YORUM | YUSUF ÜNAL
Romanlarda hayata bir bütün olarak bakabildiğimiz için de severiz onları. Olayların başını ve sonunu aynı anda görebiliriz onlarda. Kahramanların yükseliş ve düşüşlerini, iyimserlik ve karamsarlıklarını, gençlik ve yaşlılıklarını. Bunu yapabilmek bize, modern yaşamla parçalanmış bütünlük algımızı adeta, geçici olarak da olsa geri verir.
Son günlerde okuduğum Gabriel Garcia Marquez’in Kırmızı Pazartesi kitabında bu bütünlüğü yakaladım. Roman bir cinayet romanı, töre cinayetinin. Olaylar Kolombiya’da bir kasabada geçer ve şaşalı bir düğün sonrasında yaşananları anlatır. Gelinin bakire olmadığını anlayan damat, onu kolundan tutup babasının evine geri götürür. Gelinin ailesi onu döver ve kendisini kimin iğfal ettiğini sorar. Kasabanın gençlerinden, Arap göçmeni, yakışıklı, zengin ve güçlü birinin adını verir; Santiago Nasar. Yoksul ve zayıf ailesinin ona zarar veremeyeceğini vehmeder. Ancak işin içine ailenin namusu ve toplumun baskısı girmiştir artık, o lekenin temizlenmesi gerekir! Gelinin domuz besleyip kasaplık yapan iki ağabeyi vardır. Ellerine keskin kasap bıçakları tutuşturulur, dolduruşa getirilir ve henüz gün ağarmadan kasabanın sokaklarında Santiago’nun peşine düşerler.
Kasabayı boydan boya gezerken karşılarına çıkan herkese Santiago Nasar’ı sorar, onu öldüreceklerini ilan ederler. Bu, bir yerde yardım çığlığıdır; söyleyin ona kaçsın, elimizi kana bulamasın demektir ancak onları ciddiye alan çıkmaz. Sözlerini kimi sarhoşluklarına verir, kimi bu işi göze alamayacak kadar naif olduklarını düşünür, kimi Santiago’nun onlara pabuç bırakmayacağına hükmeder. Sonunda maktulden başka herkesin haberinin olduğu ve kimsenin onu uyarmadığı, herkesin bir sebeple sustuğu hunhar bir cinayet işlenir. Bu sebeple kitabın orijinal adı “İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü” konulmuş zaten. Kitap için toplumların suç karşısındaki umursamazlığını, sessizliğini ve ikiyüzlülüğünü anlatmaktadır denilebilir.
Bunlar çok yapılan ve bilinen yorumlar. Bu son okumamda benim dikkatimi romanın başka bir yeri çekti: Cinayet işlendikten, Santiago Nasar mezara, ağabeyleri kodese gittikten sonra bunlara sebep olan gelin Angela Vicario bütün bunlarla nasıl baş etti acaba? Önceki okumamda bu soru aklıma gelmemişti doğrusu. Yeryüzüne nasıl sığabildi, onca yükü nasıl taşıyabildi? Belki de intihar etmiştir diye düşündüm; belki de sevimsiz, huysuz, hırçın ve asabi bir kişilik olarak yaşlanıp gitmiştir.
Ama dedim ya, romanlar bir hayatın başını ve sonunu bize aynı anda gösterebilirler. Sorularımın cevapları kitabın içerisinde var. Romanın anlatıcısı faciadan yirmi üç yıl sonra onunla görüşür. Santiago’nun yakınlarının misilleme yapacağından korkan ailesi olayın hemen sonrasında kasabayı terk etmiş. Gittikleri yerde sıfırdan bir hayata başlamışlar. Anlatıcı da benim gibi çökmüş, yaşlanmış yahut asabi birisiyle karşılaşacağını umarken karşısına hayatına anlam katmış, hünerli, aklı başında, dingin, neşeli ve hâlâ güzel bir kadın çıkar. Deniz gören evlerinin penceresinin önüne oturmuş, tel çerçeveli gözlükleriyle makinesinde iş işlerken şiirsel bir çerçeve içerisinde görür onu. Saçlarına sarımtırak aklar düşmüş, arkasındaki kafeste habire şakıyan bir kanarya vardır.
Genç yaşında onca yıkımı yaşayan ve yıkımlara sebebiyet veren birisi nasıl olmuştu da hayatına sıfırdan bir anlam verebilmişti? Yazarla birlikte ben de şaşırdım buna ve satırların izini takip ettim. Öyle ya, onun yüzünden bir genç öldürülmüş, ağabeyleri hapse girmiş, ailesi yurdunu terk etmiş, insanlar birbirine düşmüştü.
Angela Vicario bir defa, kendisinin canlı bir cenaze olması için elinden geleni ardına koymayan annesine boyun eğmemiş. Hakkında söyleneceklere kulak asmamış, ondan beklenildiği gibi davranıp hayata küsmemiş. Hayatında belki ilk defa iradesinin dizginlerini eline alıp neyi isteyip neyi istemediğine bizzat kendisi karar vermeye başlamış, iradesinin efendisi olmuş. Düğünden önce son derece silik ve edilgen olan kız gitmiş, yerine tuttuğunu koparan, ne istediğini bilen, başına buyruk biri gelmiş. Elinin bir iş tutması bunu yapmasını kolaylaştırmış tabi. Onunla hem kafasını meşgul etmiş hem hayata tutunmuş. Öte yandan yine meşgalesi vesilesiyle onun geçmişiyle ilgilenmeyen, onu yargılamayan, sorgulamayan yeni bir çevre edinmiş. Başına gelenleri ne saklamış ne gizlemiş, ne de utanmış onlardan. Bilakis isteyen herkese cömertçe anlatmış hikâyesini. Tuhaf bir rahatlıkla anlatırmış üstelik. Anlattıkça içindeki zehir boşalır ve rahatlarmış. Benim Hengâme romanımdaki Aslı Hoca karakteri gibi konuşa konuşa tedavi etmiş kendisini.
Bunlara ilave olarak günün birinde kendisini baba evine getirip bırakan damada mektuplar yazmaya başlamış. Senelerce hiç cevap alamamasına rağmen her hafta azından bir mektup yazmaya devam etmiş. Başlarda öfkesini, nefretini, sitemini yazarken sonraları aşkını, sevgisini, özlemlerini yazmış. Bir süre sonra neler yazdığını, kime yazdığını unuturcasına sabahlara kadar yazmış ha yazmış. Aralıksız on altı sene, iki bin mektup. Yazdıkça zihni durulmuş, billurlaşmış, olup bitenlere doğru ya da yanlış bir mana yüklemiş, bir mahfil bulmuş onlara ve barışmış geçmişiyle, yazgısıyla.
Angela Vicario yaşadığı ve sebep olduğu bu büyük yıkımlardan sonra işte bunlara tutunarak ayakta kalmakla kalmayıp kendi yaşamının iplerini eline almış. Kırmızı Pazartesi onun düşüşünü ve düştüğü çukurdan çıkışını, çıkış yollarıyla birlikte, bütüncül olarak bize gösterebilen bir roman. Dünya çapında çok okunmasının bir sebebi de bu bütünlüğü tek bir kare gibi okura gösterebilmiş olması sanırım.
Kırmızı Pazartesi’yle ilgili benzer bir değerlendirmemi şu Youtube linkinde bulabilirsiniz: