YORUM | VEYSEL AYHAN
Bazı insanlarla tartışma boşunadır. Her şeyin en doğrusunu onlar bilir.
Ekonomiyi o kadar iyi bilirler ki karşılarına Keynes çıksa dinlemezler.
Dini o kadar iyi bilirler ki İmam-ı Azam gelse kabul etmezler.
Böyle bir insana ne deseniz boşuna.
Konuşurken sizi dinlediğini sanırsınız ama kendi argümanını hazırlıyordur.
Örnek verirsiniz, o kendi örneğiyle meşguldür.
Bu tür kendi doğrusuna “iman” etmiş “kesin inançlı” insanlarla tartışmak lüzumsuz.
Ve zaman kaybı.
Buna bir de okumadan yorum yapanlar eklendi.
Eskiden insanlar bir metni okurdu. Gerekiyorsa tekrar okur, sonra yorum yapardı.
Şimdilerde “okuma dönemi” bitti, “bakma dönemi” başladı.
Hele yazı uzunsa üç-beş paragrafın başlığını okuyorlar, zaten yazar hakkında da peşin bir kanaatleri vardır, basıyorlar hükmü.
Sonra da size şu Farsça dizeyi okumak kalıyor:
“Men çe guyem, tamburem çe zened?” (Ben ne diyorum… tamburam ne diyor?)
Böylelerini bir kenara bırakarak, “Hizmet, ticaret ve dostluk” yazısına gelen “makul” eleştirilere cevap vereyim:
“ORTAKLIĞA KARŞI ÇIKILIR MI?”
Şöyle diyorlar:
“Bu çağda ortaklığa karşı mı çıkılır? Ticarette çok sığ düşünüyorsunuz.”
Ben ortaklığa karşı çıkmıyorum. Şirket kuracak insanlara “Şarklılıktan dolayı kavga edecekseniz bu işi yapmayın” diyorum. “Sütten ağzımız yandı, yoğurdu bile üfleyerek yiyin”, diyorum.
Bunu derken ortak olup sonra kanlı bıçaklı hale gelen insanları, kardeşleri, akrabaları düşünüyorum.
Bunu derken tüm varlığını satıp yeni bir hayata başlamak için bir başka ülkeye giden ve orada kurduğu bir ortaklık yüzünden her şeyini kaptırıp dımdızlak ortada kalan editör arkadaşımı hatırlıyorum.
Bunu derken en seçkin insanımızı bile acımadan dolandıran, nadir de olsa “ensar” kılıflı “sansar”ları ima ediyorum.
Bunu derken sığındığı ülkede tutunacak dal arayanlara, evin bir köşesinde gizlenmiş yılanları gösteriyorum.
Bunu derken hemen her coğrafyada gariban avına çıkmış, çarpa çarpa yol alan “yerli” piranalardan bahsediyorum.
Şimdi ben üstü kapalı bunları ima ediyorum. Sevdiğim bir arkadaş dünyanın öbür yanından arıyor. “Yazına katılmıyorum. Biz gayet güzel ortaklıklar yapıyoruz.”
ORTAKLIK NASIL OLUR?
Ortaklık bir kültür işidir. Profesyonelliktir. İş ahlakıdır. Etik ilkelerdir.
Varsa bu özelliklere sahip insanlarınız, buyursun yapsın. Böyle ortaklığa can kurban.
Kendilerini tanımakla iftihar ettiğim ve otuz yıldır ortaklık yapan iki arkadaşım var.
Fıtrat ve karakterleri birbirine çok uyumlu değil.
Ama birbirlerine katlanıyorlar.
Her biri gerektiğinde diğerini sırtında taşıyor.
Kuralları var.
Prensiplerle hareket ediyorlar.
“Hizmet”i işlerine karıştırmıyorlar. (Veya istismar etmiyorlar diyeyim.)
İş yerine girdiklerinde duygularını vestiyere bırakıyorlar.
Ve bu “birbirine tahammül” o şirketin “sadakası” oluyor.
Allah tuttuklarını altın ediyor.
Böyle bir ortaklıkta, böyle bir yolculukta Allah, “üçüncü” ortak oluyor.
İnayetiyle onları sarıp sarmalıyor.
Ama sizde bu nitelikler yoksa -ki maalesef yüzde doksanımızda yok- üç gün sonra kavga edip ayrılacaksak, ben diyorum ki “Ne olur aman ortak olmayın, ‘10’ kazanacağınıza ‘1’ kazanın. Dostluğunuza zarar gelmesin.”
Ama arkadaş yorum yapıyor. “Eski kafalısın. Hocaefendi 80’lerde bile ortaklığı teşvik ederdi.”
NETWORK MARKETİNG SİSTEMLERİ MESELESİ
Ben şunu yazdım:
“Bir ticaret şekli ve usulü, bulunulan ülkenin kanunlarına uygunsa, bir yasayı bypass etmiyorsa, ‘hile-i şeriye’ içermiyorsa tabii ki herkes bu işi yapabilir.”
Ama dini hassasiyeti olanlar işin fıkhi yönünü ayrıca araştırabilir. İşte bunun örneği, diyerek Yüksel Çayıroğlu’nun Network Marketing Sistemi’nin İslam Fıkhı açısından tahlili yazısını işaret ediyorum. Ve “İşinin uzmanı bir başkası farklı bir şey söylerse onu da yayınlarız.” diyorum.
Bir başka uzman Yusuf Demirtaş Hoca’nın, Samanyolu Haber’de “Network marketing sisteminin fıkhî ve ahlâkî boyutu nedir?” başlıklı bir yazısı yayınladı.
Daha sonra bir ağabeyimiz bu fıkhi yazılara karşı, cevabi bir yazı gönderdi.
Bu yazı, işinin ehli bir fıkıh uzmanı tarafından yazıldıysa niye yayınlamayalım?
Ama değil.
Metnin altında bir tıp profesörü, bir ilahiyatçı ve bir iş adamının imzası var.
Üçünün de ortak özelliği o işten para kazanıyor oluşları.
Bağımsız fıkhi yazılara “karşı” bağımlı bir “esnaf fâkih” yazısı.
Her medya kuruluşu okuruna karşı sorumludur.
Bir firma çalışanı veya dağıtıcısı objektif olamaz.
Böyle bir metin olsa olsa “reklam” olabilir.
Şimdi siz söyleyin, bunu yayınlamak doğru mu?
Bir müftü sattığı ürün için “caizdir” diye fetva verebilir mi?
Verse geçerliliği olabilir mi?
Sonrasında ne oldu?
“Siz nasıl bizim yazımızı yayınlamazsanız” diye koparılan kıyametler…
Haberi kaldırtmak için baskılar… Hatta tehditler…
Fakat ben bu lobi gayreti ve performansını görünce asıl şuna üzüldüm.
Bu sevgili ağabeyim ve diğer imza sahipleri, bu iş için gösterdikleri gayret, sosyal medya kullanımı, direniş, azim ve kararlılığı “ila-yı kelimetullah” için kullansa her halde bu zamanın büyük birer velisi olurdu.
Malum firma bu durumdan çok mutludur herhalde.
Hasbi, çalışkan ve kaliteli bir lobi kadrosu var!
“NİYE HEP KÖTÜ ÖRNEKLERİ SIRALADIN, GÜZEL ÖRNEKLERİ SAKLADIN!”
Benim uyarım usûle dairdi. İçeriğe değil. Ürünü kötülemedim. Ürünün keyfiyeti, şifası, kullanana hayat üflemesi benim konum değil. Bunun tahlili bağımsız bilim insanlarına düşer.
Demek istediğim şu:
“Lütfen bu ‘emsalsiz’ ürünleri cami içinde ve cami bahçesinde satmayın. Ne satacaksanız dışarıda satın. Başımıza ne geldiyse Hizmet’le ticareti birbirine karıştırdığımız için geldi. Hala ibret almayacak mıyız?
Ve de satış ve tanıtım için cemaat sosyolojisini istismar etmeyin, abiliği ve dostluğu bu işlerle zedelemeyin. İnsanların boğazına çökmeyin.”
Yoksa kim kimin ticaretine karışabilir ki!
TUHAF ZAMANLAR
Maalesef çok tuhaf zamanlardan geçiyoruz.
Bebekler annelerinden ayrılırken, ortalık gözyaşı ve feryatla inlerken, bazılarımızın en önemli gündemi, bir firmanın itibarını kurtarmak ve bu firma için canhıraşane lobi yapmak…
Daha acısı da günün sonunda bu birbirinden değerli arkadaşlarımızın kendilerini ve çevrelerini yıpratmaları…