YORUM | MUHSİN AHMET KARABAY
Bir şekilde yurt dışına gitmek ve hayatlarını orada idame ettirmek durumunda olanlarla sohbet edeceğim bugün. Bu durumda olanların kurmaları gereken üç ayaklı sistemi anlatacağım. Bazıları “Bu adam da ne anlatıyor?” diyebilir. İstifade edebileceğini düşündüğüm hayli insanın olduğuna eminim.
Yurt dışına gitmek durumunda olma, daha açık ifade ile kaçmak durumunda kalma bugünle sınırlı bir kavram değil. Tarihimiz boyunca yaşanmış bir olgu bu. Bizde her konu en tepedekinin görüşü doğrultusunda kamuoyuna yansıtıldığından gidenler hep “hain” olarak yaftalandı.
Yönetimin haksızlıkları ve hukuksuzlukları gündeme getirildiğinde bunlar bizzat o fiilleri yapanlar ve çevresi tarafından kendi üzerlerine alınmak yerine “ülke aleyhinde faaliyet” olarak iç kamuoyuna yansıtıldı. Aksi takdirde menfaatleri zarar görürdü.
Osmanlı hanedanındaki taht kavgalarında, kaybeden tarafın komşu ülkeye kaçıp orada güç devşirip gelip saltanata geçme çabalarından hiç söz etmeyeceğim. Bu bütünüyle konu dışı.
HEP BİR MED CEZİR YAŞANDI, HER DÖNEM BİRİLERİ YURT DIŞINA GİTTİ
Topluma yansıyan muhalif hareketlerin tohumu, II. Mahmut’un orduyu ve eğitimi ıslah babında yurt dışına öğrenci göndermesiyle atılmaya başlandı. II. Abdülhamit de yurt dışına öğrenci göndermeye önem veren hükümdarlardandı.
1890’larda Fransa’da başlayan Jön Türkler hareketinin, yayın yoluyla yönetime karşı yaptıkları eleştiriler fazla etkili hale geldi. Böyle olunca da tavır değişti. Hükümdar, hızla öğrenci gönderme uygulamasından vazgeçti. Askeri birkaç alan dışında yurt dışına öğrenci göndermeye son verdi.
II. Abdülhamit gönderildi, İttihat ve Terakkiciler geldi, bu kez yurt dışına gitmek durumunda olanlar başkaları oldu. İnsanları yurt dışına gönderen İttihat ve Terakkiciler, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, bu kez kendileri kaçmak zorunda kaldı.
Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde bu kez yeni yönetim, ülkeyi birileri için yaşanmaz hale getirdi. Kimini yönetim sürdü, kimileri farklı gerekçelerle kendini yurt dışına gitmek zorunda hissetti.
Daha önceleri yurt dışına kaçanlar, gazeteci ve siyasetçilerle sınırlı iken darbeler dönemi başladıktan sonra gidişler biraz daha kapsamlı hale geldi. “Aydınlar” diye nitelendirilen ışığı, iktidarın gösterdiği alan dışına tutup görülmesi istenmeyen yerleri de aydınlatmak isteyen herkes hayatını tehlikede görür oldu.
15 TEMMUZ DÖNEMİNDEKİ KADAR HİÇBİR DÖNEMDE KAÇIŞ OLMADI
1980 darbesi çerçevesinde on binlerce insan kendini yurt dışına atmak zorunda hissetti. Kamuoyu belli isimlerden ibaret sanıyor. Oysa benim yakın akraba çevremden bazı insanların da bulunduğu tahminlerin ötesindeki insan, hayati tehlikeden kurtulmak için soluğu yurt dışında almıştı. Pek çoğu da hiç dönmedi/dönemedi.
Tek adam rejiminin kurulması için yüzbinlerce kurban gerekiyordu. 15 Temmuz’da fiilen kurban yapamayanlar, uyguladıkları hukuksuzlukla bunu başarmada büyük mesafe aldılar. Resmi ağızlar, bir milyon 650 bin insan hakkında soruşturma açıldığını ilan ediyorsa, kendini rahatsız eden insan sayısının ne kadar olabileceği hakkında ben bir rakam telaffuz edebilecek durumda değilim. Ama açıklanandan çok daha fazlası olacağını öngörmek için şu veya bu konumda olmak gerekmiyor sanırım.
15 Temmuz çerçevesinde yurt dışına gidişler geçmişe göre çok daha çeşitlilik gösterdi. Gazeteciden eğitimcisine, iş insanından mühendisine, doktorundan sıradan memuruna, işçisine kadar insan grupları kendilerini yurt dışında buldu.
Şimdi on binlerce, belki yüz binlerce (bu konuda hiçbir bilgim ve fikrim yok) insan hayatlarını dünyanın dört bucağında devam ettirmek zorunda. İmkan ve fırsat bulabilse, bir o kadarı daha gideceğinden eminim.
Kalanlar gidenleri şanslı, gidenler kalanları şanslı hissediyor olabilir. Bunlar ayrı tartışma. Onlara girmenin bir anlamı yok diye düşünüyorum.
KAYIP NESİL OLMA RİSKİ KAPIDA BEKLİYOR
Kendini bir şekilde yurt dışında bulanların büyük çoğunluğunun aklı hâlâ Türkiye’ye dönmekte. Zaman zaman dışarıdaki insanlarla konuşuyorum. “Benim gündemimde dönüş yok” diye konuşanlardan pek çoğunun bile kendilerine itiraf etmedikleri dönüş programları olduğunu fark ediyorum.
Bunu nereden anladığımı da ifade edeyim. Bir kişi yaşadığı ülke ve oranın gündemiyle ilgilenmek yerine Türkiye’nin sorunları ile ilgileniyorsa, o kişinin bilinç altında dönüş umudu var demektir.
Bazılarının ayağına basabilirim. Eğer yazının bu bölümüne kadar gelebilmişseniz, bundan sonraki kısa bölümünü mutlaka okumanızı istiyorum.
Yurt dışına gitmek zorunda kalanlar, “kayıp nesil” olmamak için bulundukları ülkede tutunmanız gerekiyor. Aksi takdirde maalesef aydınlık olmayan bir tablo sizi bekliyor.
Açıkça ifade edeyim. 1960’lı yıllarda Avrupa’ya çalışmak için giden gurbetçiler konumuna düşeceksiniz. Hatırlarsanız onlar birkaç yıl çalışıp, bir miktar para kazanıp Türkiye’ye döneceklerdi.
Gelemediler.
Üstelik onların gelmesi için konjonktürün değişmesi gibi bir şart da yoktu. Buna rağmen gelemediler. Eminim, gelmek isteyen ama şu veya bu sebepten dolayı gelemeyen insanları sizler de tanımışsınızdır.
Bu tavır içinde olanlar maalesef ne Almanyalı, ne Türkiyeli olabildiler. Orada “yabancı”, Türkiye’de “Almancı” diye nitelendirildiler. Esas itibariyle “kayıp” oldular.
GİDENLER ÜÇ AYAKLI BİR SİSTEM KURMALI
Öncelikle bulunduğunuz yeri “yurt” kabul etmelisiniz. “İnsanın doğduğu yer değil, doyduğu yer memleketi” deyişini hayatınızın temel prensibi haline dönüştürmelisiniz. Kendinizi orada başarıya mahkum hissetmek zorundasınız.
Bunun için kurulması gereken üç ayaklı bir sistem var.
Bir: Öncelikle yaşadığınız ülkenin dilini mutlaka iyi öğrenmeniz gerekiyor. “Ben meramımı anlatabiliyorum” kadar değil. O ülke insanı ile sohbet ederken hiç zorlanmadan konuşmayı yürütecek kadar bilmek gerekiyor.
O ülkenin medyasını ve gündemini hiç kimseye ihtiyaç duymadan yapabilmeli. Sadece anlamak ve konuşmak değil, devletle olan bütün yazışmaları yapabilecek kadar da iyi kullanabilmeli.
İki: Bir ülkenin kültürünü yaşamadan orada tutunabilmek mümkün değil. Bunun yolu sosyal çevrenizi bulunduğunuz ülke insanlarından oluşturmaktan geçiyor. Pek çok ülkede ailece yapılan ev ziyaretleri hayli kısıtlı. Yaşanılan ülke insanları sosyal hayatlarını nerelerde sürdürüyorsa orada bulunmalı. O ülke insanlarıyla kalıcı dostluklar kurmalı. Zaman içerisinde kurulacak akrabalıkların temeli atılmalı.
Üç: Hızlı bir şekilde üretici konuma geçme. Bu sözümle bir üretim tesisi kurmaktan söz etmiyorum. Özellikle sosyal devlet kavramının güçlü olduğu ülkelerde pek çok kişi, hâlâ devletin verdiği paralarla geçinmeyi sürdürüyor.
Hiç kimse kusura bakmasın. Aradan 2 yıl geçmiş, 3 yıl geçmiş, hatta 4-5 yıl geçmiş ve hâlâ verilen devlet yardımı ile geçiniliyorsa bunun adını koymak gerekir:
Sistemin istismarı.
Hiçbir ülke ve hiçbir ülke insanı asalakları sevmez. Türkiye’de en büyük sosyal sorunlardan birisinin ne olduğunu biliyorsunuz. Suriyeliler sorunu. Bunun altında da “Devlet bizim paralarımızla Suriyelileri besliyor” algısı yatıyor.
Bunun için tez elden çalışıp kazanıyor konuma gelmeniz gerekiyor. Bu “Aslında iyi olur” bir konu değil. “Zaruri” bir konu. Esas itibariyle de anlatmaya çalıştığım sac ayağının bir temel taşı olsa, bu o temel taş hükmünde olurdu.
Kolay bir şeyden bahsetmiyorum. Fakat mutlaka yapılması gereken bir zaruretten söz ediyorum. Çocuklarınız bir şekilde oralarda tutunmasını öğrenecek. Onların ne kadar başarılı olacağı, sizin bugünkü tavrınıza bağlı.
Eğer hâlâ Türkiye’ye dönme fikri ile yanıp tutuşuyorsanız, yarın çocuklarınız sizin yüzlerinize utançla bakacağından emin olabilirsiniz.
“Kız, fakat oku” kabilinden bir yazı oldu. Haddimi aşan bir ifadeler oldu ise affola.