PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Devlet, en geniş ölçüde toplumun örgütlenmiş halidir. Devletin varlığı normal koşullarda toplumun ortak iradesini işaret eder. Her toplumun asgari müştereklerde bir ortalaması bulunur. Bu ortalama, özellikle kolektifin istikametini, yani yönünü belirler. Toplumu oluşturan insanlar rastgele bir araya gelmiş bireylerden oluşmaz. Aralarında anlamlı bir iletişim, etkileşim, kimlik, bir arada yaşama gayesi, ortak hedefler ve amaçlar, “biz” duygusu ve hepsinden önemli olmak üzere, bir arada yaşama arzusu var olmak zorundadır.
Adı konmamış da olsa, tarihte birçok başarılı toplum örgütlenmesi, devletlerini oluştururken bir anayasaya sahipti. Anayasacılık akımı çok sonraları başlayan, modern bir proje de olsa; ortak kültür, ortak hukuk, ortak örf, ortak gelenekler, kolektif aidiyet, “normal addedilenin” tanımı gibi birçok nitelik, bu toplumlarda belirgin olarak ortaya çıkan özelliklerdi. Genellikle din ekseninde şekillenen bu nitelikler, adı konmamış bir anayasa gibi, toplumu ve onun en tepe örgütleniş yapısı olan devleti bir arada tutuyordu.
Modern dönemle beraber, kaçınılmaz olarak toplumların örgütleniş biçimlerinde ve kimliklerinde önemli değişiklikler ve dönüşümler yaşandı. Modernite dediğimiz sürecin dinamikleri arasında elbette reformasyon ve sekülerizmin doğuşu, teritoryal devletlerin doğuşu, merkezi otoritenin yaygınlaşması ve küçük birimlerin merkezi büyük devletin kontrol ve güdümüne girerek hiyerarşide altlara kayması, teritoryal merkezi devletlerin ulus devlete dönüşmesi ve “ulus inşası” süreçleri gibi merhaleler gerçekleşirken, en başta gelen sorunsallardan biri devletin yönüydü.
Yön tayin etmek, salt mobiliteye veya coğrafyaya ilişkin bir özelliği nitelemez. Toplumların aidiyetleri ve kendi öz algıları bakımından da mobilite söz konusudur. Nerede olunduğu ve vereye gidileceği şeklinde özetlenebilecek sosyolojik mobilite, şüphesiz siyasal tercihlerle alakalı olduğu kadar kimlikler evrenine ilişkin bir boyuttur. Zaten o kimlikler evrenidir ki, siyasal tercihleri etkileyen, hatta belirleyen ideolojik donelere altyapı ve zemin oluşturur. Bu ideolojik unsurları siz fark etmeseniz de, onlar vardır. Onları sosyalizasyon süreçlerinizde içselleştirirsiniz. Nefes alırken vücudunuza giren oksijen gibi, siz bunu fark etmeseniz de, o vardır.
Sürecin varlığını basit birkaç test veya deneyle kanıtlayabilirsiniz. Örneğin adı konmamış doğal anayasa derken, sizin neyi normal ve neyi normal dışı – anormal – addettiğinizi, bunun neden böyle olduğunu, bu normal ve anormali nelerin belirlediğini düşünmelisiniz. Zamanın ruhuna uygun şekilde, normale ve anormale ilişkin tasavvurların değiştiğini hepimiz biliriz. Fakat bu değişimin analizini yapmayız ve ona nelerin neden olduğunu çoğu zaman merak bile etmeyiz. Ayrıca hayatın akış hızında bu felsefi konuları düşünmeye muhtemelen çoğunlukla zamanımız da olmaz. Ancak bu konu önemlidir. Çünkü bu dinamikler her zaman toplumun tümünü ya da tamamını aynı hızla, aynı istikamete götürmez. Doğal anayasa dediğimiz geleneksel yaşam döngüsü kırılmaya başladığında, ideolojik evrenden gelen etkiler temelli birçok etkiye açık kale gelirler. Bazı toplumlar dönüşüm ve değişimi birlikte yaşarlar ve kazasız-belasız yeni bir yere ulaşırlar. Bazı başka toplumlar ise bunu başaramaz ve bir tür santrifüj etkisine girer.
Santrifüj etkisi olumlu bir şey değildir. Bir allak-bullak oluş, bir savrulma, bir ayrışma, başkalaşma ve beraberinde gelen karşılıklı ötekileşmeler, zincirleme tepkiler gibi akar durur, insanları kimliksel seviyede yersiz yurtsuzlaştırır. Oluşan kesimsel bloklar, aidiyetleri perçinler ve standartlaştırır, grupsal aidiyetler bir tür savunma mekanizmasına dönüşür, bireyler bireysel otonomilerini terk eder ve grupsal güvenceye kavuşmak için ana akımlardan birini bir futbol takımını fanatikçe tutar gibi desteklemeye başlar.
Kutuplaşmalar böyle doğar. Keşke salt kutuplaşmayla da kalsa; nefret kültürü, toleranssızlık, paralel toplumlar, anomi, kopuş, kaos – toplumun kanseri diyebileceğimiz birçok görüngü bu süreçte hücresel seviyede bir dejenerasyona ve bütünlük kaybına sebebiyet verir.
Anayasalar, yazılı hale gelirken, başarılı olanları genellikle yazılı olmayan fiili “anayasayla” (gelenek, din, örf, adet, yerel hukuk, vs.) bağ kuranları oldu. Anayasacılık hareketinin başlangıcı, diğer birçok modern projede olduğu gibi Hristiyan Batılı toplumlardı. Bu işin de merkezini Avrupa oluşturdu. Avrupa anayasaları oluşurken, her türlü politik ve iktidarsal türbülansa ve çatışmaya karşın daima sonucunda konsensüse ve ortak akla ulaşmayı başardı. Çünkü bu toplumlar sosyo-ekonomik ve kısmen modernitenin toplumu dönüştürme hızı ve yönüne yönelik farklılıklarına karşın, genel ortalama olarak yaşam biçimleriyle ülkelerinin yönü arasında bir denge kurabildi.
İki ekstrem kutup arasında git-gel yaşamadan, modernleşmenin sancıları kolektif çözümler üretmek üzerinden hafifletildi. Devlet, bu transformasyonda kullanılan bir alet oldu. Devlete tapış veya devletin fetişleşmesi söz konusu olmadı, ya da olma girişimleri sekteye uğratıldı. Mega-ideolojik toplumsal mühendislik projeleri olan komünizm ve faşizm aşıldı ve liberal demokratik hukuk devletleri kendi düzenlerini oturttu.
Bu sistem de mükemmel değildir. Ancak olanın en iyisidir.
Türkiye toplumu doğan anayasasını biçimsel bir toplum sözleşmesine dönüştüremedi. Yaşam biçimiyle devletin mimarisini ve o mimarinin götüreceği istikameti belirleyen anayasalar, Türkiye tarihinde daima bir kesimin diğer bir kesime kendi tasavvurunu kabul aracı olarak kullanıldı. Bunun istisnası yok maalesef.
Esasında bu da sosyolojinin siyasete – ya da politik mücadeleye – yansımasıdır. Diğer bir ifadeyle anomali normaldir. Önce içtimai savruluş, ardından politik kaos geliyor. Türkiye’de de olan budur.
Devletin fethi üzerinden devletin farklı kesimler üzerine tahakküm aracı olarak kullanılması, Türk modernleşmesi denen Osmanlı-Türkiye dönemlerini kapsayan modernleştirme hareketleri için ortak bir özelliktir. Türkiye toplumu fragmentlere ayrıldı. Belki de bu fragmentlerin bir arada tutulduğu bir tutkal vardı ve bu da ceberut devletti. O devlet çağın gereklerinden dolayı dönüşmek durumunda kalınca, toplumsal kumaşın farklı ve birbirini sevmeyen dokuları kıyasıya bir rekabete başladılar. Bu mücadele hiç bitmedi. Osmanlı’dan miras olarak Cumhuriyet’e geçti. Aynı Osmanlı toplumsal dokusunun mikro evren olarak Cumhuriyet’e intikal etmesi gibi, yeni devlet kurabilirsiniz, ama sosyolojinin hayaleti sizi terk etmez. Türkiye Cumhuriyeti devleti de yamalı sosyolojiyi devraldı ve kaderini biraz da bu belirlemiş oldu.
Vücudu kumaşın malzemesine uydurmak yerine, kumaşı (sosyolojiyi) vücuda (devletin istediği formata) getirmeye çalıştılar. Bunu istisnasız devleti ele geçirmek isteyen her grup yaptı. Ele geçirmek diyorum, çünkü asgari müştereklerde uzlaşmamış, buna niyeti de pek olmayan, paralel toplum fragmentleri daima bu taktiği izledi. Başka yazılarda da kullandığım bir terimle ifade etmek gerekirse şayet, bu devlet sürekli “birilerinin devleti” oldu, tüm toplumun devleti olamadı. Çünkü tüm toplumun üzerinde birleştiği bir tür gayrı resmi ve sivil anayasa olmadı. Hukuksal anayasa metinleri de cumhuriyetin ideal insanını yaratma hedefi güden manifestolar ola geldi.
Üzerinde anlaşılmış ve içe sinmiş bir anayasa yapamamış olmak, bir devlet için varlık sorunudur. Hayır, konuyu anlamsız bir güvenlikleştirme üzerinden geliştirip, “o zaman güçlü devlet olmalı” türü bir mesaj falan verme niyetim yok. Bilakis, yazının başında ele aldığım devlet tanımına gönderme yapıyorum; devlet toplumun örgütlenmiş halidir. Ama bu normal toplumlar için geçerli. Eğer sosyolojiniz toplum değil, paralel toplumcuklar ürettiyse, çatı bir devlet ve onun birleştirici bir anayasası üzerinden ortak gelecek ve ortak erek tespit ederek mutlu-mesut yaşamak mümkün olmuyor.
Santrifüje girmiş bu tür sosyolojilerde onarıcı, birleştirici, müşfik devlet denemeleri ve onların civic coğrafi kimliğe dayalı “yeni ortak kimlik üretme” denemelerinin daha fazla şansım oluyor. Türkiye bu şansı 1920’den 1923’e giden süreçte kaçırdı. 23 Nisan bunu bize hatırlatıyor ve tarihin ziyaret edilmemiş, konfor bozucu tozlu raflarından hepimize “Benden ders alın” diye fısıldıyor.
Yönsüz devlet, yönsüz toplumların kaderidir.