M. NEDİM HAZAR | YORUM
Büyük Türk düşünürü Seda Sayan der ki, “Herkes kalbinin ekmeğini yer!”
Gazeteci Cevheri Güven’in gizlediği videosu, Emre Uslu, ardından Ahmet Dönmez’in videosunu izledikten sonra aslında bu konuda bir yazı kaleme almak eğlenceli olabilirdi. Ve emin olun, yazdığım Yusuf suresinin dramatik analizi, Dune serisi analizleri ya da Nolan filmografisi üzerine yazdığım seri yazıların belki yüz misli reyting alırdım. Kalbimin olmasa da kalemimin ekmeğini yerdim anlayacağınız.
Şöyle bir durum var; bu yaşanan zehirli dönemde neşet etmiş, kendince haklı gerekçeleri olan, sahip olduğu angajmana uygun olarak mesleğini icra etmeye çalışan pek çok isim var. Bunların birçoğu, tüm samimiyetimle söylüyorum ki, kraker karakterler. Hani üzerlerine biraz gitseniz un ufak olacak türden tipolojiler.
Ne ki bunu yapmanın ‘mala davara bir faydası yok’ sevgili okur.
Esas meseleyi ıskaladığımız gibi, gereksiz yere kalp kıracak, insanları daha keskinleştirecek ve daha saçma sapan yeni durumlara sebebiyet vermekten başka hiçbir netice vaat etmeyen bir davranış olurdu bu.
Bu sebeple, şimdiye kadar ki bölümü bir dibace olarak kabul edip, şahsen daha önemli bulduğum başka bir meseleye girmek isterim. Bırakalım Cevheri Güven/Emre Uslu/Ahmet Dönmez kendi aralarında tartışsınlar.
Çünkü bu tartışma görüntüde her ne kadar hakikatin peşinde gibi olsa da emin olun daha çok egoların, angajman savrulmalarının ya da en hafifiyle ‘cemaat magazininden’ başka hiçbir şey vaat etmez. Bu sebeple yazının bundan sonraki kısmında bahsedeceğimiz “Faz” bu arkadaşların tartıştığı faz değil. Yani magazin kısmı burada bitiyor.
Şimdi…
Daha önce Ahzab suresini analiz ederken söylediğim gibi, (arzu ederseniz “Yaşananlara bakıp, yaşanacakları görmek!” başlıklı iki yazıma bir göz atabilirsiniz.) tarihin aynıyle olmasa da misliyle tekrarlanma kaidesi gereğince, yaşanması muhtemel hadiseleri en iyi anlayabilme yöntemlerinden birinin geçmişi günün merceğiyle dikkatli bir şekilde okumak olduğuna inanıyorum.
Bugünü tam olarak kavrayabilmek için İslam tarihine bir yolculuk yaptığımızda “Şi’b-i Ebi Talip” sürecinin bize inanılmaz derecede faydası olduğunu düşünüyorum. Bilmeyenler için söyleyeyim, “Şi’b-i Ebi Talip” meselesi İslam tarihindeki ilk sistematik zulüm ve ambargo dönemi manasına gelir.
Şöyle bir arka plan tasviri yapabiliriz: Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğini ilan etmesinin üzerinden 7 yıl geçmiş, her geçen gün Vahy-i İlahî’ye tabi olanların sayısı artmaya devam ediyordu. Müşrikler cephesinin önde gelenlerinin sabrını taşıran olay ise Mekke’nin önde gelenlerinden Hz. Hamza ve Hz. Ömer’in Müslümanların safına geçtiği haberi olmuştu. Kureyş ulularının bir karşı hamle yapması gerekiyordu. Kinane oğullarının hinterlandı olan Muhassab vadisinde toplanıp (Ebu Süfyan liderliğinde) bir dizi karar aldılar.
Milli Güvenlik Konseyi kararları gibi düşünebileceğimiz bu kararlar şöyleydi:
Haşimoğulları ve Abdulmuttaliboğulları ile bütün ilişkiler kesilecek, Müslümanlar Mekke’den kovulmak için her şey yapılacak; evlerine giden yollarda sıkıntı verilecek, onlardan kız alıp verilmeyecek, onlarla ticaret yapılmayacak, yiyecek ve içecek temin edebilecekleri bütün kaynaklar kurutulacak. Bu kararlar neticesinde Ebu Süfyan’ın tabiriyle, ‘su bile’ verilmeyecekti.
Bu kararların üzerine bir de Hz. Peygamber (sas) başta olmak üzere Müslümanların önde gelenlerine suikast düzenleneceğini duyan Ebu Talip, tüm Müslümanları kendi mahallesine toplayarak öncelikli olarak onların güvenliklerini sağlamayı amaçladı.
Ancak günler haftaları, aylar yılları kovaladı. Kureyş müşrikleri boykotu bırakın gevşetmeyi her geçen gün baskıyı ve zulmü artırıyorlar, Müslümanların çözülmesini bekliyorlardı. Örneğin bir Müslüman pazara gittiğinde 3 paralık bir mala, tüccar kendisine yapılan baskılardan korkarak 100 para fiyat biçiyor ve zaten genelde fakir olan Müslümanlar bu fahiş fiyatlar karşısında hiçbir şey alamıyorlardı.
Amaç belliydi; baskı ve zulümle Müslümanlara yeni katılımı engellemek ve mümkünse çözülmelerini sağlayıp, onları tarihe gömmek.
Üç yıl boyunca uygulandı bu boykot.
Velid Bin Muğire tam 87 yaşındaydı…
Halid Bin Velid’in babasıydı Muğire ve Hz. Halid henüz Müslüman olmamıştı. Her sabah en iyi kıyafetlerini giyip Şi’b- Ebi Talib’e gidiyor ve atının üzerinde, “Hala pes etmiyor musunuz?” diye bağırıyordu.
Neredeyse her gün yaşanıyordu bu tür hadiseler ve Müslümanların sabrı artık tükenmek üzereydi.
O zaman peygambere en çok sorulan soru neydi biliyor musunuz?
“Bu süreç ne zaman bitecek ya Resulallah?”
Hiç yabancı değiliz bu soruya öyle değil mi? Bugünlerde birbirimize en çok sorduğumuz soru bu değil mi?
Dönelim yine o tarihe. Alay, hakaret, kriminalleştirme ve nihayetinde boykot… Toplumsal baskı zirveye ulaştığında müminler artık yeni faza geçmek gerektiğini anlayıp hicret ettiler. Durmadı tabii müşrikler; bu kez müslümanların geride bıraktıkları mallarına, mülklerine çökme dönemi başladı. Buna karşılık Müslümanlar da, bu çökülen malların satılmaya götürüldüğü kervanlara baskın düzenlemeye başlamışlardı. Ancak Kureyş müşrikleri dur durak bilmiyordu. Geride bırakılan akrabalara zulümler devam ederken, mektupla bile Medine’deki müminleri taciz ediyorlardı.
Ve malum Bedir Savaşı’na kadar sürdü bu süreç…
Bana soracak olursanız, Cemaat’in bu süreçteki en büyük hatası, her yeni günde, “Bu zulüm ha bitti ha bitecek!” beklentisi oldu. Halbuki her uyanılan günde, “Bu kadarını da yapamazlar!” denilen ne varsa yaptı günümüz zalimleri.
Ama Cemaat bu durumu nedense kavrayamıyor, yeni bir faza geçilmesi gerektiğini düşünmüyordu. Belki de süreç bu sebeple bir türlü bitmiyordu ve bitmeyecekti de…
Ne zaman ki mazlum, zalimin var oldukça ilanihaye zulmüne devam edeceğini kavrasa, yeni faza geçecek ve kendi önüne bakmış olacaktı. İşte o zaman zalimin kendi gündemi, fazı, stratejisi önemsizleşecekti.
Belki çok can yakıcı gelecek ama şahsen Hizmet Hareketi’nin bu süreci tam olarak kavrayabildiğinden emin değilim. Belki de en tepeden en tabana kadar herkesin kendi kalibrasyonuna göre yaşadığı travma nedeniyle yapılamıyordu bu durum tespiti, bilemiyorum.
Ancak şahsi kanaatim şudur ki, Hizmet, “Lanet olsun size de rejiminize de ahlaksız düzeninize de…” deyip dikkatini geçmişe ve Türkiye’ye vermekten vaz geçip önüne baksa ve yeni faza geçmeye çalışsa hem süreç sönümlenmek için ivmelenecek hem de gelecek için çok daha sağlıklı bir dönem başlamış olacak.
Ben bunları böyle yazıyorum yazmasına da kimsenin pek umurunda olacağını da düşünmüyorum açıkçası.
Böyleyken böyle işte.
sadece önüne bakan ve yeni fazlar icin gayret eden insanlar var aslinda Nedim abi.. sayilari cok az sanirim
Yazi biraz genel kalmis, ozellikle sondan ucuncu ve dorduncu paragraflar daha somut orneklerle yazilsaydi daha aydinlatici olurdu.
Son derece dogru tespitler!
Japonyada , dunyanin herhangi bir yerinde tsunami, depremler oluyor, insanlar herseyini kaybediyor, yine de önüne bakıyor, iyilesmeye ,yeni hayatlar kurmaya bakıyor. Olan oldu, işini, malvarligini, sagligini kaybettin, ayni sey dogal-sosyal felaket yasayan herkesin basina geliyor.
Gecmise ah vah etmek yerine, yeni is, yeni sosyal ortam kurmaya bakmak lazım.
Hicretten sonra da Mekke hep gundemde degilmiydi, yeni diyarlara acilinsa da Mekke fethi hedeflenmedimi, orada kalanlarin korunup kollanmasi hep oncelikli olmadimi, ve dahi Mekke fethedilmedimi?
kiyaslama baska tarihi kesitlerle de yapilabilir. sonuc cok farkli olmaz sanirim…ortada bir kok var, bir anadil var, bir aidiyet var…israil ve diyasforasi da ayni, siyahiler ve afrikasi da ayni…belki de zaten boyle olmali…mazisiz bir atiyi insa mumkun mu?..tesekkurler dusundurdugunuz icin.
Veysel Bey, ama H.E dunya dünya diyor, Turkiye diyenlere inat. Turkiye Mekke mi?
Turkiye misyonunu tamamlamis olamaz mi?
Mazisiz ati mumkun degil ama bir mazin varsa o da Peygamberin tüm zamanlara hitap eden mazisi..Cunku zamanlar üstü ve hata payı O.
Ha bitti ha bitecek gazı, ta en tepeden geldi. 17-25 sonrası çok sohbet vardı ki, sonbahardaki yapraklar gibi savrulup gidecekler, hatta size gelip özür dileyecekler nevinden mesajlar içeriyordu. Daha o zaman bu gazlar verilmeseydi insanlar önüne bakardı ; 15 Temmuzda kıyıma uğramadan giderler başka memleketlerde mülteci bile olmadan hayatlarını kurarlardı. Yurtiçindeki malları gasbedilmeden satarlar ve gidip o paralarla yurtdıșında işletmeler, okullar kurarlardı.
Bugünkü bütün bu büyük sıkıntıların sebebi budur. Ve buna dair bir özeleștiri tepeden ya da tepeye yakın kişilerden gelmemiştir. Bu sebeple alttakiler ya hayal kırıklığı ile yanlış noktalarda eleştiri yapıyor ya da boş hayaller ile pasif vaziyette günlerini geçiriyorlar.
Bir Okur, Istanbul için de deprem uyarisi yapiliyor , en tehlikeli fay kırıldı kırılacak deniyor. Bırakıp gidebiliyor mu insanlar?
“Sana Allah in yardimi ne zaman diyorlar, Deki Allah in yardimi yakındır ”
Ayeti bize ne ögretiyor? ” Oyle de- diyor Allah, yardim yakın de…
Sonunda sonsuz mukafat varsa 10, 20 yil neki? Sona dikkat, illaki Sona dikkat!
O en tepe dediğiniz ‘çabuk bitecek, hemen bitecek’ dedi mi?
Tam aksine ‘zaman bize ait değil’ diye vurguladı her defasında.
Hiç bir şeyden haberi olmayıp tutuklama ve cezaevi süreçlerinde içerideki arkadaşlara dışarıdan merak etmeyin bu süreç bitecek, genel af gelecek, siyasi parti liderinin biri af konusunda şöyle demiş, üst düzey bir hukukçu bunlar suç değil kısa zamanda çıkarsınız, herkesin afla çıkarıldığını gören rüya sahiplerinin anlatımları ile herkes de bir umut oluşturuldu. Günler aylar yıllar geçti ama umutlar tükendi ve bitmeyeceğini o zaman anladılar. Büyük abi dediğimiz ve bazı şeylerden haberdar olanlar ise 15 temmuz öncesi veya hemen ardından soluğu batıda aldılar. O zaman bazı şeyleri bilen siz büyüklerimiz arkadaşlarımız bu işin burada kalmayacağını artarak devam edeceğini öngörerek hicret edin diye neden herkese söylemediler. Sonra onlar kendi ve bazı kanallara çıkıp özel günlerde bu yaşananlar üzerinden damar yapmaya çalışıyorlar. Bir çok arkadaş kendini kurban edilmiş olarak görüyor. Onun için faz değişimi olamadı, olamazdı da. Çünkü önemli yaşam konularını hakkında yapılacakları istişare ile üstü bilgilendirerek alan kapalı bir toplum üyeleri böyle bir değişim kararını ne alabilir ne de uygulayabilirdi. (istişare kötü bir şey demiyorum) Ne olacak olsun deyip süreci burada yaşamaya devam ettiler.
Nedim bey,
Levent Gültekinin “ŞATAFATLI MAĞLUBİYET” kitabını bilirsiniz. Akp bağlamında söylenmişti.
Gerçek MAĞLUBİYET, ahiretini kaybetmektir elbette, o bakımdan peygamberimizin hadisini de hatırlarsak:
Müslümanın işine hayret edilir, üzülür, yenilir, dayak yer sabreder sevap kezanır, imkanlara boğulur, şükreder, uygun hareket eder yine kazanır.
Müslümanın ayağının incinmesi bile günahlarına keffaretse, bu bağlamda evet bir MAĞLUBİYET, hizmet insanı için hiçbir zaman söz konusu değil inşallah.
O nedenle, ortalıkta bir Mağlubiyet yok elbette ve bundan sonra yazacaklarımı bu temel üzerine düşünsün herkes.
Evet, hacı yatmaz gibi herşeyde bize kar kalıyor doğru, ama bir gerçeğin fotoğrafını çizelim.
Çizmeden önce de şunu tekrar hatırlatayım ki, sanırım bu olanlar normal, sistematik zulme uğrarsan ancak bu kadar olur.
Dediğim gibi bir fotoğraf çekmek ve bir zihin jimnastiği yapmak. Fotoğraf sadece belirli bir bağlamda olucak.
O da bahsettiğiniz gibi, Nedim bey, FAZ bağlamında.
Bir üst fazza geçtik mi, nasıl geçilir?
Bir örnekle gidersek, Ronald Reagon dönemleri, şu düşünüldü.
Vergileri artırınca insanlar vergi vermekten kaçınıyor, biz vergileri düşürürsek, vergi kaçırma ve vergiden KAÇINMA azalır, kişi/kurum bazlı vergi düşer ama vergi veren miktarı artar, dolayısı ile kümülatif olarak kazanç sağlanır, optimum yakalanır.
Bu denendi. LAFFER EĞRİSİ de dendi buna.
Bunu İngiltere de, Margaret Thatcer de uyguladı bir dönem.
Yalnız, beklenilen olmadı.
Sebebi şuydu. Laffer eğrisinde hangi FAZ da olunduğu bilinmiyordu.
Vergi gelirleri ile vergi oranları arasındaki denge de, OPTİMUM nokta yanlış hesaplanmıştı.
Pis bir gerçek güzelim teoriyi de bu nedenle mahvetmişti.
Hizmet hareketi olarak, öncelikle bir üst FAZ a geçmek için, öncelikle hangi FAZ da olduğumuzun bilinmesi önemli sanırım.
Filmlerde gördüğümüz uçurumun kenarında olduğunun farkında olmayan adamın, karşısındakine öldürücüyü darbeyi indirmeden az önce ayağının kayması gibi bir durum FAZ ımı görüyoruz.
Çay sohbetlerinde, genel sohbetlerde de hatta toplu gördüğüm şu.
Bir FAZ karmaşası var.
Asrı saadetten örnek verilirken, ZAPPİNG gibi, bir örnek BOYKOT döneminden verilirken, bir örnek Bedirden, bir örnek Uhuddan, Okçular tepesinden, kimisi Efendimiz sonrası sahabiler arası fikir çatışmalarından..
O kadar ilginç ki, aynı anda TÜM FAZLARI yaşatan bir anlayışla karşı karşıyayız büyüklerimiz yönüyle.
Adeta, herşeyi boca eder gibi, kulaklarımıza sağdan soldan üstten arkadan, adeta kroşe yer gibi, Asrı saadetteki FAZ lar boca edilirken, bir çeşit SABIR a giden yol gösteriliyordu.
Ama dediğiniz gibi, birisinin bu Faz ı tam olarak tespit etmesi gerek ki, geleceğin tam olarak bilinmesi.
……………………………………………………….
BENİM FAZ tespitim ise şu:
a=b den yola çıkarak, a yı, yani hangi FAZ da olduğumuzu bilmesek de, b ye bakarak, yani bize kendimize bakarak hangi FAZ a çıkabilirizi söyleyebilirim.
Biz HANGİ FAZ a çıkabiliriz bir üst faz olarak.
7 yıl geçti.
Bugün sevaplar değil eksiklikler üzerinden konuşacağımız için FAZ bağlamında, bu nedenle de, oloumlu şeyleri zaten saymaya gerek yok.
Hizmet Medyasından başlamak isterim.
Hizmet medyası, Türkiyede imiş gibi davrandı. İhtimal çalışıanları da yabancı dili öğrenme, geliştirme, bulunduğu ülkelere adapte olma yönüyle pek de bir emek sarf etmeyip, kapalı bir sistem içinde duruyorsa eğer, bu hayatın her tarafında sıfırdan başlayan ve onları takip eden taban için büyük bir dezavantaj.
Hizmet insanı ile beraber olan, konuştuğu ettiği, baktığı bildiğini hep Türkçe üzerinden değerlendiren, odak noktası da Türkiye olan bir endülijansiyansımızı var.
Amerika da, Avrupa da olsak da, aslında hizmet medyası Türkiyede gibi davranıyor. İhtimal, dünyevi bir takım zorluklar, geçim vb yönüyüle de bazı rahatlıklar var ise, artık bu bir yol gibi.
Yanisi şu. Hizmet medyası değişmedi aynı. Zulme karşı geliyor modunda olunsa da, aslında alıştığı refleksleri devam ettiren, hayatında bir değişiklik olmayan bir yapı.
Yazarların sabah akşam Türkçe ve Türkiye ile muhatap olmaları, ilgilerinin sürekli Türkiye olmaları işin bir yanı.. Ancak yan sokaklarında, önünde arkasında, sağında solunda hayatın içine karışmaya çalışan mülteci kişilere yönelik neler yapıyor peki hizmet medyası.
İşte orada da sınıfta kaldığını söylemeliyim.
En fazla içinde entegrasyon geçen, adapte geçen kelimeler olsa da, ötesini pek görmedim.
Öğrenmeyi, çalışmayı, hayata adapte olmayı, şartlarını sonuna kadar zorlamayı, hedeflere kilitlenmesi gerektiği vb yazılar, motive yazıları vb nin zerresini pek görmedim gibi.
Cennette yaşıyormuş gibi davrandı mülteci hizmet insanlarının ve onların 7 yılını olumlu yönnde motive etmeleri fırsatını kullanmadılar.
Türkiye gibi, ÖSS şampiyonlarını çıkarıp göstermek gibi, kırk yılda bir başarı hikayesini tek tük koydu , onu da belki o kadar.
Kısaca hizmet medyası, ne yönüyle bakalım, yurtdışında mülteci değilmiş, oranın gerçeklerini görmez gibi davranarak, özünde aslında bildiğimiz Türkiye de gibi davrandı.
Bu yönüyle, daha Türkiyeden çıkamadığı için, Mekke döneminde diyebiliriz, malum moda oldu, bu dönemi geçmişle kıyas etmek.
Hadimlik, medya, yan organizasyonlar yönüyle konuyu fazlaca genişletmek istemiyorum.
Gelelim, biz neredeyiz, ben sen o.
Gördüğüm işte, 7 yılını geçirmiş, ama hala dilini öğrenememiş, kapalı, kendi içine çökmüş bir durum.
Heryerde sen, ben, bizim oğlan.
Dışardan misafir bile olsa, dil bariyeri nedeniyle iletişimi, yaptığı pasta ile kurabilen, bir çeşit ilkel dönem.
Keki pastayı hafife almamakla birlikte,
kek ile pasta ile kalbe girmek gerçekten realist olarak inanılan birşey ise,
bence bir pastane ile anlaşalım, yorulmayalım kekler pastalar yaptıralım ve sürekli çağıralım.
Batı entelektüelliğine, normalrını bilmemek, diline hakim olmayı kenara koydum onlar gibi konuşamamak, bu seviye ulaşamamak, bu aşama da olanl kişilerin çıkacağı bir sonraki FAZ öyle bildiğimiz bir faz da değil.
Bence, mülteci, göçmüş mağdur mazlum olan bizlerin seviyesi olsa olsa anaokulu kreş seviyesinde kişiler gibiyiz.
Başkalarının bize merhameti şefkati olabilir ancak.
Hizmet genelinde ilginç bir eğitim karşıtlığı da görmeye başladım.
Şaka gibi ama öyle.
Çocuklarımızın üniversiteler gitmesi, üniversitede iken yereldeki çocuklara ellerini uzatması vb bu tarz bir eğilim, motivasyon da görmedim.
Bu konu da, gayretler, emekler, hedefler varsa da, ellerinden öpüyorum, kadük kaldığını söylemeliyim.
Eğer bu tarz gayret var ise, işte belki o yerelde o FAZ vardı diyebiliriz.
Harici, donanımlı onbinlerce insanın, ülke gerçekleri, dil bariyeri vb gerçekler nedeniyle bir adım öteye gidemediği, geçmişteki örneklere bakarak da, FAZ ının pek de ileriye gitmeyeceğinin anlaşıldığı bir durumu görüyorum.
7 koca yıl geçti.
bir Envanter çıkarılsın, beşeri sermaye hangi noktaya gelmiş, kim hangi aşama da, ve kendi kapasitesini nereye kadar güzelce kullanabilirdi ASLINDA, ve biz bunları yeetirnce motive etsek, hayata gerçek anlamda n ekadar adapte olurlar, bir çeşit ünite mantığıyla ne kadar topluma karışabilirlerde bir envanter çıkarılsa, zannediyorum sonuç pek de iç açıcı değil.
Üzüntü veren şey, bunun baştan bilinmesi. Önceden de bunları savunan insanlar vardı, ama herkes kulağını tıkamış gibiydi.
Ben bu yönüyle ruhunu kaybetmiş bir durum görüyorum.
Hocaefendi ceketini alıp çıktığında, aradaki tartışma, din kavgası vs değildi, neydi?
Herkes İmam Hatip yapmak isterken, o daha başka bir hayalin peşindeydi.
Şimdi geçmişin BAŞARILARI ile övünen, onun üzerine bina edilmiş bir özgüven ile giden, ama özünde hayata adapte olamamış gerçek anlamda onbinler var.
Ve bu onbinlerin okuduğu bir hizmet medyası..
Kutsamalar, dünyaya yön vereceğine inanmalar vb.
Gerçeği tam olarak görmek ile işe başlayabiliriz.
Ve benim yaptığım bu şey, gerçeğin bir parçası.
Olumsuz bir parçası.
Olumlu yanlarında emeği olanlar lütfen bu satırlarıma kızmasınlar, Allah bizi onlara destek noktasında da getirsin,
Ama madem Nedim Hazar bey, FAZ dedi,
bende gördüğüm FAZ ı anlattım.
Doğru tespitleriniz fazla. Medya ile ilgili olanı da öğretmen ağırlıklı insan kaynağındaki bezginliği de güzel tasvir etmişsiniz. Sorun az çok belli de, keşke hep birlikte biraz da çözüm yolları üzerine kafa yorabilsek ve bunlar hakkında karşılıklı fikir jimnastiği, beyin fırtınası yapabilsek. Yoksa salt eleştirip duran bir gayr-ı memnunlar kitlesinden bir adım öteye geçemeyeceğimiz muhakkak.
FAZ ile ilgili: geçmişte (Peygamber kıssaları veya Asr-ı Saadet olsun, daha sonraki dönemlerde olsun) yaşanmış her olaya birer örnek gözüyle bakılabilir elbette. Ve fakat ille de bunları belli bir kronolojik sıra içinde ‘misliyle’ yaşamak durumunda olmadığımızı da idrakinde olmalıyız. Bu olaylar birer ibret, birer tarihi vesika. Tarih-i tekerrürler devr-i daimi ölçeğinde bazılarına çok yakın şeyler yaşayabiliriz, buna göre vaziyet almaya çalışırız, çalışmalıyız. Geliş sıraları ise çok farklı olabilir kanaatindeyim.
Bu konuda genellemenin doğru olmadığını düşünüyorum.Gaybi Allah’tan başkası bilemez.Bugun bundan sonra ne yapılması gerekiyorsa onu yapan ümitli gayretli bircok insan var. Yani bir yanımız mukaddes hüzün bir yanımız ümit/aşk.Her insan farklı,sosyal konularda bina statigi analizleri gibi analiz yapmak çok zor.
Bütün bu yorumlar ve yazilan yazi sadece olumsuz bir hava olusturdu bende. Nerdeyse hic bir sey ogrenmedim.
Önemli konular Allah kaleminize güç versin.
Bütün fazlar ahsenü’l-kasas’ta mevcut.
Anlayana!
Nedim Bey anlamıştır bu sözü etmekten muradımı.