YORUM | M. NEDİM HAZAR
Nicedir sabahlardan nefret eder hale geldim.
Gün geçmiyor ki, sabah uyandığımda kötü bir haber almayayım.
Zaten berbat bir çağın bahtsızıydık, şimdi koronavirüs filan derken, günde birkaç tanıdığın ölümü, tutuklanması haberleri artık tahammül edilmez bir acı veriyor.
Ancak bazı zamanlar, durup hapishanede çile çekenleri, ülkeyi terk edemeyenleri düşündükçe insan kendi haline şükrediyor belki ama başta yakınları olmak üzere tüm ülke için acı çekiyor.
Emin olun kimsenin yurt dışında bir eli yağda bir eli balda yaşadığı filan yok. Herkesin çilesi farklı, acıdan herkes kendi nispetine düşeni alıyor, herkesin imtihanı farklı farklı.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Dolayısıyla art niyetlilerin ‘fişteklemesi’yle sakın ola ki “Yurt dışına kaçtınız rahatınız yerinde, siz kendinizi kurtardınız” filan demeyin.
Ve fakat elbette bu süreçte en ağır imtihanı yaşayanlar şüphesiz hapishanelerde esir tutulan mazlumlar.
Sadece ülke değil, dünya tarihinde görülmeyecek bir zulüm karanlığının tam ortasındayız.
Hapishaneler tıka basa mazlumlarla dolu ve muktedir intikamın verdiği merhametsizlikle masum insanlara akıl almadık zulümler, işkenceler yapıyor.
Merhum Necip Fazıl, “yılanlı kuyudan” dediği günlerini anlatırken gerçek melceyi bulmuş bir hazine avcısı mutluluğuyla sarılır kaleme çoğu zaman. Şöyle haykırır mesela bir yerde: “Sarf edenler! İflas edeceksiniz. Biriktirenler! Kazanacaksınız…”
Zordur zindanda hayatı damla damla tüketmek. Hele ki intikam, kin, nefret uğruna birileri sizi masumiyetinize rağmen eziyet ve zulüm adına kapatıyorsa karanlık kapanlara, çok daha zordur. Sultanuşşuara şöyle betimliyor çifte zulümâtı: “Siz karanlığın deposunda, büsbütün karanlıkta kalmanın ne demek olduğunu bilir misiniz? Buz deposunun içine yağan kar…”
Kardeşim Mehmet Baransu’nun verdiği bir mülakat hatırıma geldi. Hapishanede yaşadıklarını anlatmıştı o zamanlar. Baransu’nun anlattıklarını okuyunca insanın nasıl zalimleşebileceğini görmek, ürkmekle beraber benzersiz bir iç sızısı kaplıyor insanı. Bir başka mazlum Gültekin Avcı şöyle anlatmıştı: “Yatağınızda ya da iç çamaşırınızı değiştirirken bile gözlüyorlar. Pencereye mahremiyet için gazete yapıştırdığınızda derhal yırtıyorlar.”
Baransu’nun anlattıkları ise insanım diyen herkesi insanlığından utandıracak cinstendi: “Demir ve beton yığınları arasında bir yaşam. Bir kibrit kutusu açın, kibrit konulan yer havalandırma, kapalı yer koğuş. Tuvalette banyo yaptırıp, abdest aldıran bir dindar iktidarımız var. Hücreden daha çok içime dokunan bu durum. İhtiyaçlarımızı kantinden alıyoruz. Su buharında yemek ısıtıp, buharda yemek yapıyoruz.”
Dolayısıyla bugün “derdim var” diyene hapishanedeki yaşlıları, kadınları, çocukları, bebekleri düşünmelerini salık veriyorum hep.
Bunları bildiği halde, bugün mazlum ve mağdurlar arasında ayrım yapmayı insanlığına yediren Can Dündar da şöyle anlatmıştı hapishaneyi: “Kalın beton duvarların ardından bekçi düdükleri işitiliyor; içerde floresanın biteviye ıslığı… Soğuk. Gündüz güneşi bile avluya uğramadan geçiyor; bina öylesine itici… Havalandırmanın ışığı, pencerenin kahverengi parmaklıklarında parçalanıp soluk gölgeler halinde hücremin zeminine vuruyor. Asık suratlı çıplak duvar, sarışın bir kuyu sanki… Duyduğu tüm sesleri büyütüyor: Su, çağlayan gibi çınlıyor; kapı çarpması, gök gürültüsü… Yalnızlık da çoğalıyor o kuyuda, özlem de…”
Kuyu ve yalnızlık…
Büyük imtihan.
Zalim, insanın bu en önemli zaafını kullanmak ister her zaman. Yalnızlaştırmak en gaddar cezalandırma yöntemlerinden biridir. Necip Fazıl anlatıyor: “Allah’ım; bana tahammül ver yalnızlığa! Bir şeyler, müthiş bir şeyler oluyor gibiyim. İkiye bölünüp kendi kendimi boğmak, kendi kendimi yutmak gibi hisler içindeyim. Allah’ım; bana tahammül ver yalnızlığa! Dudağımda derin ve kâmil bir tebessüm, emrettiğin çileyi doldurayım. Fakat yıkılmayayım.”
7 ya da 12 yıl kimsenin arayıp sormadığı bir zindanda kaldığı rivayet edilir Yusuf’un (as). Yine rivayet edilir ki, Allah’ın peygamberi bir gün kendisini ziyaret eden meleğe (Hz. Cebrail) şöyle sorar: “Benden razı mı?” Olumlu cevap alınca şöyle der: “Burada haksız yere tutulmam, cehennemde zakkum yemekten, irin içmekten, ateşten elbiseler giymekten ve katran gömleklere bürünmekten daha yeğdir.”
Eflatun mağara alegorisinde hakiki manzarayı görebilmek için, insanın içindeki zindandan gerçek ışığa kavuşması gerektiğini söyler. Dolayısıyla dünyevi olan kısıtlamalar, zulümler bir noktadan sonra anlamsızlaşır zindan sakinleri için. Sadece zalime karşı bir acıma hissi kalır bakiye olarak.
Öyledir çünkü, başta bu tür zulümleri yapanlar olmak üzere, bu ülkede yaşayan herkes çok iyi biliyor ki, bugün zindanlarda çürütülmeye çalışılan bu insanlar şayet arzu etselerdi tam tersi bir hayat yaşıyor olabilirdi.
Birazcık da olsa teselli mahiyetinde yine merhum Kısakürek’in beliğ ifadesiyle noktalayalım:
“Allah, Gafur ve Rahim. Ne sıkılıyorsun?”