her şeyin üstünde, “iman” etmek; imanını “marifet” ile taçlandırmak” gerektiğinden ve marifete dayanmayan bir imanın, her zaman bir sarsıntı ile devrilebileceğinden bahsetmektedirler.
“Günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum…”
İmanını muhafaza edilebilmesi adına, bir taraftan marifetullahta derinleşmek, diğer taraftan günahlara karşı mücadele etmek ve her zaman küfre girerim endişesiyle titremek gerekmektedir. Sadece günahlardan korunmak bile imanı korumaya yetmemektedir.
Cibril-i Emin’in (as), hakkında Ayet-i Kerime ininceye kadar akıbetinden çok endişe ettiği rivayet edilmektedir. Esved b. Yezîd en-Nehaî gibi devâsa kametler -ki buna Hocaefendi de dahildir- küfür üzere ölmekten korkmuşlardır ve korkmaktadırlar. Üstad Hazretleri, “Üstadım akibetimden çok korkuyorum” diyen Zübeyir Ağabeye, onu teselli etmek yerine “Korkma, titre” demişlerdir.
Buradan hareketle bir müslüman çok ağır zülümler irtikap ediyor ama ahirette cezasını çektikten sonra Cennet’e gidecek demenin bir anlamı kalmıyor. Çünkü bu halde iman üzere öleceğinin bir garantisi yoktur. Müslüman olduklarını iddia edenler hakkında tekfirde bulunmaya cevaz olmasa da günümüzde müslüman olduklarını söyleyen bir çok insanın hakiki manada mü’min olmadıkları acı bir gerçektir.
Hocaefendi bir yazısında bu hususta dengeli olmak gerektiğini ifade etmektedirler: “Meselenin kendimize değil, başkalarına bakan yönü ise şudur; bizler peygamber değiliz; insanların içlerini de bilemiyoruz. Ne iyilikleri hakkında, ne kötülükleri hakkında kesin hüküm vermemiz doğru olmaz. Allah Rasûlü (sav) birisi hakkında sahabinin “O iman etmemişti” demesine karşılık çok kızmış ve “Nereden biliyorsun, yarıp kalbine mi baktın?” buyurmuştu. Bir başkasının, Efendimiz (sav)’in de çok sevdiği Osman b. Maz’un için söylediği “Ne mutlu sana, Cennet’e gidiyorsun.” sözünü duyduğunda, “Ne biliyorsun? Ben Allah’ın peygamberi olduğum halde bilmiyorum, sen nereden biliyorsun?” demiştir. Bu iki misal bizim insanların imanını bilip-bilmeme veya imanları hakkında söz söyleyip-söylememe mevzuunda bir sınırlandırma getiriyor. Dolayısıyla hüküm veremeyiz biz. Onun için İslam dinine açık bir kültür ortamında neş’et etmiş, iradesiyle kendini bu işte bulmamış, bir tercihte bulunmamış kişilere dahi olsa “Siz âmennâ demeyin, eslemnâ deyin.” dersek saygısızlık yapmış oluruz.
Ama iman ettiği halde bir türlü levsiyattan çıkamayan kişilere özel olarak ve tamamıyla uyarı mahiyetinde “Sen âmennâ ufkuna ulaşamamışın, tevhide ayağını basamamışın, beyhude âmennâ deme, senin demen gerekli olan şey eslemnâdır.” demek mahzursuz sayılabilir. Tabii bu herkes için geçerli değildir.”
Her günah içinde küfre giden bir yol vardır…
Günahta ya da zülümlerde ısrar edenlerin küfre düşme tehlikeleri vardır. Üstad Hazretleri “Her günah içinde küfre giden bir yol vardır” veciz ifadesiyle bunu 2. Lema’da ifade etmektedirler.
Hocaefendi, bu hususta şeref sudur olan ayet-i kerime ve hadis-i şerifi ele alarak konuyu şöyle ifade etmişlerdir: “Reyn, bir şeyin üzerinin pasla kaplanması, her tarafının paslanması demektir. Cenâb-ı Hak, “Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)” (83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de “Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur’ân’da yüce Allah’ın zikrettiği “râne” budur.” sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan “râne” kelimesini şerh etmiştir. Evet, pas tutan bir kalbin bütün ufukları kararır; artık o iyiyi kötüden ayırma kabiliyetini kaybeder; beyazı siyah, siyahı da beyaz görmeye başlar; başlar ve bir daha da kendine gelmesi, fıtrî saffetini elde etmesi çok zor olur. Hatta bazen yeniden özüne ermesi bütün bütün imkânsızlaşır. Gafleti ve fenalıkları yüzünden deformasyon geçiren bir insanın artık üst üste kaymalar yaşaması da kaçınılmazdır.”
Müslüman olan insanların işledikleri zülümleri sebebiyle küfre girebilecekleri, hayır ve güzel vasıflar sahibi olan gayr-i müslimlerin akibetlerinin hayr olabileceğine dair olan hadis-i şerif, bir Bamtelinde şu şekilde anlatılmaktadır: “Mesela, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüt’t-tehâyâ) kendini fuhşa salmış ve benliğini bohemce yaşamaya kaptırmış bir kadının kurtuluşunu anlatırken buyurur ki: “Bir gün çok susamıştı. Dili damağı birbirine yapışmış bir vaziyetteyken bir kuyuya rastladı. Kuyuya inip kana kana içti ve susuzluğunu giderdi. Yukarı çıkınca kuyunun kenarında zor güç nefes alan, susuzluktan dili sarkmış, toprağı yalayan bir köpek gördü. “Bu da benim gibi çok susamış!” deyip tekrar kuyuya indi, çarığını su ile doldurup onu dişleri arasında tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah Teâlâ bu davranışından dolayı onun günahlarını affetti.”
Aynı husus kötülükler için de geçerlidir. Bazen küçük gibi görülen bir kötülük de insanın hüsrana uğramasına sebebiyet verebilir. Bu hususa da dikkat çeken ve ümmetini ikaz eden Allah Rasûlü (sav) Efendimiz, “Bir kadın, ölünceye kadar hapsettiği bir kedi yüzünden azâba uğradı. Hayvanı eve hapsetmiş, ona bir şey yedirmemiş, içirmemiş, yerdeki haşereleri yemesine bile izin ve imkan vermemişti. İşte bu sebeple Cehenneme girdi.” buyurmuştur.
Şu hadis-i şerif de bize işin ciddiyetini hatırlatmaktadır: “Karanlık gecenin parçaları gibi olan fitnelere (maruz kalmazdan evvel, salih) amellerde birbirinizle yarışın! O fitnelerde, kişi mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak akşama erer. Yahut kişi mü’min olarak akşamlar, kâfir olarak sabaha erer ve dinini de dünyalık bir meta karşılığında satar.”
“Vallahi iman etmemiştir” veya “iman etmemiştir” ile başlayan bir çok hadisi şerifte, bir takım güzel hasletlere sahip olmayan ya da bir takım menfi hasletleri taşıyan insanların gerçek anlamda iman etmedikleri ifade edilmektedir. Bir kaç tane örnek verelim; “Komşusu kendisinin kötülüğünden emin olamadığı kişi iman etmemiştir”, “Kalbinde kin olan insanın mü’min olması mümkün değildir”, “İman ve hased aynı kalpte birleşmez”, “Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete gidemez”.
Hocaefendi “Amel edin, herkes için ne yaratılmışsa, kendisine o yönde bir kolaylık vardır. Yani kim saadet ehlinden ise, o yöne doğru yürür ve kim de şekavet ehlinden ise yürüyüp gideceği yön o taraftır” hadisi şerifini açıklarken şu yorumu yapmaktadırlar: “Eğer insan saadet ehlindense, işin neticesinde saadet ehlinin amelini işler ve saadet ehlinden olur. Ve yine insan netice itibarıyla şekavet ehlindense, er-geç onlara ait amel işler ve şekavet ehlinden olur”
“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle haşr u neşr olur, öyle dirilir, öyle bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşarsınız!” hadis-i şerifinde de ifade edildiği gibi; eğer hayat hep iyilikler, güzellikler içerisinde yaşanmış bir hayat ise âkıbet ona göre olacak, yok eğer hayat hep kötülükler, çirkinlikler ve zülümler içerisinde geçmiş ise, âkıbet de ona uygun olacaktır.
Sonuç itibarıyla zülümlerde ve günahlarda ısrar edenlerin, mü’min olarak ötelere gitmelerinin neredeyse mümkün olmadığı ve ancak hakiki bir tevbe, nedamet ve hususi bir inayet-i ilahi ile bunun olabileceği anlaşılmaktadır.
Allah Adil-i Mutlaktır ve merhameti gazabına sebkat etmiştir. Yapılan hiç bir hayrı karşılıksız bırakmadığı gibi, hiç bir zülüm de cazasız kalmayacaktır. Şüphe yok ki; ya bu dünyada ya da ahirette, adl-i ilahi ve rahmet-i ilahı kulları hakkında gerçekleşecektir.