Halit Ömer Camcı, Kovid-19’dan hayatını kaybeden gazeteci, yazar, arşivci ve koleksiyoner Yusuf Çağlar ile yaptığı mektuplaşmalarını kaleme aldı.
“Çok değerli Yusuf Çağlar’la mektuplaşmalarımızdan bir seçki bulacaksınız. Elbette günü gününe cevaplarını yazdım. Fakat o artık aramızda değil. Bu son cevabımı da okuyamayacak.” diyen Camcı, “27 Kasım 2020 Cuma günü koronavirüs nedeniyle kaybettik Yusuf Çağlar’ı. Kabri nur, ahireti cennet olsun.” dedi.
İşte Kronos News’teki o yazı;
HALİT ÖMER CAMCI
Aşağıda çok değerli Yusuf Çağlar’la mektuplaşmalarımızdan bir seçki bulacaksınız. Elbette günü gününe cevaplarını yazdım.
Fakat o artık aramızda değil. Bu son cevabımı da okuyamayacak.
Hayat hatırlamaktır. Hatırlanmıyorsa yaşanmamış gibidir. Hayatlarımız, sonsuzluğun yanında ne kadar kısa. Yeryüzü bir misafirhane, bunda şüphesi olan var mı? Ve en uzun ömür bile birçok şey için çok kısa değil mi?
27 Kasım 2020 Cuma günü koronavirüs nedeniyle kaybettik Yusuf Çağlar’ı. Kabri nur, ahireti cennet olsun.
Yusuf Abi ile ilk karşılaşmamızı gün, saat olarak hatırlamıyorum. ‘Gazete’nin kültür-sanat sayfasında karşılaşmış ve tanışmış olma ihtimalimiz çok yüksek. Onunla tanışma ihtimaliniz başka insanlarla tanışmaktan çok daha yüksekti çoğu zaman. Onunla mesela Ara Kafe’de Ara ustayı ziyarette karşılaşabilirdiniz. Ya da bir sahaf dükkânında ilgilendiğiniz bir konuda bir fotoğraf, bir evrak peşindeyken, “Azizim size ne lâzımdı, belki Sahaf Halil abi o konuda yardımcı olabilir,” diyen bir güzel yüzlü insan karşınıza çıkabilirdi ve o hiç şüphesiz Yusuf Çağlar olurdu.
Yusuf Abi için dostluk en temel vasıflardan biriydi. Bir güzel insan tanımışsa onu bir başka güzel insanla tanıştırmak ve güzelliklerden, dostluklardan bir halka oluşturmak onun için bir misyon gibiydi. Bir yazar, bir hattat, bir koleksiyoner, bir sahaf… Onun hayatını, merkezde onun olduğu etrafında da her kültürden, her inanıştan, her entelektüel gruptan, her meslekten güzel insanların bulunduğu çok renkli, çok neşeli, çok sıcak bir resme benzetebiliriz. Tam da Yusuf Abi’nin koleksiyonuna yakışır bir resim.
Yusuf Çağlar’dan bahsedeceksek birkaç ismi mutlaka anmalıyız. İsmail Kara, Nedret İşli mesela… Lütfen diğer isimler alınmasın ama benim şahitliğimde bu iki isim sanki Yusuf Çağlar’ın ruh ikizleri, hayatının organik parçaları gibiydiler. Bu isimlerle bir araya geldiğimizde ilk cümle Yusuf Bey ile ilgili kurulurdu. Ben iki isim diye cümleye başladım ama yazdıkça bazı isimleri anmazsam Yusuf Abi kızabilir duygusu kapladı içimi. Rüyan Soydan bu isimlerden biri. O da Mehmed Akif Ersoy hakkında çok değerli bir koleksiyonun sahibidir. Bir diğer isim de Murat Kargılı Bey’dir. Büyük bir entelektüel, iyi bir sahaf dostu ve çok şık bir ‘beyefendi’dir o da.
Bu dost halkalarından biri geleneksel Kanaat İftarları ile cisimleşirdi. Her Ramazan Üsküdar’da Kanaat Lokantası’nda, Murat Kargılı Bey’in özel misafirleri olurdu. Yusuf Çağlar organizasyonu ile Beşir Ayvazoğlu, İsmail Kara, Saadettin Ökten, Sabri Koz ve adını saymakla bitiremeyeceğimiz Türkiyenin entelektüel hayatında izleri olan yazar, şair, ressam, hattat, sahaf, fotoğrafçı birçok dost bir araya gelirdi. Bu bir araya gelişlerde Yusuf Abi bir cemiyet fotoğrafı çekelim mi Halit Bey der ve o an unutulmaz anlar şeklinde kaydedilirdi. O iftarlarda kitaplardan konuşulur, sahaflarda bulunmuş bir ‘eski yazı’nın anlattıklarından. Hele Yusuf Abi Mehmet Akif’in, Ahmet Haşim’in ya da meşhur hattatlarımızdan birinin bir fotoğrafını, yazısını bulmuşsa onlar anlatılır… Hayretler, sevinçler, muhabbetler birbirine karışırdı.
Yusuf Çağları’ı tanımlarken editörlüğü, koleksiyonerliği, dostluğu gibi bir sürü başlıkta saatlerce konuşulabilir ama onun belki de en değerli yanlarından biri yazarlığı ve şairliğidir. “Seliloz Duası” isimli ‘berrak’ bir şiiri şöyle başlar:
Ben ölünce
Gömsünler sahaflara
Osmanlıca yazmalar
Koyuversinler
Tabutumun içine
Okurum
Gece uyanınca
Meleklerle konuşurum
Amel defterim hakkında..
…
Eski bir kitap içinden çıkmış bir kâğıt parçasından yepyeni bir evren kurabilen bir zeka parlaklığı ve birikimi vardı. Bir Namık Kemal fotoğrafı bulduğunda çocuk gibi heyecanlanır ve dostları arardı. Bir kâğıt arkeoloğu idi Yusuf Çağlar. Hiçbir şey kaybolsun, hiçbir güzellik unutulmasın isterdi. Sanki geçmiş yüzyılların insanlarını günümüze taşımak, bir kitabın ithaf sayfasına yazılmış bir notu bütün insanlık okusun, duysun, bilsin isterdi. Ben de bu kadar hassas, bu kadar ince gönüllü, bu kadar şefkatli bir insanı, tanısaydınız hayran olacağınız bu güzel dostu size biraz geç kalmışlık duygusuyla tanıştırmak, hatırlatmak istedim.
Ona Allah’tan sonsuz rahmet, Şehrazat ve Ayşe’ye, eşi Melek ablaya ve tüm dostlarına sabır temenni ediyorum.
Son cümleyi onun bir yazısından alıntılayayım: Baki selam efendim bütün müptelâ-yı kitaba….
7 Aralık 2015 / Pazartesi
Dün akşam kütüphanendeki sayısız albümden birinin sayfaları arasından usulca çıkarıp çalışma masasının üzerine bıraktığın siyah beyaz bir fotoğrafta gördüğüm onca hayal ve hatıra iki gündür zihnimde dönüp duruyor.
Bilmem farkında mısın? Biz tanışalı çeyrek asırdan fazla bir zaman olmuş. Altunizade FEM’in bahçesinden çıkıp hayata atıldığımız günü hatırlıyorum şimdi. Uzayıp giden sevinçli günlerin, üniversite imtihanının, evlilik telaşlarının, çoluk çocuk sevinçlerinin, iş saatlerinin, büyük eser hayallerinin peşinde geçen bir ömrün arifesindeyiz şimdi.
Bak yine yolumuz kitaplı ve selüloz dolu bir kütüphaneye çıkmış. Orada söyleşip duruyoruz geceleri.
Hatırlar mısın bilmem, geçmiş günlerde de kitap rafları arasında geçiyordu vaktin. Raflardan raflara bıkmadan usanmadan taşınıp duruyordun. Sefaköy’de kaldığımız apartman dairesinin bir odasında kitaplara, dergilere, dağınık raflara düzen vermek ve taş plak eşliğinde muhabbetli mevzuları, unutulmaz hatıraları gönlümüze doldurmak telaşın hiç kaybolmadı hafızamızdan.
Sen olmasaydın onca mühim zevatı belki de hiç tanımayacaktım. Hattın, edebiyatın, plastik sanatların, mimari ve kültür hayatının temsilcileriyle tanışıklığın ve o zatları karşılıksız sevmen, ülkemize eserlerini sevdirme çaban hiçbir zaman son bulmadı.
Fotoğrafın çekildiği yeri hatırladım şimdi. Beyazıt meydanında Eczacılık Fakültesi’nin önü olmalı. Baksana, oturduğumuz bankın az aşağısına kurulan kitapçı tezgâhlarından aldığın mecmuanın sayfalarını merakla çeviriyorsun. 1995’in sonbaharında yaşadığımız keyifli bir yolculuktan kalmış bu siyah beyaz fotoğraf. Zaman zaman üç kişi çıkıyorduk bu kitaplı yolculuklara. O gün uğradığımız yerlerden biri Beyazıt Meydanı olmuştu, diğeri ise Ali Toy’un sanat galerisi.
Öyle rastgele çıkılmıyordu bu yolculuklara… Her defasında bir sahafa, bir sanat adamına, bir mekâna, bir yazara, bir sergiye, bir söyleşiye, bir kitabevine, bir matbaaya, bir atölyeye açılıyordu duraklar.
Unutmadan söyleyeyim. Bu hatırası cihan değer ziyaretlerin, bereketli yolculukların üçüncü ismi çoğu zaman kameranın arkasından bize bakıp tebessüm eden Selahattin Sevi oldu. O her defasında karede ‘fotoğrafı çeken / fotoğrafçı’ olarak yer aldı. Anlayacağın azizim, senin kılavuzluğun Selahattin Bey’in fotoğraf çabası olmasaydı kim bilirdi, kim anlardı, kim hatırlardı yaşadıklarımızı.
Çeyrek asrı aşan tanışıklığımızın bereketiyle iç sesimize kattığın eserler, eşsiz hatıralar ve tanıştırdığın güzel dostlar için daima müteşekkir olacağım.
Bak! Neredeyse yarım asra varan yaşımızda yüzlerimiz gülüyor. Bir masanın etrafında konuştuğumuz şeyler kalbimize şifa veriyor. Taa gözlerimizin içine samimiyetle bakıp yürüyoruz birlikte.
Ne diyeyim. İnsan hakiki bir dosttan başka ne ister ki bu dünyada.