YORUM | YAVUZ ALTUN
2002 yılında ABD ordusu Afganistan’a girdiğinde, yönetimde Taliban vardı. Dar bir kadroydu, popüler iradeye değil kaba kuvvete dayanan bir azınlık idaresiydi. 2021 yılında ABD ordusu Afganistan’dan çekilirken yine yönetimde Taliban var. 70 bin kişilik bir militan grubu, jargondaki adıyla “devlet-altı yapı” (sub-state actor), başkent Kabil’i kan dökmeden ele geçirdi. Karşısında duracağı varsayılan 300 bin kişilik “modern” Afgan ordusu savaşmadı bile. Elbette işin askerî, teknik detayları var. Mesela ABD’nin hava desteğini kesmesi, mesela bu “modern” orduyu idare edenlerin işbilmezliği, mesela ABD’nin başından beri desteklediği Kuzey İttifakı’nın Taliban’dan bile daha dar bir grup olması… Ama ortada bir “Taliban gerçeği” var ve bunu etraflıca düşünmek gerekiyor.
“Barbarlık söylemi” bir gerçeği yansıttığı kadar, başka bir yığın gerçeği de örtüyor. Dünyayı “iyilerle kötülerin savaşı” şeklinde okumak, kendinizi “iyiler” kategorisine koyuyorsanız moral açıdan rahatlatıcı, fakat “kötüler” dediğiniz grubun tamamen aklını kaçırmış deliler olduğunu varsaydığınızda, onunla mücadele edemez hâle geliyorsunuz aslında. ABD gibi bir süpergüç için bu pek sorun olmayabilirdi. “Terörist” damgasını vurduğu herkesi ezip geçeceğini düşünebilirdi. Ancak 2001’den bu yana dünya çapında gösterilen gayretler, “küresel terör” ile mücadele etmek bir yana, dünyayı daha da “güvenlik merkezli” bir noktaya taşıdı. El Kaide’nin “modernize” ettiği terör yöntemleri, IŞİD’le birlikte farklı noktalara taşındı. Dahası, en liberal insanlar bile “terör” karşısında pek çok özgürlüğü feda edebilecek duruma geldi.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Politikacıların her türlü problem karşısında önce silahına davranması, terörü gerçekten mümkün kılan şartlarla mücadeleyi de hâliyle zorlaştırıyor. ABD’nin Afganistan’da ve Irak’ta ve hatta Suriye’de anlamak istemediği de bu. “Ahlakî üstünlüğüne” çok fazla güvenen Batı liderliği, kendi ülkelerindeki “orta sınıf ahlakı” ile dünyanın geri kalanındaki insanların yaşadığı şartların eşitlenemeyeceğini bir türlü göremedi. Taliban’ı, IŞİD’i ya da bir başka silahlı “barbar” grubu yeterince çirkin, yeterince öcü gösterirse, yereldeki insanların da desteği çekeceğini varsaydı. Neticede Afgan halkı neden Taliban yerine Amerika destekli, modern bir hükümeti tercih etmesindi ki?
Burada, Taliban’ın kan döken, vahşice katliamlar yapan, kadınları baskı altında tutan, küçük çocuklara tecavüz eden militanlara sahip olduğu gerçeğini bir kenara koyalım demiyorum. Bu mümkün değil. Ama yıllarca Taliban’a “barbarlar” diyerek halkta “aydınlık bir gelecek” umudu yeşertip ardından Taliban’la Katar’da masaya oturup birden arkanıza dönüp gidiyorsanız, burada yalnızca bir “diplomatik başarısızlık”tan bahsedemeyiz. Bakın bu dünyanın her yerinde böyledir: Eğer bir sistemin, bir yönetimin, bir grubun “kötü” olduğunu iddia ediyorsanız ve bu önkabul üzerine müdahalede bulunuyorsanız, “daha iyisini” ortaya koymak ve yaşatmak zorundasınız. Yoksa? Yoksa, “kötü” dediğiniz şey gerisin geriye gelir. İnsanlara artık “Neden bununla mücadele etmiyorsun?” diyemezsiniz.
Fransız İhtilali’nin ardından “ancien regime” denerek “eskiye ait” ilân edilen monarşi, ihtilalin liderliğini yapan kadroların birbirine düşmesi, sokaklarda terör estirmesi ve bir anlamda vaat ettikleri “yeniyi” kuramaması sebebiyle Napolyon Bonapart’la birlikte yeniden ihdas edilmişti. Evet, bir şeyler değişmişti ama baskıcı, otoriter imparatorluk geri dönmüş, ihtilalcilerin hayalindeki “demokrasi” kurulamamıştı. Nitekim Fransa’da çalkantılar yıllarca sürecek, 20. yüzyılın ortalarına kadar da adam akıllı bir sistem (Cumhuriyet) inşa edilemeyecekti. Fransa burada “şanslı” bir örnek. Zira bütün bu çalkantıları yaşarken, koloniler sayesinde muazzam bir zenginliği evirip çevirebiliyor, aynı zamanda güçlü burjuva sınıfı sayesinde siyasi başarısızlıklara rağmen ayakta kalabiliyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazi işgaline karşın, savaş sonrası toparlanabilmişti çünkü Batı ittifakı içindeydi, sosyal, kültürel sermayesi vardı.
Bazen “devrim” yaptığınızı zannedersiniz fakat Çar Rejimini yıkıp yerine Stalinist Rejimi kurarsınız. Padişah’ı devirirsiniz fakat yerine Kemalist kültü yerleştirirsiniz. Toplumların daha iyi eğitim alacağı, ekonomik refaha ulaşacağı, gelecek nesillerinin geçmiştekileri geride bırakacağı sistemler kuramazsanız, eldeki “hazır araçlarla” toplumları idare etmeye devam eder, bu arada geçmişin hayaletinden de bir türlü kurtulamazsınız.
Afganistan gibi bir ülkeye gidip Taliban’ı “eski rejim” ilân edecekseniz, yerine işleyen bir sistem kurabilmeniz gerekir. Çünkü Taliban, basitçe bir “terör örgütü” değildir. Dünyanın en yoksul ülkesinde, belki de en gelişmemiş topraklarda, zorluklar içinde yaşayan insanların “devlet” namına gördüğü tek örgütlü yapıdır belki de. İnsanlar, “modern devlet” imkânlarına ulaşamadığında, en basitinden adalet, sağlık, eğitim gibi hizmetlerden mahrum kaldığında, Taliban onlara “el uzatan” tek grup. Bakın sadece Taliban gibi “ideolojik” bir örgüt değil, Latin Amerika’daki uyuşturucu kartelleri bile kontrol ettikleri mahallelerde “düzen sağlayıcı” aktör olarak devletin yerini alabiliyor. Hatta Latin Amerika ülkeleri koronavirüsle mücadelede bu silahlı çetelerin yardımına bile başvurdu.
Bir dönem Suriye ve Irak’ın neredeyse yarısını kontrol eden IŞİD de, kendisini “yozlaşmış, işlerliğini kaybetmiş” yerel yönetimlerin alternatifi olarak sunuyordu. Düşünsenize, hiçbir hizmet vermeyen ama bir şekilde sizi “yönettiğini” iddia eden insanlar gelip her şeyinize ortak oluyor, “zor kullanıyor” ve bu arada farklı bir grup geliyor, eğer onlara itaat ederseniz çöplerinizin toplanacağını, sağlık hizmeti alacağınızı, çocuklarınızın (iptidai şartlarda olsa bile) eğitim göreceğini, yeme içme gibi temel ihtiyaçlara kolayca ulaşacağınızı söylüyor. Kolayca, ilkeli ve tavizsiz bir biçimde, “Hayır siz barbarsınız, sizinle işbirliği yapmayız” diyebilir misiniz? Hele bilmem kaç nesildir o şartlarda yaşıyor, kaç evladınızı savaşlarda kurban vermiş durumdaysanız… Afganistan’da 20 yılda değişmeyen şeylerden biri de, bu yoksulluktu. 2007’de yüzde 36 olan yoksulluk oranı, 2020’de yüzde 47’ye çıkmıştı. Amerikan desteğiyle kurulan hastaneler, okullar, barajlar doğru düzgün işlemiyordu.
Modern devlet, demokrasi, eşitlik gibi prensipler, insanlar onları yaşatabilecek refaha, “kafa rahatlığına” sahipse anlamlı. Bugün gelişmiş ülkelerin “eğitim seviyesi” bile demokrasilerin sağlıklı işlemesi için yeterli olmayabiliyor. Manipülatif haberlere, alenen söylenen yalanlara karşı ortalama Batılı ülke vatandaşı bile “savunmasız” kalabiliyor. Nitekim Brexit kampanyasında da, Donald Trump’ın 2016 kampanyasında da gördük. Hâlen de 2020 seçimlerinin “çalındığını” düşünen milyonlarca Amerikalı var. Bunlar sadece “politik manevralar” değil. Demokrasinin temelini dinamitleyen, özgürlükleri kolayca rafa kaldırabilecek potansiyelde tehlikeler. Böyle bir durumda, Afgan halkından “kahramanlık” beklemek, hele ki yıllarca o topraklarda yaşayıp “yeniyi” inşa etmedikçe, adaletsiz bir tutum. (19. yüzyılın sömürgecileri de kontrol ettikleri topraklardan çekildiklerinde arkalarında adeta hadım edilmiş toplumlar bırakmışlardı.)
En barbar, en karanlık, en kötücül sistemler bile, belli oranda belli ihtiyaçlara cevap verebildiği sürece hayatta kalırlar. Mafya babaları, “devletin sağlayamadığı adaleti” sağladıkları için; dolandırıcılar, insanların “pastadan yeterince pay alamadıkları” düşüncesini tatmin edebildikleri için; diktatörler “kaotik dünyada bir düzen”, “güçsüzler için kendini güçlü hissetme imkânı” vaat ettikleri için ayakta kalırlar. Onları def etmenin yolu, işlerliği ve sürekliliği olan, herkese faydası dokunabilecek alternatifler ortaya koymaktır. “Yeni”yi tam teşekküllü bir biçimde kuramazsanız, “eski” hortlayıp duracaktır.