YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Affetme konusu açıldığında önümüze, kapanmayacak gibi duran başka bir kapı aralanıyor:
“İyi de bu kadar zulmü nasıl affedeceğiz?”
Gerekçemiz de hazır:
“Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) affettiği insanlar Mekkeli müşriklerdi; o gün itibariyle hakikate gözleri açık değildi ve realiteden habersizlerdi; bugünkü zulmün baş aktörleri ise Müslüman ve bilerek, üstelik motivasyonlarını da dinden aldıklarını söyleyerek zulmediyorlar…”
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Doğru.
Ancak şu da bir gerçek ki doğru, her zaman tek boyutlu değildir.
Öncelikle, dumanı üzerinde tüten olayın sıcaklığından meseleye bakılınca, herkesten aynı duruşu beklemek, ‘insan’ olma realitesini görmezden gelmek anlamına gelir. Bugün de herkesin duyguları var ve üstelik, her insanın yaşadığı mihnet de kendi serhaddini aşkın.
Zira yıllardır ortalığı, hız kesmeden ve her defasında kendini egale ederek devam edegelen bir zulüm kavurup duruyor.
Dolayısıyla herkesin dünyasında affedilmez bir Şeytan, asla bağışlanmayacak bir Firavun var!
Halbuki şeytanlığına devam ettiği sürece İblis’i affetmemiz istenmiyor bizden.
“Mezalimi ayyuka çıkmış bir Firavun’u, alenî zulme alem olmuş bir Nemrud’u affedin!” diye bir hüküm de yok.
Hatta Allah (celle celâlühû), ölümle burun buruna geldiğinde, yakayı kurtarabilmek için yapmacık bir iman görüntüsü veren Firavun’un sözlerini yüzüne çalıyor, ibret-i âlem için.
Hem, ortada hukukullaha terettüp eden azîm bir cürüm varsa, biz affetsek ne çıkar!
Dedik ya, hâdise tek boyutlu değil.
Belki de hak bilmez, hukuk tanımaz bir kâfirin yaptığından daha girân geliyor, kardeşin ettikleri!
Dün de öyleydi.
Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) iki oğlunun arasında geçen üzücü hâdiseyi anlatan Kur’ânî beyanlar, böyle bir ortamda geldi.
Onlar da kardeşti; üstelik, şânı yüce bir Peygamber’in evlatlarıydı!
Kin ve nefrete dönüşen hasedin ilk kurbanıydı, Hâbil.
Ne var ki insanların inim inim ana-baba veya amca-dayı, hatta kardeş zulmü yaşadığı bir dönemde Allah (celle celâlühû), gözü kara Kâbil’in karanlık kalbine karşılık, “Yemin ederim ki, sen beni öldürmek için el kaldırırsan, ben seni öldürmek için sana el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım,” diyebilen Hâbil’in ifadelerini nazara verdi.
Yûsuf sûresi de böyle bir ortamda gelmişti ki yine hasedin can yakan ateşiyle gözü kararmış kardeşlerdi, Hazreti Yûsuf’u (aleyhisselâm) ‘ölsün’ diye kuyuya atanlar, iftira atıp ‘hırsız’ yaftası takanlar. Üstelik onlar da bir Peygamber’in evladıydı!
Ardınca gelen onca mihnet ve sıkıntı sonrasında, “Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Ben hakkımı helâl ettim, Allah da sizi affetsin. Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi O’dur.” diyebilen Hazreti Yûsuf’un (aleyhisselâm) duruşunu nazara verdi, ilahi Beyan.
Yûsuf olmak kolay değil; Allah (celle celâlühû), görüldüğü üzere her şeye rağmen bu iradeyi ortaya koyabilen Hazreti Yûsuf’u bayraklaştırıyor!
Gönüller fethine yürürken “Yûsuf’un dediği gibi derim!” buyuran Efendiler Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) beyanlarında da şüphesiz aynı duruluk hâkim.
Aslında Allah (celle celâlühû), önceki kardeşlerinden örnekler vererek O’nu da (sallallahu aleyhi ve sellem) bugünlere hazırlamıştı. Zâhiren geçmişten belli başlı kareler aktarıyordu ama satır aralarında Allah (celle celâlühû), aynı zamanda eli-gözü kanlı bir toplumu dönüştürmenin stratejilerini de veriyordu.
Bunları hayata taşıdı, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); muhatabı olduğu toplumu da bambaşka bir kıvama getirdi.
Ne var ki herkes aynı yerden bakmıyordu; ama görecek ve bileceklerdi.
Bir örnek de Medîne’den verelim:
Küfürden daha kötü bir fiilin fitiliydi, İbn-i Selûl; Ebû Cehil gibi beklentisi olan ve kaybettiklerini Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) fatura eden!
Ayak parmaklarının ucunda yükseliyor ve her defasında Mescid-i Nebevî’nin ilk safında gösteriyordu kendini ama tahribatı Ebû Cehil’den daha şedîd idi!
Neler yapmadı ki?
Ağza alınmayacak ne laflar etti, Şeytan’a pabucunu tersten giydirecek ne entrikalara imza attı ama ona da katlandı, perdeyi yırtmadı Fahr-i Rusül (sallallahu aleyhi ve sellem).
Yan çizdiği Tebûk sonrasında hastalanmıştı.
Belli ki gidiyordu!
Allah Resûlü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) iki talebi oldu:
Gömleğini üzerine örtmek ve namazını kıldırmak.
İkisine de itiraz edenler oldu. Hatta namazını kıldırmak için adım attığında önüne çıktı, Hazreti Ömer (radıyallahu anh); “Yâ Resûlallah!” dedi. “Bu adamın kim olduğu belli ve bugüne kadar yaptıkları da ortada! Falan gün şöyle, başka bir gün de böyle şeyler söyleyen İbn-i Selûl’ün namazını mı kılacaksın?”
Belli ki o an için duygularıyla hareket eden Hazreti Ömer (radıyallahu anh), adımı atan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bile olsa, hazmedememişti. Üstelik, cemâziyelevvelinden başlamış, İbn-i Selûl’ün sergüzeşt-i hayatını ortaya dökmeye devam ediyordu!
Şâhidi olduğu manzara karşısında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) tebessüm etmeye başladı. Sonra da “Yâ Ömer!” dedi. “Yolumdan çekil!”
Söylemişti ama Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) hoşnutsuzluğu devam ediyordu; daha sonra kendisinin de ifade edeceği gibi Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı söylenmemesi gereken şeyleri söylüyor, pişman olacağı adımlar atıyordu.
Baktığı yerin farklılığını fark edebilmesi için ona bir daha döndü ve “Ey Ömer!” dedi. “Bu namazı kıldırıp kıldırmamakta serbest bırakıldım ve kıldırmayı tercih ettim. Eğer İbn-i Selûl’ün de affedileceğini bilseydim, onun için yetmişten fazla istiğfar ederdim!”
Zira, Cibrîl’in getirdiği mesaj, “Onlar için sen ister Allah’tan af dile ister dileme! Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir,” hükmünü veriyordu.
Öte yandan, içeride gözüktüğü halde dokuz yıldır kuyu kazan bu adam için yapılan muamele hâlâ hazmedilebilmiş değildi; konuşulanlar Allah Resûlü’nün de (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağına gelince, “Ben ona gömleğimi vermişim, Allah nezdinde ne kıymeti var? Onun için ne ifade edecek ki! Benim esas beklentim, bu vesileyle bin, hatta daha fazla kişinin samimâne İslâm’a girmesidir!”
Öyle anlaşılıyor ki nifak ocağının baş yaverine gömleğini verip namazını kıldırmasının en önemli sebebi, o âna kadar entrikalarını fark edemeyip de arkasına takılan binlerce insanı bu tuzaktan kurtarabilmekmiş!
Ebû Cehil gibi İbn-i Selûl de ‘binlere bâliğ birlerden’ birisiymiş; etrafında, gözünün içine bakan ve attığı her adımı yürünmesi gereken yol gibi gören kitleler varmış.
Sonrasında bu da olmuş; “Bu kadar olur!” diyen bin kişi gelmiş; gözleri açılmış ve Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasında samimâne saf bağlamışlar.
Öyleyse, yol ayrımına geldiğimizde tercih edeceğimiz yön önemli; Nebevî izi takip edip yarınki nesilleri bu kan davasından kurtaracak ve onlara daha steril bir hayat mı bırakacağız? Yoksa duygularımızın esiri olup biriken hıncımızı tatmin adına intikam peşinde mi koşacağız?
Bugüne kadarki duruşumuzla kazanmış olabiliriz; ne var ki yarınki imtihanlarımız daha çetin olacak.