9 Kasım 2016 günü yayınlanan AB Türkiye İlerleme Raporu, iktidarın yanı sıra, yürütmeye bağlı bir çizgide faaliyetlerine devam ettiği gözlenen Yargıtay’ın da hoşuna gitmemiş anlaşılan. Yargıtay Başkanlığı, 21 Kasım’da yayınladığı basın açıklamasında, başta “temel insan hakları”, “demokrasi”, “hukukun üstünlüğü” ve “yargı bağımsızlığı” olmak üzere çeşitli konularda Türkiye’ye yönelik ciddi eleştiriler getiren söz konusu raporun içeriğinde gerçeklerle bağdaşmayan yorumlara yer verildiğini ileri sürerek “kamuoyunu doğru bilgilendirmek” amacıyla açıklamalarda bulundu. Ancak “merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” misali, Avrupa’ya haddini bildireyim derken, yeni hukuk cinayetlerine imza atmaları, bir hukuk adamına yakışmayacak tarzda iktidar ile söylem birliği içerisinde masumiyet karinesini ve hukukun temel ilkelerini hiçe saymaları, eleştirdikleri raporun ne derece yerinde tespitler içerdiğini gözler önüne seriyor aslında.
Yargıtay Başkanlığı, 15 Temmuz olayını “FETÖ/PDY Terör Örgütü üyesi teröristler tarafından demokrasimize ve hukuk devletine karşı yapılan darbe girişimi” olarak niteliyor. Yargının en tepesindeki kurum bir cümle içerisinde birden fazla hukuk cinayeti işlemekten kendisini alamamış. Bir hukuk adamının iddialara, soyut söylemlere ve ön yargılara göre konuşma lüksü olabilir mi? Böyle bir konuda konuşan, topluma mesaj veren bir hukuk adamı belgelere dayanmak zorunda değil midir? İddia konusu “FETÖ/PDY Terör Örgütü” hakkında kesinleşmiş bir yargı kararı var da, bizim mi haberimiz olmadı? Peki 15 Temmuz’un failinin, hakkında yargı kararı olmayan bu “örgüt” olduğuna hangi ara karar verdiniz, ne zaman yargılama yaptınız ve ne zaman kesin karara ulaştınız? Bir terör örgütünden söz edebilmek için o örgütün kesinleşmiş yargı kararı ile terör örgütü olarak kabul edilmesi gerektiğini bilmiyor olamazsınız.
Yargıtay Başkanlığı bununla da yetinmiyor ve basın açıklamasının devamında bakın ne diyor: “…FETÖ/PDY terör örgütü tarafından sahte belge ve dijital delil üretilmesi, gizli tanıklık, yasa dışı dinleme ve teknik takip gibi koruma tedbirleri aracılığıyla bir kısım hâkimlerin ve Cumhuriyet savcılarının hukuku bir silah gibi kullandıkları, diğer güçlü delillerin yanı sıra bu örgüte mensup hâkim ve Cumhuriyet savcılarının yazılı, görsel ve sosyal medyada da kolaylıkla ulaşılabilecek itiraflarından açıkça anlaşılmaktadır.”
Hukuk cinayeti demek yeterli olmuyor artık, çünkü ard arda seri cinayetler söz konusu. Bahsettiğiniz bütün bu konularda elinizde kesinleşmiş bir yargı kararı olmadığı halde konumunuzun gereklerini de hiçe sayarak nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsunuz? “Örgüte mensup hakim ve Cumhuriyet savcıları” öyle mi? Kim onlar, örgüt mensubu olduklarına hangi mahkeme karar verdi, neye dayanarak bunu söyleyebiliyorsunuz? Yargılama süzgecinden geçmemiş ve mahkemede ikrar edilmemiş “itiraf” adı altındaki beyanlara kesin hüküm nazarıyla bakmanız ise yine ayrı bir hukuk cinayeti. Hakim ve savcıların, itirafçı olmaları için hücreye konulup tecrit edildikleri, OHAL var denilip yakınlarıyla ve avukatlarıyla görüştürülmedikleri, kalem/kağıttan yiyeceğe varıncaya kadar ihtiyaçlarının sağlanmayarak işkence edildiği, itiraf adı altında sonradan alınan ifadelerin maddi ve manevi baskı ortamında alındığı gibi hususlar belki dikkatinizden kaçmış olabilir (!) ancak gizlilik kararı olan, sanık ve avukatlarına dahi bilgi verilmeyen dosyalarda mevcut ifadelerin “yazılı, görsel ve sosyal medyada kolaylıkla ulaşılabiliyor” olmasını sorgulamamış olmanıza ne demeli?
Mesele aslında bu kadar açık ve net
Hukuku ayaklar altına almanızdan sonra kalkıp AB’ne ders verircesine: “Mesele bu kadar açık ve net iken, Raporda bu konudaki tespitlere yer verilmemesi ve bu yapının bir terör örgütü olduğunun kabul edilmemesi üzüntüyle karşılanmıştır.” demeniz karşısında eminim AB yetkilileri ne kadar haklı olduklarına kanaat getirmiş, bu modern çağda sahip olduğunuz hukuk anlayışınız ve yargısız infaz kabiliyetinizin yüksekliği karşısında hayret ve üzüntülerini gizleyememişlerdir. Ne diyelim, gerçekten içler acısı bir durumla karşı karşıyayız.
Şimdi kalkıp da mesleğinin zirvesine ulaşmış bu yargıçlara, Anayasa’nın 38/4. maddesinde geçen “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/2. fıkrasındaki; “Hakkında suç isnadı bulunan bir kimse, hukuka göre suçlu olduğu kanıtlanıncaya kadar masum sayılır.” hükümlerinde mevcut en temel insan haklarından biri olan “masumiyet karinesini” hatırlatmak hicap duyulacak bir durum gerçekten.
Sözün burasında yargı etiği ilkelerinden bazılarını tekrar hatırlatmakta da fayda var sanırım; “Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır…” Meseleye bir de bu ilkeler ışığında bakınca, yargının tepesinde bulunan bir kurumun, söz konusu davaların önüne gelmesi muhakkak olan bir konu hakkında ve ilk derece mahkemelerini etki altına alacak tarzda böylesine pervasız davranmaları kabul edilemez bir durum.
15 Temmuz akşamı Türkiye lanetle karşılanacak bir olaya şahit oldu. Olayın gelişimi herkesin malumu. Kısaca belirtmek gerekirse; Bir yaz günü, saat 22.00 sıraları, insanlar uyanık ve sokaklarda, bir grup asker Boğaziçi Köprüsünün bir yönünü trafiğe kapatmış. Bir süre sonra TRT ve CNNTÜRK yayınlarına 5-10 askerle müdahale edilmiş. Ancak hiçbir iktidar mensubuna dokunulmamış, değişik TV kanallarında canlı yayınlara katılıyorlar ve korkusuzca “fail FETÖ’dür” deyip insanları sokağa davet ediyorlar vs.
Peki 15 Temmuz’un faili gerçekte kim?
Olayın hemen başında siyasilerin bütün kin ve nefretleriyle “FETÖ/PDY” deyip işaret ettikleri (AB Raporundaki tabirle) Gülen Hareketi mi? Savcılar ve HSYK, maddi gerçeği araştırmak yerine hemen olay anında ve ertesi gün bu söyleme nasıl, hangi delille itibar edebildiler?
Olay hakkında pek çok soru işareti vardı ve bunlar çeşitli mahfillerde soruldu ve sorulmaya devam edilmekte. Yukarıda sözü geçen basın açıklamasında “fail FETÖ’dür” diyen Yargıtay Başkanlığına, “15 Temmuz’da bu örgütün silahlı bir örgüt olduğu ortaya çıktı” diyen HSYK üyelerine ve diğer tüm iddia sahiplerine burada kendi mesnetsiz argümanlarıyla sormak isterim: “40 yıldır Devletin tüm kurumlarına sızan, kumpaslar kuran, 14 yıldır ülkeyi yöneten iktidar dahil herkesi kandırmış olan, 160’a yakın ülkede örgütlenen, tutuklanan ve ihraç edilen general ve subay/astsubay sayılarına göre ordunun yarıdan fazlasını kontrol ve hareket ettirme kabiliyeti bulunan, son derece sinsi ve profesyonel bir örgüt, ülke geçmişinde darbe tecrübesi de bulunduğu halde, nasıl oluyor da böyle başarısız bir girişime imza atıyor? Çizdiğiniz tabloya sahip bir örgütün bir darbe kalkışmasından başarısız çıkma ihtimali olabilir mi?
Aslında faili meçhul olan ve siyasi irade tarafından gerçek faili de bulunmak istenilmeyen bu olayın faillerini tespit etmek için sorulacak birinci soru “bu olayın kimin işine yaradığı” dır ki, bu sorunun cevabı herkesin malumu. İkinci olarak, güya darbeden haberdar olmadıkları halde 16 Temmuz sabahında ellerinde başta TSK ve yargı olmak üzere tüm kurumlarda tasfiye edilecek, göz altına alınacak kimselere ilişkin listelerle ve KHK metinleriyle hazır vaziyette arz-ı endam eden kimselerin bu olayın gerçek failleri hakkında bilgi sahibi olabilecekleri asla gözden uzak tutulmamalıdır.
Nitekim ünlü Alman dergisi FOCUS’ta 24 Temmuz’da yayınlanan; “Darbe çatışmasının başlamasından yarım saat sonra İngiliz istihbarat kurumu GCHQ, Türk Hükümetinin telefon, e-mail ve yazılı yazışmalarını yakaladı. Bu yazışmaların içeriğinde şu bilgiler geçiyor: “Yarın temizlik (tasfiye) operasyonları başlatılsın ve darbenin baş yöneticisi Gülen ilan edilsin!” şeklindeki haberde de aynı noktaya işaret edilmektedir.
Aklını siyasi iradeye kiraya vermemiş olan her insan bu olayın bilinen bir darbeye benzemediğini, ardında başka hesaplar ve senaryolar bulunduğunu düşünmekte ve gün geçtikçe bu durum daha da netleşmektedir. Bu olay üzerindeki şüpheler her geçen gün artmasına karşın, başta HSYK ve yüksek yargı temsilcileri her nedense baştan beri siyasilerle söylem birliği içerisinde ve konumlarını da hiçe sayarak failin “FETÖ/PDY” olduğunu söylemekten çekinmemektedirler.
Ergenekon yargılamalarında bunlar yapılmadı
Çok yakın geçmişte Ergenekon yargılamalarını da gördü Türkiye. Bugün bu şekilde yargısız infazda bulunan ve masumiyet karinesini ayaklar altına alan yargı mensuplarının aksine, Ergenekon davasına bakan mahkeme “Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ)” denilerek bu hataların işlenmesinin önüne geçmek için duruşmada “iddia konusu Ergenekon Terör Örgütü” denilmesi konusunda ara kararı almıştı, o tarihten sonra her yerde ve her metinde bu ibare kullanıldı. Yine hiçbir mahkeme “iddia konusu ETÖ” propagandası yapmak suçundan açılan davalarda mahkumiyet kararı vermedi, ana davanın sonuçlanması beklenildi. Hatta “ETÖ” hakkında terör örgütü olduğuna ilişkin bir yargı kararı olmadığı gerekçesiyle beraat kararı verenler bile oldu. Bir de şimdiki duruma ve seviyeye bakın. Eleştirdiğin bir hususta daha kötüsüne imza atmak ve eleştirdiklerinin dahi gerisine düşmek ne korkunç bir sükut değil mi?
Yargı mensuplarının, “bilmiyorum ama paralel yapı yaptı” diyen vatandaştan bir farkınız olması gerekmez mi?
Bu haberin altına “bilmiyorum ama paralel yapı yaptı” videosu iyi giderdi… https://www.youtube.com/watch?v=Z3yL6vdWZ3o