Yeni hayatımıza manen/psikolojik olarak hazırlık yapmalıyız

SALİH HOŞOĞLU | YORUM

“Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.”

Yeni bir ülkeye yerleşmek ve o ülkede kök salmak kolay bir süreç değildir, kolay olmadığını yaşayarak gördük, görüyoruz. Çeşitli nedenlerle bu süreç aksayabiliyor, sarpa sarabiliyor. Bu süreçte herkes farklı alanlarda zorluklar yaşayabiliyor.

Göçmenler hassas bir dönemde oldukları için basit problemlerden bile daha fazla etkileniyorlar ve kötü hissedebiliyorlar. Yaşanandan daha çok hissettiğimiz şey önemlidir, çünkü hadiseleri herkes kendi bakış açısıyla değerlendirir ve hisseder. Almanya’ya sığınmak zorunda kalan bir kadın kendilerine canla başla yardımcı olan ve uzun zamandır Almanya’da yaşayan bir Türk kadınının bir sözünden dolayı çok ciddi şekilde kırılmıştı. Yunanistan’a çok sayıda sığınmacının geldiği konuşulunca yerli hanımefendi “O sığınmacıları da Alman hükümeti bizim vergilerimizle finanse edecek!” demiş ve bunun karşı tarafı kıracağını aklına bile getirmemiş.

Demem o ki 10 yılı aşan bu süreç herkesi çok yaraladı ve hassas hale getirdi, yeniden uyum sağlayıp iyileşebilmeleri için iyi bir rehabilitasyon vetiresine ihtiyaç var.

Yeni hayatımıza kolayca uyum sağlayabilmemiz için maddi ve manevi hazırlık gerekiyor. Bu hazırlık en başta yapılırsa daha etkili ve başarılı olabilir(di) ama nereden başlansa kârdır diyerek bu hazırlığı yapmamız gerekiyor. Bunun için bazı temel kabullerimizi değiştirmemiz veya düzeltmemiz gerekebiliyor. Buna bir çeşit “niyet tazelemesi” ve veya “niyet tashihi” diyebiliriz.

Eğer hayatımızın gayesi rahat etmek, çok para kazanmak, lüks yaşamak gibi dünyevi hususlara kaymışsa bunları daha ulvi, insani gayelerle değiştirmek icap ediyor. Bu kayma yavaş yavaş olabilir. Bazen kendimiz, eşimiz, çocuklarımız, ülkenin görece iyi gittiği günlerde veya sürecin de etkisiyle, yanlış beklentilere girebilir, gaye-i hayalimizi unutabiliriz. Belki çoğumuz bu tarz bir kaymanın farkında bile olmayabiliriz. Yeni hayatımızın iyi meyveler verebilmesi için niyetimizin berraklaşması gerekiyor.

Ayrıca eskiden sahip olduğumuz ve şimdilerde kaybettiğimiz hususları kendimize kabullendirmeliyiz. Yeni dönemde psikolojik olarak en zor konu statü ve çevre kaybının kabullenilmesidir. Özellikle eski işimiz ve pozisyonumuzla yeni ülkemizdekini kıyaslamaktan vazgeçmeliyiz.

Tarlasına gübre taşıyan kişi ‘pis’ değildir!

Bütün toplumlarda beyaz yakalı işler daha makbuldür ve bu süreçte Türkiye’yi terk edenler genelde beyaz yakalı işler yapıyorlardı. Şimdi mavi yakalı veya kahverengi yakalı bir işle başlamak durumunda kalabiliriz ve bu bizim için ciddi gerilim kaynağı olabilir. Eskiden sahip olduğumuz maddi imkanları, saygınlığı vesaire düşünüp üzülebiliriz. Böyle bir üzüntü ve kırıklık her türlü atılımdan geri kalmamıza sebep olabilir. Her ne sebeple olursa olsun geçici veya kalıcı olarak o pozisyon ve imkanlarımızı kaybettik, bu gerçeği kabullenmeli ve yeni hayatımızı mevcut imkanlarla yeniden dizayn etmeliyiz.

İmam-ı Gazali’nin “Tarlasına gübre taşıyan bir kişi pis değildir!” sözü hayata bakışımı değiştiren sözlerdendir. “Legal ve helal olan her iş güzeldir!” ilkesini benimsemekle bu süreci aşabiliriz. Bu kabul bizim kabiliyetlerimiz ve eğitimimize uygun daha iyi işleri araştırmamıza ve şartlar elverince oraya geçmemize mani değildir.

Yeni ülkemize entegre olabilmek için bulunduğumuz ülkeyi ve insanlarını sevmeliyiz. Şu ana kadar sev(e)mediysek sevmeye çalışmalıyız, sevdirmesi için Allah’a dua etmeliyiz. Eskiden beri yaygın olan bir uygulamayı hatırlamamız faydalı olabilir. Yeni bir beldeye gidildiğinde Cenab-ı Hakkın orayı bize sevdirmesi için bir sabah namazında varsa o beldenin merkezi bir camisine gidilir ve dua edilirdi. Varsa o beldede medfun maneviyat büyüklerinin ruhuna dua okunur, onlardan manen izin istenirdi.

İster iltica ederek isterse başka yolla geldiğimiz bu ülkeyi ‘vatan’ edinmek istiyorsak onu ve içindekileri sevmemiz ve onu başkalarıyla (mesela Türkiye ile) kıyaslamamamız lazım. Psikolojik olarak kendimizi dışladığımız bir ülkede rahat olamayız, etrafımızdakilerle sağlıklı ilişkiler kuramayız. Yaşadığımız ülkenin iyiliği, başarısı ve yükselişi ile sevinmiyor, sıkıntıları ile üzülmüyorsak problem bizde demektir. Bu aşamada herkes kendine şu soruyu sorabilir, “Ben bu ülkede yaşamak, çocuklarımı burada büyütmek ve burada ölmek istiyor muyum? Mezarımın bu ülkede olmasını istiyor muyum?”

Unutmayın; buradakilerin bize borcu yok!

Unutmayalım, kimse bizi buraya davet etmedi, buradakilerin bize bir borcu yok. Bu ülkelere gelenlere sığınma hakkı, birçoğuna barınma ve geçinme desteği, dil öğrenme imkânı sunuldu. Sanki bu toplumdan alacaklıymışız gibi bir tavır içinde olmak asla doğru olmaz.

Hakikaten bulunduğumuz toplumla kimyamız uyuşmuyorsa sevebileceğimiz başka yere göçmenin yollarını arayıp bulmalıyız. Yukarıda bahsettiğim niyet tahsisi ve ülkeyi benimseme adımları orada kalıcı dostluklar kurabilmek için önem arz ediyor. Bu içsel dönüşümü yaptıktan sonra dışarıda karşılaşacağımız olumsuzluklar, engellemeler vesaire bizi yıldırmayacaktır. Bakış açımızı olumluya döndürünce her vesile bizim entegrasyonumuza hizmet edecektir.

Bulunduğu ülkeyi sevme ve o ülkeye adapte olma konusunda çok sayıda iyi örnek var ve bunu bir seri halinde Youtube üzerinden Tutunanlar serisi şeklinde yayınlıyorlar. Oradaki örneklere baktığımız zaman başarılı olmuş kişilerin temel olarak bulundukları ülkeleri sevdiklerini, o ülke insanlarını kritik etmek yerine anlamaya çalıştıklarını, hızla o ülkenin dilini öğrendiklerini görüyoruz. Her ülkede bulunan iyi insanlarla bir şekilde temas kurup yardımlaşmak gerekir. Bu da bize yeni kapılar ve imkanlar açar. Bizler her türlü teması bir dostluk, en azından tanışıklık vesilesi yapmaya odaklanmalıyız.

Sisteme dahil olmak… 

Bulunduğumuz ortamlarda tartışmalı konulara girmekten ve başkalarıyla rekabetten kaçınmalıyız. Kimseyle bir şeyleri paylaşmıyoruz. Kimsenin makamına yahut işine talip değiliz. Almanya’da bir üniversitede bursla çalışmaya başlayan Türkiye’de profesör olan mühendis bir akademisyene hocası, “Burada profesör olmak istiyor musun?” diye sorar. “Evet.” cevabını alınca da “Bunun için benim ölmem yahut emekli olmam lazım, benden sonra bekleyen iki kişi daha var, sana sıra gelmez.  Senin burada kadrolu profesör olman mümkün değil ama sana burada ders verme imkanı verelim. İyi bir firmada da iş bulalım, bizim hocamız olarak kal.” der.

Dediği gibi de yaparak o meslektaşımızı sisteme bir yerden dahil eder. Önemli olan yeni geldiğimiz bir ülkede sisteme bir yerden giriş yapmamızdır. Alt basamaklardan başlamaya razı olmalıyız.

Göç sonrası karşılaşılan zorluklarla ilgili ciddi çalışmalara ihtiyaç var. Bu konuda yapılmış çalışmalardan sonraki yazılarda örnekler vermeyi umuyorum. Bir sonraki yazıda maddi hazırlıkları irdelemek niyetindeyim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

8 YORUMLAR

  1. Sayın Hocam, yazınızda değindiğiniz konular ana hatları ile biliniyor olsa da yazı içeriğinde, satır aralarında ortaya koyduğunuz güzel argümanlar, örnekler ve farklı yaklaşımlarınız bizleri daha da motive ediyor.
    Yazılarınızdaki entellektüel bilgi, veri ve tecrübelerinizin yanında, okuyucuya arkadaş ortamında bir arkadaşı ile sohbet ediyor hissi veren sade, sıcak, anlaşılır bir üslubunuz var. Bu yüzden tarzınızı da çok beğeniyorum. Teşekkürler. Emeklerinize sağlık.

  2. Yazı serisi güzel olmus bence. Ailem dergilerine eklenecek yeni bir ana konu başlığı gibi. Ama burda yayınlanması daha faydalı. Insanların pozitif yönlendirilmeye ihtiyaçları var.

  3. Psikolojik olarak kendimizi dislamiyorsak da ne yaparsak yapalım etrafımızdaki insanlar tarafından dislaniyorsak ne olacak peki? Bu dışlanma sadece bize özgü bir durum da değilse, etrafta bizim gibi tek tük diğer milletlerden olan insanlar da yerlilerle birçok ortak noktaları olmasına rağmen dislaniyorlarsa özelikle ne olacak? Yazıldığı gibi olmuyor işte öyle her şey, şişede durduğu gibi durmuyor, teorinin bir de pratiği var. Üstüne üstlük böyle bir ülkenin en önemli yükselişlerinden birisi ırkçılık veya daha genel manada “öteki düşmanlığı” alanında ise nasıl sevinebilir ki bir insan bu ülkede olduğuna? Çocuklarını havuz derslerinde üryan duş almaya zorlayan ve bunu kültür olarak kabul etmekle de kalmayıp üzerine yönetmelikle legalize etmiş bir ortamda nasıl büyütebilir bir insan? Bu insanın böyle bir ülkede öldüğü zaman nasıl defnedileceği bile mechulken, kendisine her yıl bir kira bedeli ödenmek zorunda olan mezar yeri bakmaya gönlü el verir mi? Her şey yazıldığı gibi toz pembe olmuyor. Bu ülkeler bizi alıp bağırlarina basmıyor, tamamen onlar gibi ol(a)madikca. Biz buralara adı üzerinde sığınıyoruz. Bu ülkelerin de sömürgecilik ve kölelik kavramlarının yerini dolduracak bir iş gücü kaynağına ihtiyaç duydukları apaçık bir vakıa değil mi? Hal böyleyken tek taraflı olumlamalarla hayalden dünyalar inşa etmek yerine artısı eksisi ile gerçeklerle yüzleşmek ve bu gerçekleri olduğu gibi kabul edebilmenin yollarına bakmak lazım gelmez mi? Her şey insanın kendi kafasında olup bitmiyor. Bir insanın A sehrinden B şehrine bile seyahati kısıtlı durumdayken, elinde doğru dürüst bir pasaportu olmayıp da istediği gibi dünyanın herhangi bir yerine seyahat edemiyorken, velev ki etse bile gideceği yerlerin herhangi birisinde RTEnin kulları tarafından alıkoyulma riski taşıyorken bu insana sadece olumlama ile destek olunabilir mi?

    • Dedikleriniz yürek yakıyor ama o toplumların mevcut karakteri bu şekilde ve sizler orada kendinize yer edinmeye çalışıyorsunuz.
      Kendiniz gibi olanlar ile birarada olmaya çalışmanın yanında o toplumlarda saygın bir yer edinmeye çalışmalısınız. Bunu yaparken kendi değerlerinizden geçici olarak ödün vermek gerekebilir mi, maalesef evet. Turkiyede başı kapalı okumanın yasak olduğu zamanlarda başını açarak, peruk vs ile okumak gibi.
      Oralarda da kişi, para ve makam olarak etkili yerlere geldikçe resim değişecektir.
      Diğer türlüsü heryerdeki gettolardaki fakir insanların hayatlarına döner zamanla. Almancı dediğimiz insanlar gibi. Eğitim, dil olarak yeterli yere gelememiş, kısa yoldan parayı elde etme amaçlı yaşayan, o topluma içten içe düşman olan, onları ahlaksız bulan ama kendi ailesinde o savunduğu ahlakın zıttına yaşayan vs. Bugün hemen olmaz belki ama zamanla olabilme riski var.

      Unutmayın kaçtığınız (daha doğrusu sizi itmiş olan) toplum daha iyi değil. Alıştığınız, doğru bulduğunuz bazı âdetleri var ama oralarda göremeyeceğiz devasa yanlışları var. Çocuklar çıplak duş almıyor belki ama nice çocuğa hem de din kisveli bir yerde tecavüz edilince iktidara yakın olduğu için üstü kapatılıyor. Devletin polisi bir çocuğa belki de alkollü iken çarpıp sonra o çocuğu evinin önüne atıp intihar etti denilebiliyor. Ve daha nicesi. en kötüsü ise o toplum bunları baş üstüne kabul edip bunların musebbiblerini deli gibi alkışlıyor.
      Velhasıl zor tabii ki ama görece küçük şeylere takılıp güzellikleri kaçırmayın. Sizden sonra geleceklere yer yurt hazırlama görevinizi de unutmayın 🙂

      • Müsaadenizle bir ifadenizi alintilayip somut örnek vereceğim.

        “Kendiniz gibi olanlar ile birarada olmaya çalışmanın yanında o toplumlarda saygın bir yer edinmeye çalışmalısınız. Bunu yaparken kendi değerlerinizden geçici olarak ödün vermek gerekebilir mi, maalesef evet.”

        Çalıştığım kurumda 2008 yılında bir doğu Avrupa ülkesinden Almanya’ya göç etmiş, bu güne kadar geçen sürede iki farklı bransta uzmanlik almış, sonrasında Profesör olmuş ve hali hazırda benim de çalıştığım kliniğin ikinci sıradaki yöneticisi konumunda bulunan 40 li yaşlarda son derece genç dinamik ve aktif bir insanın “bile” maruz kaldığı ayrımcılığı her gün görecek olsaydınız, yine de saygın yer edinmeye çalışmanın ve bu uğurda gerekirse Allah’ın kesin bir emri olan tesettür gibi bazı hükümlerden de taviz verilebileceğini salık verir miydiniz bilemiyorum. Benim her iş gününde gördüğüm bu örneğin birebir kopyasını kısa süreli olarak bulunduğum birçok başka ortamlarda da müşahede etmiş olmasam, bireysel bir durum deyip geçebilirdim belki. Kendisinden bahsettiğim Prof. ile son derece yakın da olduğum için bu duruma sadece maddi kazanç uğruna katlandığını biliyorum. Geçtim Türk olmayı, çekik gözlü olmayı veya siyah tenli olmayı, Hristiyan asıllı bir Avrupalı’ya bile pozisyon olarak altında çalışan insanlar tarafından veya farklı branşlardaki meslektaşlari tarafından yapılan bu muameleye hergün şahit oluyorken, arkadan gelen kime hangi yurdu hazırlamayı hedef edinebilirim ki? Başka yerlerde gerçekten somut olumlu örnekler de olabilir, bişey diyemem. Lakin şu da var ki, bazı insanlar hayallerle, zihinlerinde kurdukları ütopyada yaşamaktan memnun olabiliyor, pek tabii olabilirler de, bu da bireysel bir tercihtir sonuçta. Ancak şahsım adına içinde bulunduğum buz gibi somut gerçekler ortadayken İslam’a dair en ufak bir taviz vermeyi hatta bunu akla getirmeyi dahi zül addederim, böyle bir durumdan Allah’a sığınırım. Tavizlerin çözüm olmadığı benim durumumda kabulden veya şahsi yorumdan da öte somut bir vakia.

        Türkiye’nin tarifi oldukça zor ve şahsi kanaatimce ilahi bir ihsan olmadan kurtulması mümkün dahi olmayan bir bataklık olması, Avrupa’nın veya genel anlamda Batı dünyasının “wonderland” olmadığı gerçeğini değiştirmiyor maalesef. Kurtuluşun adresi olarak Batıyı görmek veya göstermek benim açımdan imkansız bir durum.

        Nihayetinde ulaştığım sonuç şu ki, hayat denen kavram topyekûn bir imtihan ve her bir birey içinde bulunduğu duruma göre sabırla ve şükürle kendi hayat sınavını ahiret aşamasında başarıya ulaşacak şekilde sonlandırmaya gayret etmeli. Bu dünyaya uzun vadeli yatırımlar yapmanın, zihinde sürekli birşeyleri alıp vermelerin zarardan başka getirisi yok.

  4. Hocam, bu güzel yazı için bende teşekkür ederim.

    ### Büyük Bir Keşif: Tutumların Gücü ve Başarıya Etkisi

    Standford Üniversitesi psikoloji profesörü Carol Dweck, aslında bir gerçeği yeniden ortaya koydu. Dweck ve ekibi, insanların başarılarını belirleyen en önemli faktörlerden birinin zeka veya doğuştan gelen yetenekler değil, TUTUMLARI olduğunu ortaya koydu.

    İnsanların bazılarının, Sabit Zihniyete sahip olduğunu belirtiyor, bu bilim adamı. (Fixed Mindset)

    Yani, zeka ve yeteneklerin sabit ve değişmez olduğuna inanan insanlar, SABİT ZİHNİYETLİLER.
    Bu zihniyete sahip kişilere, bu tutumlarının şöyle etki ettiğini belirtmiş.

    Hata yapmaktan korkarlar. Zorluklarla karşılaştıklarında çabucak pes ederler ve kendilerini geliştirmek yerine geri çekilirler. Performanslarının düştüğünü ve POTANSİYELLERİNİN çok altında kaldıklarını gösteriyor.

    İkinci bir grup Zihniyetten bahsediyorlar bir de. Gelişim Zihniyeti (Growth Mindset)

    Yani, zeka ve yeteneklerin çaba ve öğrenme ile geliştirilebileceğine inanan insanlar.

    Böyle düşünen insanlarda gözlemlenen davranışları özetlemişler:

    Hataları birer öğrenme fırsatı olarak görürler. Zorluklarla karşılaştıklarında daha fazla çaba sarf ederler, sürekli öğrenirler ve kendilerini geliştirirler. Araştırmalar, bu kişilerin yüksek motivasyonla çalıştıklarını ve çok daha başarılı olduklarını gösteriyor.

    Dweck kanıt olarak, ekibinin yaptığı sayısız deney ve gözlemi sunuyor. Hatta, toplumdaki diğer katmanlar dışında, doğrudan çalıştığı üniversite de de denemiş bunu. Stanford Üniversitesi’nde öğrencilere gelişim zihniyeti öğretilmiş ve bu öğrencilerin akademik performanslarında inanılmaz bir iyileşme gözlemlenmiştir.

    Oysa ki, Stanford gibi bir üniversite de olan öğrencilerin, bilinç, motivasyon yönüyle zaten geçmişleri orta da. Öğrenciler dışında, diğer toplumsal katmanlardan aldığı örneklem gruplarında da durum farklı olmamış.

    Benzer bir durumu, Albert Bandura tarafından ortaya koyuyor.

    Bandura, özetle şunu söylüyor. Bir işi başarabileceğimize inanmazsak, o işi denemekten bile kaçınırız. Ama kendimize güvenirsek, zorluklarla karşılaştığımızda daha çok çalışırız ve hedeflediğimiz şeylerde başarılı oluruz.

    Yukardaki satırlarda, BAŞARI kavramı üzerinden bir okuma da eksik olur. Başarı, insanların gerçeklerine göre değişebilir. Ben sadece, insan isterse neler yapabileceğine dair, bir katkı için verdim onları.

    Yani, olayı dünyevi bir zeminde alıp, başarı, iş, meslek eksenli bir yazı bir yaklaşım diye düşünülmemeli.

    “Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.” diyor Bediüzzaman.

    Ben kendi çerçevemden, Gaye-i Hayalim var diyenin, dilinde gaye-i hayal cümleleri ile dolaşanların, bulunduğu ülkelerin DİLLERİ ni öğrenmelerindeki ahesterevliklerini görünce şaşkınlıkta geçiriyorum.

    Hayata adepte olma, kendi potansiyelini zorlama olayını da bu çerçeve de ele alıyorum.

    İlginç olan şu ki, bu tarz tutuculuğu, İNANÇ tabanlı TUTUMLARI olanlardan gördüğüm oluyor.

    Genelleştiremem, sayılarını oranlarını bilemem, ancak karşılaştığım hususun bir olgu olduğunu söylemeliyim.

    Dünya hayatının kısalığı, uzun emellerden dem vurulup, esas olanın Gaye-i Hayal denildikten sonra, bunun emek vermemeye, dil öğrenilmemeye, potansiyellerin gerçekleşmesine bahane olarak sunulmasına şaşırıyorum.

    Bahaneden öte, bunun bir çeşit kalıplaşmış İNANÇ kalıbı gibi olduğunu fark ediyorum.

    Bu nedenle Hocam, satırlarınız, bu paradoksu yıkmaya da destek olsun inşallah.

    Tutumlarımız, kaynağı nereden gelirse gelsin, öğrenilmiş çaresizlik, yanlış inanç algıları vb . bu yazılarınızda bunları da yıkmaya odaklanmanızdan mutluluk duyarım.

  5. Iltica yoluyla Bati´ya gelenlerin kendilerini boslukta hissetmemesi ve hayatin anlamini tekrar bulmasi icin eski iyi bildigi isleri yapmasi lazim bence. Bizim iyi bildigimiz sey insanlarla ilgilenmekti. Simdi kendimizin ilgiye daha cok ihtiyac duydugumuzu düsünüyoruz ve geldigimiz ülkedeki insanlarin bizden daha üstün oldugunu düsünüyoruz.
    Bu tabii cok su götüren bir mesele fakat iltica yoluyla baska ülkelere gidenlere o ülkede bulunan baska ülkelerden gelmis mültecilerle, örnegin Suriyelilerle, Afganistanlilarla, Ukraynalilarla ilgilenebilirler. Bunlar kurumlar bazinda aslinda yapiliyor, fakat hedef koymak lazim. Bu insanlari sohbete cagiracak duruma getirmek zorundayiz. Su an Bati da sallaniyor ve ilerleyen zamanlarda bazi büyük problemler siginmacilar üzerinden yürüyecek gibi görünüyor. O halde o büyük kavga zamaninda hem dogru muhatap olmayi basarmali hem de makul davranmasini bilen genis bir kitleye sahip olmamiz cok önemli.
    Artik Türklerle ilgilenemiyoruz, Almanlarla, Fransizlarla ilgilenmek zor ve o bu ülkelerde yetismis Hizmet mensuplarinin isi. Bir sey yapmadan ilgi beklemenin veya isabetsiz islerle ugrasmanin da alemi yok. Insan bazen baskalariyla ilgilenirken kendiyle de ilgilenmis, kendini onarmis olur.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin