Yurt dışına kaçanlar ve kalanlar tartışması

YORUM | MUHSİN AHMET KARABAY

Bugün hafta sonu. Sıcak gündemin dışına çıkalım. Zaman zaman alevlenip sonra küllenmeye yüz tutan yurt dışına gidenler konusunu yeniden konuşalım istiyorum.

“Gidenler” kelimesinin yerinde neyin olması gerektiğini herkes kendine göre doldurabilir. “Kaçanlar”, “hicret edenler”, “sürgüne gidenler” ya da başka ifadeler bulunabilir.

Adına her ne derseniz deyin neyi kastettiğimizi hepimiz biliyoruz. Konuyu biraz farklı boyutlardan ele almaya çalışacağım.

Dünyada özgürlük savunuculuğu yapan her kişi ve grup, bulunduğu çevrenin istenmeyen insanı olarak görülür. Özgürlük talebinde bulunma, kimi zaman birinin menfaatine çomak sokmak demektir, kimi zaman bir başkaldırı anlamına gelir. En azından alışkanlıkların bozulması riski taşır.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

https://youtu.be/jVt_DZU0klQ

Çok gerilere gitmeden sadece Osmanlı’da hürriyet-özgürlük mücadelelerinin başladığı dönemlerden itibaren yurt dışına kaçanlara bakalım.

Padişah Abdülaziz’in ünlü sadrazamı Âli Paşa’nın yaklaşımları karşısında ülkenin aydınları için Osmanlı toprakları yaşanmaz hale gelir. Adlarını lise yıllarında tarih ve edebiyat derslerinde sıkça duyduğumuz pek çok isim o dönemde soluğu yurt dışında alır.

Namık Kemal: Sürgünlerle geçen bir ömür | Kültür-Sanat Haberleri
Namık Kemal

Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi isimler en bilinenleri olur. Oysa Abdülaziz ve sonrasında II. Abdülhamid döneminde kendilerini Avrupa’ya atmış onlarca, yüzlerce fikir insanı ve devlet adamı vardı.

Muhtemelen bunlardan önemli bir kısmı tanıdık gelecek. Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, Bahaeddin Şakir, Ahmet Saib, İbrahim Temo, İsmail Canbulat, İsmail Kemal, Mahmut Celaleddin Paşa, Mehmet Ali Halim Paşa, İshak Sükûti, Tunalı Hilmi.

YURT DIŞI HER DÖNEMDE BU TOPRAĞIN İNSANI İÇİN CAN SİMİDİ OLDU

I. Meşrutiyet sonrasında özgürlük vaadi ile dizginleri ellerine geçirenler bile mutlak istibdat dönemini aratacak yollara başvurdu. Pek çok isim farklı cezalar verilerek sürgüne gönderildi.

İstiklal Savaşı sürecinde önce İngilizler eliyle Malta’ya sürgünler yaşandı. Cumhuriyet’in ilanı sonrasında ise meşhur “150’likler listesi” ile vatanını terk etmek zorunda kalanlar oldu.

Bir dönemin muteber isimleri, her defasında “vatan haini” yaftası yapıştırılarak ortamlarından hoyratça koparılmaya çalışıldı. Refik Halit Karay, Refii Cevat Ulunay, Rıza Tevfik Bölükbaşı bugün adını bilip tanıdıklarımızdan idi.

Nâzım Hikmet'te millî bilinç | Teori
Nazım Hikmet

Sonraki yıllarda Nazım Hikmet kendini yurt dışına atmak durumunda kaldı. Bugün kitapları hemen her kesim tarafından okunan Sabahattin Ali ise yurt dışına çıkmak isterken öldürüldü.

“Bunlar çok eskide oldu” itirazında bulunanlar için 1980 darbesi sonrasında kendini yurt dışında bulanları hatırlatmak isterim. Askeri darbenin şerrinden kaçan 14 bin kişi çıkarılan bir kanunla resmen “vatan haini” ilan edilip vatandaşlıktan atıldı.

Bu vatandaşlıktan çıkarılanlar, sadece bir kesimden değildi. O dönemin çok tanınan tabiri ile söylemek gerekirse, bu “hainler” arasında hem sağcılar, hem solcular vardı.

Cem Karaca, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ, Fuat Saka, Zülfü Livaneli, Şivan Perwer bu isimler arasında idi.

Ülkücü isimleri çok fazla hatırlayan olmayabilir. Hamza Kaya, Nuh Semiz, Muhittin Gündoğdu, Mehmet Güçlü, Baha Sertkaya, Uğur Coşkun.

Cem Karaca'nın Sürgün Yıllarında Yaptığı Tek Almanca Albüm: Die Kanaken - Ekşi Şeyler
Cem Karaca, sürgünde.

Daha dün denecek kadar yakında Gezi Protestoları sonrasında oyuncu Mehmet Ali Alabora kendisini yurt dışına atmak zorunda kalmadı mı?

YURT DIŞINA GİDENLERİ NASIL ANLAMALI?

Bu kadar uzun bir hafıza tazelemekteki amacım konuyu son dönemde yurt dışına çıkmak zorunda olanlara getirmekti.

Ergenlik çağına gelmiş her genç, yaşadıklarının dünyada sadece kendi başına geldiğini zanneder. Bu sorunlarla başka hiç kimsenin mücadele etmek zorunda kalmadığını düşünür.

O dönemi atlatmaya başladığında, çevresindekilerle diyalog kurduğunda algıladıklarının o döneme ilişkin olağan bir durum olduğunu anlar. Her genç kızın-erkeğin başına gelen doğal bir dönem olduğunu fark eder.

Bu camianın insanları, son 5-6 yılı saymazsanız uzun yıllar el bebek gül bebek büyüdü. İktidarlarla ters düşmeyi bırakın, kol kola yüründü dense yanlış olmaz. Özellikle 2000 sonrasında. En azından dışarıdan bakıldığında öyle göründü.

Son 5-6 yıldan bu yana yaşananlar sonucu bu camia, toplumun ezilen kesimlerine karşı empati yapmayı öğrenmiş oldu. Daha önce empati yaptığını sanıyordu belki, bu dönemde toplumun ezilen kesimlerini hakka’l-yakîn anlama imkanı buldu.

CEZAEVİNİN DEĞİŞMEZ KONUSU KAÇANLAR OLURDU

Cezaevinde en çok konuşulan konulardan birisi, yurt dışına çıkanlarla ilgili olurdu. Pek çok kişiden, “Onlar gittiler, gidenlerin cezalarını biz çekiyoruz” yakınmasını duyardım.

Bu tür sitemde bulunanlara her defasında aynı şeyleri anlatarak şu soru ile başlayan bir cevap vermeye çalışırdım:

“Bu Hizmet dediğiniz hareket bir dönem başlayıp belli bir takım çalışmalar yaptı ve bitti mi? 15 Temmuz’da harç bitti yapı paydos mu dendi? Yoksa bir şekilde dünyada devam edeceğini düşünüyor musun?”

Aldığım cevap da genelde birbirinin benzeri olurdu. Hareketin öyle 15 Temmuz’la falan bitmeyeceği, belki bu yaşananların Hizmetin dünya çapında gelişmesine zemin hazırlayacağını söylerlerdi.

Ben de tarih boyunca bu topraklarda muhalif olarak algılananların yaşadıklarını dilim döndüğünce anlatmaya çalışırdım. Muhatabımın tanıyabileceğini düşündüğüm isimlerden örnekler verirdim.

“Bu Hizmet dediğiniz yapının dünya çapında bir harekete dönüşmesi bu yurt dışına giden insanların katkıları ile olacaksa o zaman o insanlara sitem etme yerine müteşekkir olmak gerekmez mi?” diye anlatırdım.

Yurt dışına çıkanların yaşadığı sıkıntılar ayrı lakin dört duvar arasındaki insanların durumları çok daha hassas. Yaşatılan ortam, insan zihnine sadece sorun üretmek amacıyla dizayn edilmiş.

Bu konular elbette tartışılacak. Ancak farklı boyutlarına bakarak konuya yaklaşmak daha sağlıklı olur sanıyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

14 YORUMLAR

  1. MANEVİ DEVACILAR, MUHTAÇLARIN EVİNDE

    Gelişmiş Batı ülkeleri ve Japonya’da gençlerin İNTİHAR oranları, neredeyse Covid-19 dan ölenlerin 5-10 katı. Buna bir çözüm bulmakta kıvranıyorlar. Zira HAYATI anlamlandırmakta zorluk yaşıyorlar; Covid-19’dan ölümlere karşılaşmaları ve bu dünyanın ölümle sonlanması karşısında.

    Böyle bir ortamda, ellerinde Risale i Nurlar, zihinleri modern bilimlerle kalbi, inançları mecz olmuş ışık insanları, çöller gibi maneviyata, imana susamış o topraklarda Allahın bir lütfu gibi İLTİCA vesilesiyle zuhur ettiler.

    Yani kendi çıkmazlarına aradıkları çözümleri, ilaçları bir anda kapılarına gelmiş buldular. Ve bu yüzden bağırlarına bastılar barış elçilerini.

    Balığın suyun varlığına alışıp önemini görmemesi nevinden, Risalelerin bizleri ayakta tutan öğretilerinin önemini tam hissedemeyebiliriz. Ama o deryanın bir kaç damlası karşısında bile, o muhtaç Batılı insanlar HAYRAN kalıyorlar.

    Hicret vesilesiyle MUHTAÇLAR, Muzdarlar ile DEVACILAR buluştu.Yüz yüze, gönül gönüle karşı…

    Üstadın “Şu istikbal inkilapları içinde en gür seda İslamın olacak” öngörüsü, bu vesileyle olabilir sanki, diye aklıma geliyor…

  2. “Bu camianın insanları, son 5-6 yılı saymazsanız uzun yıllar el bebek gül bebek büyüdü. İktidarlarla ters düşmeyi bırakın, kol kola yüründü dense yanlış olmaz. Özellikle 2000 sonrasında. En azından dışarıdan bakıldığında öyle göründü.”

    El bebek gül bebek büyümek nedir, ben bilmiyorum. 28 Şubat ve öncesini görenler için el bebek gül bebek günler yaşadılar hiç diyemem.

    Belki güzel günlerde büyümüşler vardır, onu da ben bilmiyorum.

    Ayrıca 15-18 yaşlarından sonraki ömründe emeğini, malını, ilmini, sağlığını, canını himmet edene, başkasının derdine dertlenene nasıl el bebek gül bebek yaşamış derim ki !?

    Ben hiç kimse yüzünden hapis yatmadım. Ben tahliye olduğum için hiç kimse de hapse düşmedi. İmkân bulup zulümden kaçana da niye gittin demedim. Ben imkan bulup gidemediysem o benim nasibim. İmkânı olupta gitmeyen varsa ben soramam ama sorarlar, “Allah’ın arzı geniş değil miydi?” diye.

    • Herkes, Cenabı Allah’ın hakkında takdir buyurduğu kaderini yaşıyor. Kaderini tenkit edenler, kaderine rıza göstermeyenler, gaflete düşer. Gaflete düşenlerin yol göstericisi ise laindir. Sabredenler, şükredenler, sadakat ve vefa gösterenlerin payesi ise “Kardeşlerim”dir. Yetmez mi?

  3. Filmlerde olurdu eskiden, Cüneyt Arkın’ın o en hararetli filmlerinde, en son kahraman kalırdı hayatta, tabii ki mutlu son olurdu, kahramanımız ve sevdiği kurtulurdu, ama onun uğruna, kötülerin yanında tüm iyilerde kaybolur giderdi. Filmi içimizi karartarak değil ferah bir şekilde tamamlardık. Bu tarz filmleri Hollywood filmlerinde iyice kanıksar olduk. Tüm herkes ölür, geriye birkaç kişi kalır ama sonuçtan zleyici yine mutlu olurdu. O filmdeki hayali yardımcı rol iyi-karakterlerin yok olmasına pek üzülmezdikte. Yönetmenin bize sunma biçimi herşeyi değiştirirdi. Üzülmemiz gereken yerde üzülür, sevinmemiz gereken yerde de sevinirdik.

    Gidenler-hapse girenler konusuna da bu gözle kritik edenlerdenim. Uzaktan olayları takip edenler açısından her kim olursa olsun durum sanki biraz böyle. Bakış açısının tutarlılığı elbette önemli, diğer taraftan her bakış açısı, göremediğimiz diğer bakış açısını ve ona temel olan bazı gerçekleri de ıskalamamıza neden olabiliyor. En temelde olayın insani yönünü. Olaya, dava-hizmet-ahirzaman çilesi-yolun kaderi şeklinde bakmak elbette yanlış değil, ama açıklamaları, savunmaları bu temele bina etmek insani değil. Empatimizi merkeze koyarak yapacağımız bir açıklamanın bu nedenle en samimi güzel olduğuna inananlardanım. Evet biz kaçanlardanız ve biliyoruz ki burada olmamız sizin açınızdan -en azından onlar kurtuldu- diye sevindiriyorsa da sizi, çok insani bir duygu ile yalnızlığın dehlizlerine de atıyor sizi ve evet bunu fark ediyoruz ve biliyoruz ki kardeşim, bu konuda yalnız değilsin, demek isterdim ben. Cevap olarak davayı, ahir zaman çilesini, atılan tohumları söyleyip bunlarla mutlu olmasını yetinmesini değil. Merkeze insanı koyarak, kendimi koyarak, tüm empatimle samimice sorgulamayı,yüzleşme yapmayı da isterdim bu geride kalanlarla. Zira, bu konuda buna ihtiyaç var. Durum hiçte düşündükleri gibi ve hatta bizim düşündüğümüz gibi değil. Kendimizi içsel olarak sorgulamaktan bile korkar olduk, zira onca yolculuğun, meşakketin, süreçlerin ardından elimizde ne var peki şimdi sorusunu içime yönelerek sormaktan korkuyorum. Zira biliyorum ki, o aynı yalnızlığı, dingin sessiz içten içe mutsuzluğu aslında bende yurtdışındayken hissediyorum, sadece dillendiremiyom belki nimete küfranlık ederim diye, ayıp olur kalanlara diye. Biliyor musun kardeşim, yurdumdayken o sinsi hüzün, derin yalnızlık hisssinden eser bile yoktu. Huzur vardı hatta içimde, yaşayan bilir, aslında neşeliydim de. Operasyonlar üzerine operasyonlar yapılırken, gayet normalleşmiş şekilde falanca arkadaşımı evinden almışlar, heralde sıra bize de gelir yakında diyerek o kendi saklı-cennetimde çayı yudumlarken inanın neşesiz değildim demek isterdim o arkadaşlara. Gözaltına alınırken de keyifsiz değildi arkadaşlar, kaygıların huzursuzluğu bir yana, o nezaretlerde ifadeler beklenirken içten çekilen zikrin-tesbihin tadını kim unutabilir ki. Hapse girenlerin o namazdaki huşusunu, ramazandaki coşkusunu kim inkar edebilir ki. Bir Hint Gurusu şundan bahsetmişti. “Hayatta en büyük tutsaklık aynı iş yerine gitmek, aynı yolu çekmek, hep aynıyı yaşamak” değil, hayatta en büyük tutsaklık hergün aynı duygulara uyanmak, aynı duyguları yaşamak” derdi. Bu gözle bakınca, bir dışarda olan olarak, kalana ve hatta içerde olana mesajım şu olurdu benim. Kardeşim, sabah kalkınca derin bir huzursuzlukla kalkıyorum, ne yaptığımın önemi yok, ne için olursa olsun yola koyulduğumda bir nebze o hareketlilik, okul ortamları bir nebze sakinleştiriyor beni, ama dudaklarımın altında yine o yine belirgin kasların gerginliği, yıllar sonra yüzüme geçmişini mutlu geçirmemiş bu adam diyecek bir yüz şeklini şimdiden vermeye başladı bile, tek tük dost meclislerinde keyif aldığım oluyor, o nefesini çektiğinde içine giren o huzur veren duygu o da bir gıda gibi ve biliyorum ki kardeşim sende zaman zaman bunu yaşıyorsun, yazmam da o yüzden, bende yaşıyorum, mekanlar önemsiz aynı şeyleri yaşıyoruz, tutsaklığın bir türlüsünü bende burada yaşıyorum, ve benim gibi hissedenlerde yaşıyor derdim. Evet belli ki sizin hissenize orası düştü, bize burası ama bilin ki yolda bizi çok yordu, gençte sayılmayız ki, yeniden bir daha inşa edelim diye, ana kolu kesilmiş bir ağaç bir daha büyür mü, filiz verse de sağdan soldan, bil ki kardeşim zaman ikimizden de -en azından benim gibilerden- aynı şeyleri alıp götürdü, sizin elinizde çıkınca hissedeceğiniz güzel duyguların hayali var, güneş var, ay var, üfül üfül esen rüzgara karşı çay yudumlamak var, kavuşmanın yaşatacağı o güzel anlar var, biliyorum neşe de olacak hep hayatında, bunu çıkanlardan da hep tecrübe etmişizdir, durum böyledir sizi o beklemektedir de, kardeşim benim gecemde ay, gündüzümde güneş var ama bil ki elimde kuracak bir hayalim de yok, tek elimizde kalan dost meclislerinin hafiften sükun veren dinginliği hariç elimde burada kalan duygu pekte senin düşündüğün gibi değil kardeşim. Buna tüm samimiyetinle inan. Böyle olmayanlar varsa da, onu da onlar izah etsinler.. Ama bilki kardeşim, kalmak mı gitmek mi dersen, kalanlara özenmenin, gidenlere özenmekten aşağı olmadığını düşünenlerdenim. Haftada bir eşin, kardeşin, dostunu heyecanla telde konuşmanın hazzı, o yüzyüze görüşmelerin keyfini inan çıkınca çok arayabilirsinde. En azından burada yok onlar. Diyeceğim şu ki, kardeşim tutsaklık ölçemediğimiz bir duygu. Saraylar zindan, zindanlar saray .. bilirsin çok da demiştir Üstad. Diyeceğim şu ki kardeşim, hiç te öyle özenilecek bir yaşantımız yok. Doğanın ortasında, kuşların cıvıltılarıyla uyanıyorum, özenilmesi gereken biri varsa ben varım diyeceğim bir mekandayım, ama biliyorum ki mutluluk mekanlarda değil zihinlerde. En azından şunu bil kardeşim, güneş batarken içine hüzün çökerken o demir parmaklıkta, bura da da bir kardeşin farklı değil. Senin elinde “UMUT” var kardeşim, hiçbirşeyin yok ama “UMUT” var, oysa kardeşim benim “Umut” olarak elime aldığım şeyin çoktan keyifli yanı geçti, benim gibileri bekleyen o sinsi yalnızlık, içten hüzün, bir yere sığdırmayan o tatsız tutsuz ruh hali var. Kardeşim, sen daha özgürsün belki.. En azında biraz da bunları bil kardeşim… demek isterdimmmm… Kaçmak mı kalmak mı derseniz, bunu demek isterdim.

      • Birine methiye düzerken diğerini incitmemek lazım. Yazarın yazısı olmasa bu yorum burda olmazdı. Biri kaynak biri meyve. Meyveler gelip geçicidir. Ayrıca her duygusunu yazan yazar olamaz olmamalı.

    • Gönüller bir olsun kardeşlerim, hepimiz ayrı cepheden aynı şeyi değerlendiriyoruz. Güneşi kuzeycephe pencereden görmesemde, öbür pencereden odaya vuran ışığı yok sayamam elbette. Buralarda olmamızın var elbet bir hikmeti, kaderin cilvesiz hükmü, adaletin bir payı. Yaşadıklarımızı seslendirme biçimimiz farklı, haleti ruhiye herşeyi etkiliyor. Dün gece bir çırpıda, kapalı, bulanık, yağmurun yağmadığı o elektrikli havada yazdım,gündüzüm de hapishane odası gibi ışıksız ve loştu, bedenimiz bu dünyadan yapılsa da, ruhumuz başka yerlerden olunca kabına sığmayan beni derinden derine rahatsız eden şey “Dinle Ney’den kim hikayet etmede. Ayrılıklardan şikayet etmede” der gibiydi. İnsanın o derin inlemesini Neye benzetmiş Mevlana, koparıldığı kamışlığına olan özlemini de yitirdiği, söküp getirildiği Cennete. Belki de bıraktığımız şey geride, yitirdiğimiz o cennet türünden ki sürekli bir özlem var maziye. Bu nedenle geride bıraktıklarımız belki sadece dostlarımız değil, bir parçamız, o ertesi sabah gidecek pikniğimiz, akşamki çay sohbetimiz, yapılacak işlerimiz… 15 T sonrası açığa alındığım o gün o an aslında yarım kalmıştı herşey ama sonrasını unutmuşum demek ki geçince zaman, saklanmaları şunları bunları, sanki daha çayım sıcakmış da çıkıp gelmişim 15 T gecesi ordan buraya, sanki dönsem hala aynıları orada aynen bekliyor gibi… Bu AHİM hak ihlallerinde, arkadaşlarıyla onurlu bir şekilde vedalaşma hakkından bahsedilir,bu bile bir hak imiş, düşününce ne kadar da doğruymuş diyorum, ne kadar mühimmiş, onuru geçtim bir veda bile edemedik birbirimize, yollar öyle ayrıldıki dostlardan… Korku filmlerinde o hayaletin gitmesi için onun tatminsiz ruhunun bulunup huzurluca gömülmesi gerekir, yoksa hep rahatsız edilir ruh, içimdeki diğer bende, onun gibi huzursuz, tatsız, neşesiz. Açığa alındığım gün sonkez gördüğüm o tuhaf endişeli gözler kalmamalı anılarımızda, son sözleri bu olmamalı insanların birbirlerine, virgül konacaksa da, en güzel şekilde konmalıydı, önces sarmaş dolaşken öyle bir ayırdılar ki bizi, sarmoş dolaş sinmiş ruhlarımızı öyle dağıttılar ki, herkes öyle bir savruldu ki, bedenimiz bu dünyada bir yolunu bulur beslenirde, işte ruhum öyle olmuyor be kardeşlerim,..İkinci cennetimizden kovulmuşuz sanırım onu anlıyorum,dostlarımızla kurduğumuz o küçük şirin cennetimizi, Efendimizin Hicret ederken Mekkeye dönüp vallahi seni terk etmezdim de.. sözlerini iliklerimde hissediyorum, bir mekana olan hasret değil bu, kimbilir aklına neler geldi, Abdulmuttalipten tut Peygamberimizden İbrahime, ne zoruna gitti kimbilir.. Yazara bu konuyu açtığı için o nedenle teşekkür ediyorum. Erzurumda o çat ayazda mahalle başında kahveler olurdu kırtlama şekerli çay içilen, sobanın o püfür püfür sesiyle karışıp giden, bu modern zamanların boğucu atmosferinde bu yazıyı ve altına yazılan yoruları da o kahve ve oraya kendini atan kişiler gibi gördüm. Geceniz mübarek olsun.. Hiç olmazsa çayımız olsun. İyi geceler teşekkürler.

  4. TEK TÜRKİYE DİZİSİNE BEŞ DAKİKA BİLE TAHAMMÜL EDEMEzDİM…

    Onun için ne anlattığınıda öğrenemedim.
    Çünkü PKK lı diye kürtler öyle bir anlatılıyordu ki, şahsen ben aşağılandığımı hiseder ve beş dakika sonra samanyolunu kapatırdım.

    Kürtlere son 100 yılda yaşatılanların neticesi olan PKK her yönden eleştirilir, ama cemiyet için bir o kadar tehlikeli olan resmi ideoloji ve de kemalizm eleştirilmezdi.

    Hizmet hareketine yapılan SOYKIRIM birebir kürt sorunu ile alakalıdır.

    Kürtlere dayatılan asimilasyon ve bu konuya direnenlere yapılan açımasızca şiddet, VİCDANSIZ – HAK HUKUK BİLMEZ bir toplum, vicdanları körelmiş bir güvenlik ordusu netice verdi…

    Unutmayalım bir insan vicdanını, merhametini kaybediyorsa mutlak bir sürette dönüp kendi yandaşlarınada bunu uygulayacaktır.

    Hizmet hareketine karşı 17-25 aralıkla başlayan ve 15 Temmuz ile tavan yapan vahşet açık ve kesin bir şekilde kürt sorunu ile ilgilidir. Bir toplum nasıl olurda kendi toplumunun bir kesimine -DİNE, İSLAMA RAĞMEN- bu soykırımı yapar?

    Elbetteki Kürtlere uygulanan asimilasyonda bir soykirimdir ve bu silah bugün hizmet hareketine DE yönelmiştir.

    O yüzden sizin aşağıdaki cümlenizi çok önemsiyor ve önemsenmelidir..

    Son 5-6 yıldan bu yana yaşananlar sonucu bu camia, toplumun ezilen kesimlerine karşı empati yapmayı öğrenmiş oldu. Daha önce empati yaptığını sanıyordu belki, bu dönemde toplumun ezilen kesimlerini hakka’l-yakîn anlama imkanı buldu.

  5. Sorun yurt dışına gitmek/çıkmak değil, çıkıp da geriyi unutmak (ya da kendi oturum-geçim derdine düşüp unutmak zorunda kalmak) Uzun zamandır hep neden yurtdışındaki abiler şu mağduriyetlere, geçen 5 yılda bir çözüm üretemediler diye düşündüm durdum. 15T’den önce 180 ülkede var olduğu için övünen bir hareketin, bu belaya bir şekilde çözüm üretebilmesi gerekirdi diye düşünüyorum, bunca sürede verilen maddi-manevi kayıpların haddi hesabı yok, kendimizi kandırmayalım.

  6. Yurtdışına kaçmadan önce birçok kişinin kaçmasına destek oldum. Hiç pişman değilim. Aile ferdi içerde olanların çıkmamasını anlarım fakat diğerlerine sadece saygı duyarım!
    Bu bir tercihtir.
    *
    15 temmuz bir AKP projesi değil Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin projesidir. Uluslararası destek olmadan hükümet devlet adına böyle bir projeye kalkışamaz!
    İsterseniz dünyanın her yerinde olun, TC için İngiltere’nin* desteğini almamışsanız boşuna yorulmayın
    Avrupa Birliği ülkeleri mültecilere, AB değerlerinden dolayı sahip çıkıyor. Kaçanların Salt Gülenist olmasından dolayı destek olması söz konusu değildir.
    Ama hala bunun romantizmini yaşayanlar var. Realist olun mülteci olduğunuzun farkına varın.
    * Allah’ın Sadık Kulu filmindeki ingilizce konuşulan sahneyi görüp”yahu ne alaka ingilizce konuşuyorlar!” demediyseniz ne anlatabilirim.
    Yada Oslo görüşmelerinde TC’yi ve PKK’yı masanın sağına ve soluna oturtup hadi konuşun bakalım diyenin İngiltere olduğu bile bile “yahu ne alaka İngiltere!” diye sormadıysan ne anlatabilirim.
    Veya 15 temmuz olduktan sonra 15 temmuz’u cemaat yaptı diyen tek Batılı ülkenin (o zamanki TC İngiltere büyükelçisi Richard Moore’un açıklaması) İngiltere olduğu duymadıysan ne anlatabilirim!
    Bir olayda İngiltere’nin gölgesi dahi varsa orada komplo teorisi yoktur, Tecessüm etmiş bir İngiltere vardır!

    • haklisiniz ama sadece Ingiltere de olmayabilir, ABD de beraber olabilir.. Bir Hintli Alimin soyle bir sozu vardi: Bu Ingilizler oyle bir sinsi ve ikiyuzlu millettir ki, hem babani öldürür hem de cenazesıne katılıp herkesten çok ağlar!!!
      Sonucta dunya capında muhtesem idealleri olan bir hareketi, kolu kanadi kirik bir sekilde siginmaci pozisyonunda kendi gozlerinin onunde tutma sansi yakaladilar.. Ancak ben umutsuz degilim , eger gidenlerin ceyregi bile kivamlarini koruyabilseler, iman ve yuce ideallerini muhafaza edebilseler, 50 sene sonra ne muhtesem çınarlar yetisecegine inaniyorum.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin