Endülüs’ün belki de en dikkat çekici özelliği, farklı dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşama becerisi. “Convivencia” olarak adlandırılan bu model, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudilerin ortak bir medeniyet inşa etmelerine olanak sağlamış; bu ortam İbn Rüşd, Musa ibn Meymun ve İbn Arabî gibi büyük düşünürlerin yetişmesine zemin hazırlamış.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
İsterseniz bu bölüme kaç yazıdan beri sözünü ettiğimiz rönesans kavramına ansiklopedik bir bakışla başlayalım.
Rönesans, kelime anlamıyla “yeniden doğuş” demek ve 14. yüzyılın ortalarından 17. yüzyıla kadar uzanan bir dönemi kapsar. Bu dönem, Avrupa’nın kültürel, sanatsal ve bilimsel olarak yeniden şekillendiği bir zaman dilimi. Orta Çağ’ın dogmatik ve kilise merkezli dünyasından sıyrılan Avrupa, antik Yunan ve Roma’nın entelektüel mirasına dönüş yaparak, insan merkezli bir anlayışı benimsemiş. Bu süreçte, insan doğasının ve bireyin potansiyelinin keşfi, sanat, bilim ve felsefede büyük bir devrim meydana getirmiş.
Rönesans’ın başladığı yer olarak kabul edilen İtalya, özellikle Floransa, dönemin entelektüel merkezi olmuş. Bu şehir, sanatsal ve bilimsel yeniliklerin beşiği olarak kabul edilir ve burada gelişen fikirler tüm Avrupa’ya yayılmış. Rönesans’ın etkisi yalnızca sanat ve bilimle sınırlı kalmamış, aynı zamanda toplumsal yapıları, eğitim sistemlerini ve dini anlayışları da derinden etkilemiş. Hümanizm olarak bilinen, insanı merkeze alan düşünce akımı, Rönesans’ın ana felsefesi haline gelmiş ve bu dönemin sanatı, edebiyatı ve felsefesi üzerinde derin izler bırakmış.
Rönesans’ın en önemli özelliklerinden biri, sanatın ve bilimin birbirinden ayrılmadan, bir bütün olarak ele alınması. Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raphael gibi sanatçılar, aynı zamanda bilim insanları ve mühendisler olarak da öne çıkmış. Bu sanatçılar, insan vücudunu anatomiye dayalı bir doğrulukla resmetmiş ve doğa ile insan arasında yeni bir ilişki kurmuş.
Netice itibariyle, Rönesans, insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri kabul ediliyor. Bu dönemde gelişen fikirler, modern dünyamızın temellerini oluşturmuş ve bugüne kadar süregelen bir etki oluşturmuş. Rönesans’ın mirası, yalnızca sanatta değil, felsefede, bilimde ve toplumsal yapıların gelişim ve dönüşümünde de kendini göstermekte. Bu nedenle, Rönesans’ı anlamak, modern dünyanın nasıl şekillendiğini anlamak için kritik bir öneme sahip.
6 yazıdır üzerinde durduğumuz bu kavramın İslam perspektifiyle ele alacak olursak…
Hocaefendi’nin de gerek konuyla ilgili röportajlarda verdiği cevaplardan, gerekse düzenli olarak ele aldığı bu konuyla ilgili makalelerinden aslında zannedildiğinden daha yoğun ve yakın bir ilginin olduğunu söylemek mümkün.
Gerçekten de yakından baktığımızda İslam medeniyeti ve Avrupa Rönesansı, tarihte birbirinden bağımsız gibi görünen ancak derinlemesine incelendiğinde önemli etkileşimleri ortaya çıkan iki büyük kültürel hareket olduğunu görürüz. 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar İslam dünyası, bilim, felsefe, tıp ve sanat alanlarında altın çağını yaşarken, Avrupa’nın büyük bir kısmı Orta Çağ’ın karanlığında ilerlemekteydi. Bu dönemde İslam alimleri, antik Yunan ve Roma eserlerini Arapçaya çevirerek, bu bilgileri korumuş ve geliştirmiş. Bu anlamda İslam, rönesans için kullanılan önemli kaynaklardan biri olmuş.
Hatta bir adım daha ileri gidip, 14. yüzyıldan itibaren Avrupa’da başlayan Rönesans hareketi, büyük ölçüde İslam dünyasından aktarılan bu bilgi birikimine dayandığını bile söylemek mümkündür. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, El-Harezmi gibi Müslüman bilim insanlarının eserleri, Latinceye çevrilerek Avrupa üniversitelerinde okutulmuş ve Batı düşüncesini derinden etkilemiş. Özellikle matematik, astronomi, tıp ve felsefe alanlarındaki İslami katkılar, Rönesans’ın bilimsel temelini oluşturmuş.
İslam dünyası ile Avrupa arasındaki bu bilgi alışverişi, sadece bilimsel alanlarla sınırlı kalmamış. İslam sanatı ve mimarisi, Rönesans sanatçılarını etkilemiş, İslam felsefesi Batı düşüncesine yeni bakış açıları kazandırmış. Hassaten Endülüs’teki İslam medeniyeti, (Ki Gülen bu Endülüs ayrıntısına hassaten dikkat çeker) Avrupa’ya komşu olması sebebiyle bu etkileşimde önemli bir köprü görevi görmüş.
Ve fakat zamanla, Rönesans’ın ilerlemesiyle birlikte Avrupa, kendi özgün bilimsel ve kültürel kimliğini geliştirmeye başlamış. Bu süreçte İslam dünyasından alınan bilgiler, Batı’nın kendi düşünce sistemleri içinde yeniden yorumlanmış ve dönüştürülmüş. Buna bir de İslam aleminin hanedanlık, güç zehirlenmesi ve sair toplumsal zaaflardan dolayı perişan bir hale düşmesi/düşürülmesi eklenince Batı ile Doğu arasındaki makas akıl almaz derecede -maalesef- açılmış. Ezcümle, İslam medeniyeti ve Rönesans arasındaki ilişki, medeniyetler arası etkileşimin ve bilgi aktarımının insanlık tarihindeki önemini gösteren çarpıcı bir örnek ama bu sadece başlangıç için geçerli, bugün için değil.
Endülüs: Bilgi ve ışığın dansı!
Endülüs, İslam’ın Avrupa’daki altın çağını temsil eden ve 8 yüzyıl boyunca Batı’nın kalbinde parlayan bir medeniyetin adı. 8. Yüzyıl (711) yılında Tarık bin Ziyad’ın İber Yarımadası’na ayak basmasıyla başlayan bu destansı süreç, bilim, sanat, felsefe ve hoşgörünün iç içe geçtiği eşsiz bir kültürel mozaik oluşturmuş. Kurtuba, Granada ve Sevilla gibi şehirler, dönemin en büyük kütüphanelerine, en ileri hastanelerine ve mimari şaheserlerine ev sahipliği yaparak, dönemin Avrupa’sını gölgede bırakmış.
Endülüs’ün belki de en dikkat çekici özelliği, farklı dinlerin ve kültürlerin bir arada yaşama becerisi. “Convivencia” olarak adlandırılan bu model, Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudilerin ortak bir medeniyet inşa etmelerine olanak sağlamış, bu ortam İbn Rüşd, Musa ibn Meymun ve İbn Arabî gibi büyük düşünürlerin yetişmesine zemin hazırlamış. Antik Yunan felsefesinin İslam dünyası üzerinden Avrupa’ya aktarılmasında kritik bir köprü vazifesi gören Endülüs, Batı’nın entelektüel uyanışında önemli bir rol oynamış.
Endülüs’ün bilim alanındaki başarıları, çağının çok ötesinde. El-Zehravi’nin modern cerrahinin temellerini atması, El-İdrisi’nin dünya haritacılığına yön vermesi ve İbn Firnas’ın uçuş denemeleriyle havacılığın öncüsü olması, bu toprakların bilim dünyasına yaptığı katkılardan sadece birkaçı. Astronomi, matematik ve kimya alanlarında yapılan buluşlar, Avrupa’nın bilimsel gelişimine yön vermiş.
Öte yandan sanat ve mimaride de Endülüs, İslam estetiğinin en zarif örneklerini sunmuş. Kurtuba Ulu Camii, Granada’daki El Hamra Sarayı ve Sevilla’daki Alkazar, İslam mimarisinin ölümsüz şaheserleri olarak günümüze kadar ulaşmış. Bu yapılar, geometrik desenler, kaligrafi ve bahçe sanatının muhteşem bir sentezini sunarak, ziyaretçilerini büyülemeye devam etmekte. Endülüs müziği, edebiyatı ve şiiri ise Avrupa kültürüne derin bir etki yapmış, özellikle “troubadour” geleneğinin doğuşuna ilham vermiş.
Ne yazık ki, bu parlak medeniyet 1492 yılında Granada’nın düşüşüyle sona ermiş. Ancak Endülüs’ün mirası, Avrupa Rönesansı’nı besleyen en önemli kaynaklardan biri olarak insanlık tarihindeki yerini korumakta. Endülüs deneyimi, farklı kültürlerin ve inançların bir arada yaşayabileceğini ve bu etkileşimin insanlığı nasıl ileriye taşıyabileceğini gösteren eşsiz bir örnek olarak modern dünyaya ilham vermeye devam etmekte. Bu miras, günümüzde hoşgörü ve kültürler arası diyaloğun önemini vurgulayan bir ideal olarak karşımızda durmakta.
İsmail Ünal’ın “Fethullah Gülen ile Amerika’da bir ay” isimli kitabında biraz önce bahsini ettiğimiz Endülüs mevzusuna Gülen’in bakış açısını kavrayabilmek açısından bakabiliriz mesela. Gülen, tıpkı biraz önce vurguladığımız gibi Rönesans’ın ilk kıvılcımı Endülüs’ten alarak aydınlanma ateşini yaktığını vurguluyor: “Batı, Rönesans’ı Endülüs’ten, Sicilya’dan etkilenmeler yapıyor. Fakat, sonunda tamamen kendine ait ve bambaşka kriterler, değerler üzerinde bir medeniyet kuruyor.
Bugün böyle bir şey mümkün mü?
Toplumların kültürleri, aldıklarını yoğurup şekillendirmede çok önemlidir. İhtiyaçları, karakterleri, inançları, hep kullandıkları malzemeyi şekillendirir ve kendilerine ait yapar. Batı’nın Doğu’dan aldığı malzemeyi kendine mal etmesini garipsemem. Onlar, aldıkları her şeyi, faydalandıkları ilim adamlarının isimlerini değiştirmeğe varıncaya kadar kendilerine mal etmişler ve “Biz, sizden bir şey almadık” diyorlar. Aldıklarını aldıkları gibi bırakmamışlar. Kendilerine göre yoğurup, şekillendirmişler ve kendilerine ait blokajlar üzerine bina etmişler.
Biz de aynı şeyi yapabilir miyiz? Bu, çok zor değil. Önemli olan, kendi dinamiklerimizin çok sağlam olması; kendi aslî dokumuzun muhafaza edilmesi, kendi değerlerimizin korunmasıdır. Bunları başardığımız takdirde, buradan aldığımız şeyleri kendi millî blokajımız üzerinde şekillendirir, kendi kalıplarımıza ifrağ edebiliriz.”
Dikkatinizi çekerim bu cümleleri Gülen, Amerika’ya henüz gelmişken yani 2001 yılında kullanıyor.
Bu söyleşinin ilerleyen bölümünde ise Gülen önce meselenin açmaza girdiği noktayı, yani kırılma noktasına açıklık getiriyor: “Rönesans döneminde, Avrupa’da toprağa göre nüfus fazla, ihtiyaçlar çok idi. Yani, yeni bir medeniyetin oluşması için o günkü şartlar daha müsait bir manzara arz ediyordu. Bugün için ise, yeni bir medeniyet için şartlar bu derece elverişli mi? Farklı dünyalar arasında sanki bir yakınlaşma var gibi görünüyor.”
Ve yakıcı gerçeklik: “Üçüncü dünya, tek milletten, tek ülkeden ibaret değil. Rönesans dönemindeki farklılığa benzer farklılıklar, sözü edilen ayrı dünyalar arasında yine var. Bugünkü medeniyetin sahibi olan dünya karşısında, bu medeniyetin bedevî sayacağı toplumlar var. Onların şartları, yeni bir medeniyetin teşekkülünü zorlayacaktır. Medeniyet tarihçilerinin tespitine göre, insanlık tarihinde 30’a yakın medeniyet kurulmuş ve bunların 20’den fazlasını bedevî kavimler kurmuştur. Bugüne kadar gelen-geçen medeniyetler gibi şu andaki medeniyet de çökecektir. Fakat bu çökme birden olmaz. Şu anda, gelişmiş teknoloji ve iyi işleyen bir sistemin sağladığı rantabl bir yürüyüş var gibi. Ama bu durum, insanları sistem körü eder. Böyle bir durumda insanlar, fazla alternatifli düşünemez. Mevcut sistem üzerinde yürürler ve yenilenemezler. Bu faktörler, çöküşü getirir. Diğer dünya ise, bulunduğu durumdan kurtulma adına çok daha alternatifli düşünür; farklı sistemler üretebilir. Bu ise, yeni medeniyetlerin teşekkülü demektir.”
Mevcut sistem üzerinde yürüme ve yenilenmeme…
Bir dönemin aktif, dinamik ve sürekli büyüyen bir sistemini bir süre sonra atalete mahkum etmek, (dizinin ilerleyen bölümlerinde canımızı yaksa da ele alacağız) önce duraksamayı, ardından çöküşü getirmesi gayet anlaşılır olmuyor mu?
Toplumun büyük bir cemaat, cemaatin ise küçük bir toplum olduğu gerçeğini hatırlatmama bilmem gerek var mıdır?
Devam edeceğiz.
Günümüz anadoludan bir şey çıkmaz. Bu zağarlar ve çomarlar diyarından rönesans tarzı bir değişim olması imkansız. Hizmet müntesipleri bile en okumuşları oldular ama onlardan da bir rönesans aydınlanması kadar benzer sonuç beklemek çok zor. Hizmet hareketinin sürecinde de rönesans benzeri bir sonuç olmamıştır. Dışarıdan biri olarak muhasabesini yapın. Sanat’ta, sporda, bilimde, felsefede, tekonlojide ne yapmıştır. İnsan ve ürün bazında sonuçlarına bakın, dünyayı etkileyen elde ne varki? NE varsa HE’nin konuşmaları. Şu kadar ülkede açılan okullar. Okullar açılmış içinden rönesansdaki gibi devasa parmakla gösterilen kaç benzeri insan çıkmıştır. İyi, eğitimli güzel insanlar çıkmıştır, vardır ve gördük. Ama o aydınlanmanın sonucu devasa insan örnekleri çıkmamıştır. Çünkü hizmet, düşüncesini ve hareketini kurumsallaştıramamıştır. Hizmet kapalı bir yapıdır. Kurumsallaştıramadığı için kişilerden bazıları kişisel çabası ile kalanı abisinden arkadaşından duyduğu, izlediği okuduğu kadarı ile düşünce ve hareketini şekillendirmiştir. Akademisi kurumsal değildir. Örnek ; Kur’anı Kerim’i kıraatiyle okuyan kişi sayısı çok azdır. Çünkü Kur’an okumayı öğreten genel bir yapısı hiç olmamıştır. Bir çok kişi kendi çabasıyla yüzünden okumayı öğrenmiştir. Risaleleri yalayıp yutan kişi sayısı çok azdır. Çünkü risalelerin dili ağırdır çok anlayamaz. Ya abisinden ablasından dinleyerek yada türkçeleştirilmiş kitapları bir kaçını okuyarak anlamaya çalışmıştır yada yüzünden okuyarak anladığı kadarını içselleştirebilmiştir. Risalelerin öğretilme, okuma anlama akademisi hiç olmamıştır. vb örnekler verilebilir. Kurumsallaşma da Banka kurmakla, sendika kurmakla, kargo firması açmakla, apartman hastane açmakla da olmuyor. Çantanı al git okul aç demekle de olmuyor. O insanın yetiştirilmesi, mali durumu, uluslar arası münsabetlerin ne olduğunun eğitilmesi desteklenmesi ve lojistiği olması gerekirdi. Bütün bunları ilk gidenler sen ben ne kadar biliyorduk ve biliyoruz. Gidenler tecrübe edenler geri dönüp bunun akademisini, lojistiğini ve insan kaynakları merkezini oluşturmalıydı. Bunun yerine kolayına kaçıldı ve bir çok şey HE’ye havale edildi. En iyi bilen HE. Çünkü o uğraştı. Okul açılacak HE. Para lazım HE. Arsa alınacak HE. İzin vermiyorlar HE. Öğretmen lazım HE. Belletmen lazım HE. Araç gereç müştemilat lazım HE. Öğrenci lazım HE. Çoğu okul bu sempatik kanal ve lider destekli modelle açıldı. İnsan ve lider yönetimli hareketlerin geleceği yoktur. Liderin ömrü biter hareket ve işletme dağılma sürecine girer. İşletme ve Sosyoloji okuyanlar bunu bilir. Her şey ortada HE var hizmet hareketi vardı. Bak ne zamandan beri HE görünürde yok hizmetin aksiyonu yok. Bütün bunlardan ders çıkarmak gerekiyor. Kurumsal yapıların bu tımarhanede açılması şimdilik zor. En azından diğer ülkelerde bulunan arkadaşlar kurumsal yapıları oluşturma adına bir şeyler yapıyorlar. Fakat daha teşkilatlı, bütün dünyayı ve insanlarını kapsayacak şekilde bir şeffaf organizasyonla bu işlerin olması gerekmektedir. Yoksa bu süreç böyle devam ederse bittiğimizin resmidir. Allah muhafaza.
Başka yerlerin 40 senede anca yaşadığını biz 40 günde yaşıyoruz. Sanki bir şeye hazırlanıyor gibiyiz. Rabbim hüsnü zanlarımızı boşa çıkarmasın inşallah. Kazanma kuşağında kazananlardan eylesin.
Endülüs örnegiyle konuya giren yazara sormak gerek: Endülüs böylesine büyük ve aykiri düsünürlerin yetismesine zemin hazirlarken biz ne yaptik? Örnekse Ibn Rüsd deyince akla serbest düsünce geliyor. Bizde yetisen insanlara bir bakalim. Hepsi de yönlendirilmek üzere yetistirilmis bürokratlar, teknotratlar, güvenlikciler ve bunlarin devami icin ögretmenler, ögretmenler, ögretmenler. Ve bu insanlarin icinde siz bir tane bile kendi alaninda cigir acmis bir kisi bulamazsiniz. Ve bunun tek sebebi de bu insanlarin gerekli görüldügünde yönlendirme amaciyla yetistirilmeleri. Hayir benim yönüm orasi degil diyebilecek bir ileri asamaya gelememis, getirilememis olmalari.
Bu su anlama geliyor: Hizmet her ne kadar bize acilimini yapmasa da olayi cözdügünü düsünüyor. Ya da öyle davraniyor. Yetistirelim, düsünsünler faydalanalim seklinde bir mantigi yok Hizmet´in. Peki olayi cözmüs gibi davranan Hizmet´in dünyaya sundugu net öneriler var mi, hani sosyolojiye, psikolojiye, hukuka, siyasete, bilime dair?
Hizmet´in en iyimser ihtimalle amaci su: Iyi insanlar belli yerlere gelirse dünya a) düzelir, b) düzelme zeminini yakalar.
Simdi bi kere bu formülle iki sonuca da varamiyoruz. Senin yetistirip yönlendirdigin elemanlari orda tutmak istemeyen gücler var. Yetistireyim a olursa harika, b olursa fena degil gibi bi sey yok. Neden yok? Cünkü sen birak kendi toplumuna, dünya toplumlarina Ibn Rüsd gibi farkli adamlar hediye etmeyi, kendi icinde bile farkliliklara tahammülün yok. Olmamis hic. Farkli düsüneni barindirmamissin, ama senin gibi düsünenler ne halt yerse yesin yedigiyle kalmis, barinmaya devam etmis. Büyük bir hata yapacagin anda farkli düsünenler seni uyaramamis, cünkü elemissin. Bak görüyor musun, gicik mi gicik, cins mi cins bi adam ne kadar hayati oldu birdenbire.
Demek ki sen Endülüs ruhunda samimi olmadan bu isler olmayacak. Endülüs kelimesini de varsayalim ki o ruh varmis diye söylüyorum haa. Ibn Rüsd´ü de varsayalim ki cok lüzumlu bir allame diye varsayarak konusuyorum. Yoksa Ibn Rüsd sonucta Aristo´yu felsefe dünyasina tekrar kazandirmakla, onu o yüzyilin sartlarina adapte etmesiyle deger kazanmis bi isim. Avrupalilar kaybettikleri bir degerlerini Rüsd sayesinde yeniden kesfetmisler yani.
Yapilmasi gereken aslinda bellidir: Zengin olacaksin kardesim, hem de cok zengin olacaksin. Öyle ki sen istemesen de o para psikolojiye, hukuka, sosyolojiye, suna-buna akacak. Sonra o zenginligine kimseyi cöktürmeyeceksin. Silahla demiyorum. Gerek yok. Zenginligini sadece kendin icin sarf etme, Türkiyen icin, Balkanlarin icin, Ortadogun icin, Afrikan, Asyan icin, dünyan icin sarf et. Insanlarin samimi bir sekilde gönlünü al.
Tarihten ders al bi kere. Bak o Rumlar, Ermeniler Osmanlinin ek vergilerinin altindan kalkamayinca egitimi ve ticareti kesfetmisler ve yarim asir icinde ülkenin en zenginleri haline gelmislerdi. Egitimsiz fakir Türkler onlarin devasa kiliselerine, villalarina, yalilarina, hanlarina-hamamlarina nasil bakiyordu bi düsün. Bu kiskancligi Ittihat ve Terakkinin nasil kullandigini bir hatirla. O insanlar sürülürken kimsenin sesi cikmadiysa bunun bir sebebi vardi elbet.
Kazandigin paranin, aldigin egitimin, sahip oldugun bilginin hakkini vereceksin. Kimse Yok Muyla göz boyamayacaksin. Yoksa gelir cökerler, kimsenin sesi cikmaz, sonra da cogunuz yukaridaki yorumcu gibi yok zagarlar, yok comarlar diye hakaret eder durursunuz. Egitimsiz insanlarin en iyi yaptigi sey demagojidir. Onlar da kalkar size vatansiz der. Altta kalmazlar yani.
Demem o ki, birak felsefeyi, cok zengin ol ve parana cöktürme. Bak düsün son peygamber tarimin olmadigi, tüccarlarin yasadigi bir yerde dogmus, tüccar olmus. Atina´da bir ümmi olarak yasasaydi cok karizma olurdu di mi, ama öyle olmamis. Bi düsün ama büyük düsün. Tüccar dernegi demiyorum, lütfen, serbest düsünmesini bilen bir ekonomi allamesi diyorum. Biliyorsun icabinda bi tane bile yetebiliyor dünyaya ve caglara..
Raci bey,
Rahmetli Özaldan sonra yeni yeni demokratik ortamda yaşam alanı bulmuş, 90 larda bir trend yakalamış bir hareket Hizmet. Kaldı ki, o ana kadar insan kaynağını yetiştirirken, hedef başka ülkelerdeki okullara öğretmen olduğu için, boğaziçi, odtü de olsa, en idealist başarılıların öğretmen olduğu bir mantığı taşımış. Bunlar tercih, olgu. Dolayısı ile, zaten o yıllarda ki insanlar, birer tohum. Tabi 90 larda yetişen, öğretmenlik dışında alanlarda insan yok muydu, vardı. Odtü, boğaziçi, bilkent.. vb..giden yokmuydu çoktu. Anadolu da her şehrin dersanelerinden boy boy kazananların reklamının yapıldığı o listelere bakın, bunların hizmet insanı olup olmamasından bağımsız olarak bakın, kümülatif toplamını vurun, zaten, eğitime katkısı zaten orta da.
Ki bunları yetiştiren öğretmenler, mantar gibi her şehirde yer alan dersane ve okullardaki öğretmenler de bıyıkları yeni terlemiş, ders anlattığı öğrenciden belki 10 yaş büyük genç insanlardı.
Dünya olimpiyatlarındaki madalyalar da işin bir tarafı.
Daha kendi geçmişi Anadolu topraklarında 8 10 yıl olan bir hizmetin, yaşları 15 -18 yaşları arasında gençlerden bu başarıyı çıkarması da oldukça büyük bir başarı.
Zamanın ruhuna göre olağanüstü. Belki de dünya da tektir.
Peki bunlara ne oldu?
Esameleri okunmuyor, o dönem 15 yaşında olan birisi, bugün bir şekilde adını duyacağımız olmalı değil mi diyebilirsiniz.
Belki de vardır bilmiyorum, ancak bildiğim şu ki, o dönem Avrupaya Amerikaya üniversitelere giden, akademik hayata başlayan çok sayıda insan oldu.
Bildiğmi diyorum, zira, bende kısmen o dünya içindeydim. Çevremden sevdiğm arkadaşlarımdan dostlarımdan oldu. Duyduklarım zaten cabası.
Tuhaf bir devir tabi, belki rahatsız olurlar diye üniversite adı vermeyi istemiyorum, ama gerçekten dünyanın hatırı sayılır üniversitelerinde ünvanlı akademisyen olanlar var.
Belki bulunduğu üniversitelerin standartlarına göre asgari şartlarda bir akademisyendirler bilemiyorum.
Belki de farkında olmadan gelecekte adını duyacağımız kişiler de olabilirler.
OLabilirler diyoum, çünkü çok yeni bir hareket bu.
Bilim dünyasında bir adın ortaya çıkması zaman alan birşey malum.
60 lardan başlıyor.
90 larda genç olan benden kıyas ediyorum, daha genç bir hizmet bu yönüyle.
Yani, şunu demek istiyorum Raci bey,
birinin adını duymak için inanın daha erken zamanlar. O denli bir ismin ismini duymak için.
Tabi konu Rönesans.
Rönesans öyle on yılda, 50 yılda olacak şey değil ki. Geçmişte 200 yılı bulmuş bir süreç bu. Hadi herşeyin çok hızlı olduğu dönem indirgeyeyilm daha az zamana.
Ama hala bu vakit yeterli değil.
17/25 aralığı milat alalım, o an da olmaması normaldi.
Ancak, şuna net inanıyorum ben.
Hizmet, Rönesansa giden taşları döşüyordu. Bunda şüphe etmiyorum.
Rönesans süreç, sistem ürünü.
Einstein, Almanyadan kaçarken İstanbul Üniversitesine gelseydi, o çılgın teorilerini hayata geçirecek ortamı inanın bulamazdı.
Bu bir bütün.
Hizmetin de kusuru yok.
Pozitif bağlamından gidiyoruz tabi. doğa bilimleri üzerinden şu an.
Yani, yeterince zaman geçmedi. Ancak, 17/25 Aralık dönemi öncesinde, gözlemim, hayatın farklı sosyal grupları yönüyle hizmet bir inovasyonu tetikliyordu.
Zorluyordu. Ben bizzat şahidim, insanların yüksek lisans doktoraya yönlendirilmesi, yurtdışına doktoranın teşvit edilmesi, ev hanımlarının dahi birbölüm okuması, yazma kabiliyeti olanların teşvik edilmesi, iş adamlarının ticarete teşvit edilmesi, onlara lojistik vb pek çok yönüyle ülke içi dışında ülke ekonomisine katkı yapması yönüyle teşvik edilmei.. bunlar inanın vardı.
Az olabilir, nüve olabilir ama başlamıştı.
Bir tohumu daha filizken ezdiler. Yeterince zaman olsaydı, Rönesans iddiası büyük iddia tabi, onu bilemem, ancak dünyayı tanıyan, entegre olabilecek donanımda insan olucaktı. 1 2 4 8 16 32 64 128..den sonrakinin 256 geleceğini bilirsiniz çünkü.
Bir devlet değil ki, yüzyıllık zengin kaynakları olan bir hareket değil ki hizmet, uzun gözlemler yıllar sonucunda olmadı diyelim.
Hepi topu birkaç on yıl.
Pozitif bilim yönüyle yeterince zaman yoktu o nedenle çıkmaması normal kanaatim.
Peki ozaman sosyal alanlar. Orada labaratuvara şuna buna ihtiyaç yoktu. Yazar çizer yokmuydu.
Evet o konu da mesela, sonradan teşvik olsa da, yine de yeterli olmadığını, yahut o hedeflenen olsa bile bir sıkışmış kalıplara bağlı olma durumunun olduğunu söylemeliyim.
Şimdi bile Avrupadayız, istediğini yazabilir çizebilir, emek verenlere saygım sonsuz, ama yazın dilinde bili bir kalıba sıkışmıştık var tabiki.
Hoş gerçi bu Türkiyeden niye yazar çıkmaza kadar götürür aslında, koca ülkeden çıkmadı bizden mi bekliyorsun ki durumu olur.
Ahmet Ümit in polisiyelerini severim örneğin, ama onda da bir yapaylık. Orhan Pamuk da da.
Bir Stephan Zweg, çıkmasının tüm şartları var mesela. Zulme uğramışlıktan tut pek çok şeye. Balzac ı dostoyu geçtim.
Zemin mümbit yani. Ama sanırım yeterli kıvamda yok.
Bir kalıplara sıkışmışlık var.
Bu yönüyle, sizi haklı görüyorum, sosya alanda bir düşünür çıkması, bir sanat erbabı çıkması içten bile değil.
Ama bunun için yüzleşilmesi gereken şeyler de var tabi.
Daha dün müzikli ilahi dinlemeyi bile hoş karşılmamıyorduk.
Çay sohbetindeki sohbet abisinin hala kumaş pantalon giydiği bir kalıpdayız hala.
Kişinin söylediği sözü ölçerek biçerek yaptığı bir ortamda, sivri bir dil ile mizahçı çıkar mı zor.
BİZCESİ muhabbeti var ortalıkta hep, ama şu an ki bizcesi de yapay geliyor.
Yani evet bu yönüyle yazım çizim dünyası yönüyle şunu diyebilirim ki, başımıza bu işler gelmeseydi de, şu sıralarda alıp başını giden eserler şunlar bunlar olmazdı. Böyle bir insan profilini görmüyorum.
O profildeki insan, belirli karakter özelliklerini de getirecek belki, ve bu da hoşumuza gitmiycek. İhtimal ona da belki ilk biz karşı çıkıcaz.
Bir Necip Fazıl okuyan arkadaşa dediğim gibi, hayatta olsa belki hiç sevmezdin rahmetliyi. Bazıları yazıları ile güzel, bazıları sözleri ile, bazıları davranışları ile, hepsinin bir arada olduğu insanı istiyoruz, e o da yok.
Raci bey,
yani şu. bilim yönüyle erken bir tespit, bizden çıkamaz bakışı. Ben öyle düşünüyorum. Yeterince zamanda gözlemlenmedi hizmet. O nedenle iddiası hala orta da.
Ancak, entelektüel dünya itibariyle, eksikler var, ve o ruh pek yok sanırım.
Ama dediğim gibi, o ruhta insanları da belki ilk dışlayacak ihtimal bizim tarzi isanlarda olabilir.
Bu konuda da inanın emin değilim.