HABER-YORUM | KEMAL AY
Kitleleri mobilize etmek için akıl yetmez. Duygulara ihtiyacınız vardır. Gerekli duygusal durumu oluşturmanın en etkili yolu da kimliğe vurgu yapmaktır. ‘Unutma sen bir X’sin!’ dediğinizde, baskılanmış benliğe (süperego’nun boyunduruğundaki id’e) seslenmiş olursunuz. Burası aynı zamanda insanın ‘mağduriyet’ merkezidir. Şımarık bir çocuk gibi, ezikliğinin ve bastırılmışlığının kabahatini başkalarında arar. Kendi çabalarıyla ayağa kalkmayı, iç çatışmalarını dizginlemeyi, kendini suçlamayı ve muhasebe yapmayı beceremezse, ‘Unutma sen bir X’sin!’ diyen güçlü bir lidere abayı yakar. Kendini akışa kaptırır ve bu akış içerisinde mutluluğu arar.
Kimlik siyasetinin özü, üç aşağı beş yukarı budur. Kırılgan, özgüveni düşük, öfkeli ve yoksun (hem ekonomik hem de sembolik/kültürel yoksulluğa sahip) toplumların kısa sürede, çıra gibi, milliyetçilikle tutuşturulabilmesinin en büyük sebebidir bu. Krala ve aristokrasiye karşı, ‘eşitlik, kardeşlik ve özgürlük!’ talebiyle ortaya çıkan Fransız İhtilali’nin merkezden uzaklaştıkça, milliyetçiliğe dönüşmesini de bu formülle açıklayabiliriz. Aynı şekilde Batı’da emek sömürüsünü engellemek üzere ortaya çıkan ve gayet de başarılı olan Marxizmin, Latin Amerika dağlarında ya da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki milletler içerisinde ‘milliyetçilik’ şeklinde tezahürü de bu minvaldedir.
Yönetici sınıflarla, yönetilen (ezilen, sömürülen, aşağılanan) sınıflar arasındaki fark ne kadar açıksa, kimlik siyaseti de o kadar başarılı olur. Türkiye’de sosyalizmin Osmanlı’da Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler ‘öteki’ topluluklarda yaygın olması, Tanzimat’a kadar bu kesimlerin neredeyse hiçbir şekilde ‘siyasî özne’ olarak görülmemesiyle ilgiliydi. Aynı şekilde Cumhuriyet döneminde de hakiki manada Marxist hareketler, Kürt ve Alevi kimliklerini bayraklaştırarak yol aldılar çünkü en ‘dezavantajlı’ gruplar, yani ‘çıra gibi’ tutuşturmaya en elverişli vasat bunlardı.
FRANSIZ İHTİLALİ’NDEN ULUS İNŞA DÖNEMLERİNE
Anti-emperyalizmin kısa sürede bir ‘milliyetçilik şovuna’ dönüşmesi, post-kolonyal süreçte ‘milletlerin kendi kimliklerini bulma’ meselesinin sürekli gündemde olması, bu ‘ezilmişlik’ ve ‘sudan çıkan balık olma’ hâli ile ilgiliydi. Avrupa’nın ani ve beklenmedik zenginleşmesi, bir anda bütün dünyaya hükmeder hâle gelmesi, koloni faaliyetleri, sanayi devrimi, bilgi ve teknoloji tekelini ele geçirmesi dünyanın geri kalanında o bahsettiğim ‘sudan çıkan balık olma’ hâlini uyardı. Buna, savaşlar ve coğrafyaların yeniden dizaynı gibi meseleler de eklenince, dünyanın geri kalanındaki ‘kimlik oluşum’ süreçleri, beklenmedik şekilde travmatik oldu.
Bir İngiliz ya da Fransız’ın kendi iç dinamikleriyle kurguladığı kimliği ile bir Ortadoğu ülkesinin Batılılaşma/modernleşme hamleleri sonrası oluşan kimliği arasında ciddi iç ve dış farklar vardı. En basitinden Batı merkezinde ‘milliyetçilik’ aristokrasinin ve burjuva sınıfının taşıdığı bir meşaleyken, Batı dışında daha ziyade ‘otoriteye karşı’ gelişen bir halk hareketi şeklindeydi. Mesela Türkiye Cumhuriyeti kurulurken oluşturulan Türk kimliği, Osmanlı’yı bir ‘otorite’ (baba figürü) olarak kabul edip onun aksine bir gelişim sürdürmüştü. Yani Osmanlı ne ise, o olmamakla övünüyordu. İmparatorluklar çağının kapanmasıyla, bu topraklarda boy veren yeni ulusların çoğunda aynı travmatik etkileri görmek mümkün.
Bu sebeple de, Batı’da sol-sosyalist hareketler ‘milliyetçi ve muhafazakâr’ kurucu iradeye karşı çoğulculuğu savunurken, Türkiye gibi ülkelerde ‘sol-sosyalist’ hareketler bizatihi ‘kurucu irade’ gibi davranmış ve çoğulculuk meselesi daha ziyade sağ-liberal hareketlere bırakılmıştı. Demokrat Parti’nin, içindeki milliyetçi vekillere rağmen, CHP’ye nazaran daha ‘çoğulcu’ olmasının sebebi de, başlangıç noktasındaki bu açı farkıydı. Türkiye şartlarında hem kurucu iradeye sahip çıkıp hem de ‘çoğulcu’ olmak imkânı yoktu ki, CHP’nin yaşadığı travmanın özü de buraya dayanıyor. Bu sebeple de Türkiye’deki ‘ezilmiş’ grupların sesi olabilecek hareketler, Kürtler ve İslamcılar, 1990’larda yaşadıkları baskının yanı sıra bir ‘umut’ olarak da görülmüştü. Tarih bir tahterevalli gibi işliyorsa – ki inişler ve çıkışlar bunu ima ediyor – neden olmasındı?
YOKSUNLUK VE EZİLMİŞLİK, BU İŞLERİN YAKITI
Ancak bu ‘ezilmişlik’ kolay üstesinden gelinebilecek bir ruh hâli değil. Türkiye’deki Kürt kimliğine dayanan siyaset milliyetçi özünü saklamadı hiçbir zaman ve fakat çeşitli ezilmiş gruplarla iletişim kurarak daha geniş kapsamlı bir ‘sol siyaset’ kurmayı denedi. Bugün HDP’nin yüzde 10 barajının dayattığı ‘aşağılamayı’ rahatça kırıp geçebilmesi, bu stratejiyle oldu. Yine de HDP’nin arkasında sürekli daha stratejik ve pragmatik bir ‘saha siyaseti’ sürdüren PKK’nın varlığı, bu siyasetin geniş çapta bir iktidar alternatifi olmasını engellemektedir.
İslamcılar ise 1990’lardaki kırılmadan sonra, ‘kurucu irade’nin dışında, çoğulcu, başörtüsü meselesinden ötürü daha fazla kadınlara yaslanan, yüzü Batı’ya dönük, ittifak arayışı içinde bir harekete evrilmişti. Bu, post-kolonyal dönemin ilk safhasıydı. Küreselleşme, yeni ittifaklar doğurmuştu. Batı’daki sol-liberal-demokrat kanat, Batı dışındaki ‘milliyetçi-muhafazakâr’ otokrasilere karşı çıkan Marxist ya da İslamcı kadrolarla işbirliği yapmaya başlamıştı. Bu, milliyetçiliğin gerilemeye başladığı, kimlik siyasetinin yerini ekonomi temelli sosyal politikaların aldığı bir dönemdi ve uzun süre böyle gideceği varsayılıyordu. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı.
İlk problemlerden biri, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Balkanlarda milliyetçiliğin yeniden üretilmesi ve iç savaşların yaşanmasıydı. Buna, ‘post-sovyet’ etkisi dendi. Uzun süre Sovyetler Birliği’nin ‘sindirici’ politikaları altında yaşayan özneler, yeni durumda bir ‘kimlik’ ihtiyacına giriyordu ve bunun karşılığı olarak da milliyetçilik revaçtaydı. Ancak bunun yaygın olacağı düşünülmemişti. İkinci şok, Latin Amerika’da yayılmaya başlayan popülizmdi. Ortadoğu’daki İslamcıların karşılığı, Latin Amerika’daki popülist sosyalizm olarak görülebilir. Bu da, ekonomik duruma bağlandı ve kitlelere daha iyi şartlar vaat eden popülizmin kazandığı yorumu yapıldı.
‘TÜRKİYE MODELİ’NİN ÖNEMİ
Bu dönemde ulusalcılara karşı bir saf kuran, çoğulcu ve Batı’ya dönük bir siyaset benimseyen Türkiye ‘en başarılı model’ olarak görülüyordu bu sebeple. Ancak başlayan şey, aynı zamanda kendi bitişini de doğurmuştu farkında olmadan. 2001’deki ‘cihatçı’ terör saldırılarının akabinde Ortadoğu’daki ılımlı İslamcılık, ‘cihatçı’ anlayışa panzehir olarak görülmüştü fakat bu arada radikalleşmenin sadece ideolojik yönüne dikkat edilmişti. Oysa, radikalleşme her şeyden önce ‘ezilmişlik’ psikolojisinin bir tezahürüydü ve ABD’nin 2002’de Afganistan’a, 2003’te Irak’a girmesiyle, bombanın pimi çekilmiş oldu. Saddam’ın gitmesi, tek başına şartları iyileştirmeye yetmeyecekti. Kitleler, yoksunluk duygusunun ve öfkenin giderilmediğini görünce, yeni ‘afyonlar’ aramaya yöneldi.
Amin Maalouf, 1998 gibi erken bir tarihte, Ölümcül Kimlikler kitabında küreselleşmenin Batılılaşma olarak algılandığını ve bunun bir karşı-eylem doğuracağını yazmıştı. Nitekim küresel rekabet, bir yandan Çin ve Hindistan gibi ticaret devlerinin yükselişine şahit olsa da, Batılı ulus-ötesi şirketlerin ‘tekeli’ ve medya alanının Batı tarafından domine edilmesi karşısında Batı-karşıtlığını yeniden en kullanışlı etki olmasını netice verdi. ABD’nin başarısız Afganistan ve Irak seferleri, yükselişi tetikledi. Dahası küresel, kimlik siyasetini reddeden, ‘dünya vatandaşları’ doğurmayı planlayan fikrî yönelimlerin diyalektiği olarak yerelleşme ve milliyetçilik yeniden hortladı. Üstelik bu kez 1900’lerin başındaki gibi modern-seküler bir ‘ulus inşası’ olarak değil, bilakis modern-seküler merkeze karşı ‘cemaatleşme’ kurgusu içinde bir kimlik siyaseti olarak tezahür etti.
İLK MİLLİYETÇİ DALGADAN FARKI
Geçmişe dönük kimlik parçaları gelişi güzel toplandı. Mevzu sadece ekonomik refah filan değildi. Bilakis milyonerler çıkaran Hindistan’da ‘benlik inşası’ da beraberinde geldi. Sayısal çoğunluğa dayalı bir sandık demokrasisi, ‘Bakın biz de demokrasiyi uyguluyoruz’ denilerek meşruiyet aracına dönüştürüldü. Hâlihazırda yoksunluk içindeki öfkeli kalabalıkların, bu yeni milliyetçilik/cemaatçilik etrafında konsolide edilebilmesi için kutuplaşma yoluna gidildi. Elbette bir kimlik inşası, ‘düşman’ icadından geçiyordu. Bunun için de ya eski düşmanlıklar kullanıldı ya da yeni düşmanlar bulundu. Ama en önemlisi, Sovyetlerin çöküşü ve Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla dünyaya kendini ispat eden liberal-demokratik düzen, ciddi anlamda sorgulanmaya başlandı.
İlk milliyetçi dalga, Birinci Dünya Savaşı’nı ve akabinde faşizmi, hemen ardından da İkinci Dünya Savaşı’nı doğurmuştu. İngiliz ve Fransız milliyetçiliğinin ve bunu destekleyen kolonyalizmin bir kopyasını oluşturmaya çalışan Alman ve İtalyan milliyetçiliği, ülkelerindeki ‘çoğulcu’ fikirleri bir çeşit ‘düşmanlık’ olarak görüp yeni bir kimlik dayatmaya kalktı ve huzursuz, ezilmiş, özgüvensiz kitleleri harekete geçirip faşizmi mümkün kıldı. Bu yeni milliyetçi dalganın nasıl felaketlere yol açacağını ise henüz kestiremiyoruz. Üstelik bu kez Anglo-Sakson iktidarları (Amerikan ve İngiliz muhafazakârlığı), bu türlü kimlik siyasetinin merkez konumunu teşkil etmeye başladı.
Erdoğan’ın küçük bir kız çocuğu üzerinden şehitlik, bayrak gibi kavramları kullanarak mobilize etmek istediği halk da, dünyadaki benzerleri gibi bu yeni kimlik siyasetinin tesiri altında. Ne diyelim, sonumuz hayrolsun…