AHMET KURUCAN | YORUM
Hayat, bir adım atabilme cesaretiyle değişiyor ama o adımı atmak çoğu zaman yıllar süren bir iç muhasebenin, korkularla yüzleşmenin, yalnızlıkla baş etmenin ve insanın kendini kandırmayı bırakmasının ardından geliyor.
“Üşeniyorum, öyleyse yarın başlayayım!” diyerek ertelediğimiz ne çok hayal, ne çok hedef var aslında. Ben bu konuyu işlediğim bir videonun ardından, izleyicilerden gelen çok anlamlı bir mesajla karşılaştım. İçtenliği, samimiyeti ve pek çoğumuza ayna tutan ifadeleriyle bu mesajı sizlerle de paylaşmak istedim. Belki aynı duygularla boğuşanlara yalnız olmadıklarını hissettirir, belki bir kişiye dahi harekete geçme gücü verir diye…
“Sinema bölümü okudum ve bu alanda ürün ortaya koymak istiyorum. Şu an 32 yaşındayım ve yıllardır burada anlattıklarınızla mücadele ediyorum. Ailemle yaşıyorum. Yaşadığımız vilayette çalışıp deneyim elde ettim ama bu işi gerçek anlamda yapmam gerekiyorsa gitmem gereken yer belli: İstanbul. Fakat bir türlü harekete geçemedim.
Korku benim kişisel deneyimimde en başı çeken unsur olsa gerek. Belki altında yatan enaniyet gibi başka şeyler de olabilir. Bilmiyorum… Kendi adıma çok çalışkanım diyemesem de tembel olduğumu da düşünmüyorum. Fakat korkularım ve giderek artan özgüven eksikliğim benim en büyük sorunum. Dua, tevekkül ve gayretle aşılamayacak bir şey olmadığına inanan bir Müslüman da olsam insan yine de korkmaktan ve düşünmekten kendini kurtaramıyor ne yazık ki.
Benim deneyimim de muhtemelen birçok kardeşimle aynıdır. Kafamızda sayısız senaryonun çözüme kavuşması gerekiyor harekete geçip bir şey yapabilmemiz ve konfor alanımızı terk edebilmemiz için. Bu yüzden ben de bahaneler öne sürdüm her zaman. İngilizcem tam olsun, şu filmleri de bitireyim, şu konuda da okumlar yapayım… Ve en çok da kendimi psikolojik olarak hazır hissedeyim.
Kişisel yeteneklerimin ve koşulların zorluğundan tutun, gideceğim ortamda namazımı kılabilecek miyim, yer alacağım projelerin Allah’ın rızasına uygun olup olamayacağına kadar sayısız korkuda eklenince insan şükredeceği şeyleri bırakıp şikayet sarmalına takılıp kalıyor bir noktada. Aile desteği de olmayınca bir türlü kendimi hazır hissedemiyordum.
Okuyacak, izlenecek o şeyleri hiç bitiremedim. Yaptığım her şeyi bir şey öğrenmek ve hazırlık adına yapıyorum, zamanımı olabildiğince verimli geçirmeye çalışıyorum fakat bu da insanı tüketiyor. Şöyle söyleyeyim; izlediğim filmleri dizileri bile bazen çarpı 2 hızla izliyorum. Bu hazırlık sürecini tümüyle küçümsemesem de bir döngüye girdim yıllardır. Birçok farklı duygu ve kafa karışıklığı yaşıyorum. Geçen zaman için kendime kızıyorum.
Neyle karşılacağımı da gerçekten bilmiyorum. İçinde yer almaktan hoşlanmadığım projelerde çalışıp para kazanmakta benim istediğim bir şey değil. Sözün özü hayatımı değiştirmeyi şimdiye kadar başaramadım. Doğru olmadığını bilse bile insan kıyaslama yapmadan da duramıyor. Başaran birilerini gördükçe, belki ümitsizlik değil ama “Galiba benim nasibim bir şeyler üretmek, tutkusunu duyduğum işi yapmak değilmiş.” demeye başladım. Ama bir süredir bu korkunun çok normal olduğunu ve herkesin ama herkesin yaşadığı bir şey olduğunu fark ettim.
Bu noktada fark ettiğim ve önceden önemsemediğim bir şeyin de arkadaş çevresi olduğunu söylemem gerekiyor. Ne kadar içimize kapanık da olsak veya kalabalıkların içinde rahat hissetsek ama yine de yalnız başımıza zaman geçirmekten keyif alıyor da olsak hakiki arkadaş hayattaki en önemli kazanımlardan veya kayıplardan biri.
Elbette hayat yolculuğumuz bir aile ve akraba ortamında başlıyor fakat o bizim elimizde olan bir şey değil. Ailenin iyi ya da kötü katkısı bir yere kadar. Gerisi için biz çaba harcamalı, istemeli, teslim olmamalıyız. Allah’a ve O’nun vadine, bunun için duaya ve ümitsizliğe kapılmamaya inanıyorum. Eğer şu anki hayatınızdan benim gibi memnun değilseniz (şükredecek çok şeyim var ama o başka konu) denemekten ve “zorluğun içine kendinizi fırlatmaktan” başka çıkar yol yok.
Özgüven meselesi ise bambaşka bir konu. Özgüvenli olmakta aslan payının ailede olduğunu düşünüyorum. Her şeye ket vuran bir ailede insan başarmaktan bile korkar. Belli bir yaştan sonra ise yakın hissettiğin, konuşup rahatlayabileceğin ve seni destekleyen insanların çevrende olması çok önemli. Kendi adıma bunun eksikliğini (önemini geç de fark etsem) içten içe hep çekmişimdir.
Bir şeyler yapan tanıdıklarımla ya geçinemiyor ya da dünyaya bambaşka yerlerden bakıyor ve ayrı şeylere ilgi duyuyorduk. Kendimi yakın hissettiklerimi ise harekete geçiremiyordum. Yıllardır hep aynı döngü, hep aynı şikâyetlerle zaman geçirdik durduk. Ama ortaya bir şey koyup düzeltmeye sıra gelince bir iki kişi oluyoruz. Birbirimizi geliştirmeyen arkadaşlığın kişiye ne faydası olur? Buna pragmatist bir yüzeysellikle bakmıyorum. İnsan hep bir şeyler öğreneceğim veya topluma faydalı olacağım çabası içinde olmamalı elbette. Yeri geldiğinde zamanını zararsız uğraşlarla da değerlendirebilmeli. Veya böyle arkadaşlıkları olabilir.
Fakat kendi fasit dairemizden çıkamıyorsak o arkadaşlığın anlamı da kalmıyor. Dünyaya bakıp hep şikâyet ederiz. Hatta benim şu an yaptığım gibi şikâyet etmekten bile şikâyet ederiz.
Lafı çok uzattım. Özetle tek başına kalan bir insan harekete geçmekte zorlanır. Bir şeyler üreten, bunun için çabalayan bir arkadaş grubu çok ama çok değerli. Rabbim her ihtiyaç hissedenin yolunu açsın inşallah.”
“Allaha götüren yol, mahlukatın nefesleri adedincedir” sözü, arkadaşımızın paylaşımını okuyunca yankılandı zihnimde. Önemsiz bir kişi olduğumu baştan söyleyerek devam edeyim. Motivasyonunu çok sevdim. Bu satırları 32 yaşında olduğun için yazıyorum; 52 ya da 42 deseydin yazmazdım. Belki sen yapabilirsin, geleceğe dönük vaktin var diye yazıyorum bunları. Tavsiye değil, sohbet olarak al lütfen.
Sinema yoluyla güzel şeyleri anlatmak, başka alanlar gibi oturmuş bir sistematik değil, biliyorsun. Öncelikle yerelliği perdelemeni ısrarla tavsiye ediyorum. Yerellikten kopmak, kültürünü, içinde büyüdüğün coğrafyayı, alt kültürlerini reddet demek değil bu. Medya diliyle söylersek, alt etiket gruplarına sahip olma. Drama, gerilim, korku vb. tür ile muhakkak etiketleneceksin ama onun alt etiketlenmelerine mümkün olduğunca kendini sokmamaya çalış. Genel evrensel medya dili dışına taşacak şekilde, bir şeyin ne ateşli savunucusu ol, ne de karşıtı.
Mümkünse aynı konuda birbirine zıt iki ateşli tarafın da sunumunun olduğu alanlara girme. İlla gireceksen de şimdi girme. Girdiğinde de lütfen hep grinin tonlarında gez. İnsanlara güven. İnsan vicdanına güven. Zaman seni zaten oraya götürecek, olgunluk döneminde bir karakter kazanacaksın. Ancak, yeterince beklemeyi bilmek zorundasın. O beklemek de şu an değil, operatif sinemaya adım attığında başlayacak. Şu an öğrenmeye odaklan. Ahlaka aykırı, aşırılığı temsil eden projelerde ol demiyorum elbette.
Mesaj verme kaygısı asla gütme; bu da diğer bir husus bence. İnsanlardan bir insan ol, yerellikten kurtulmak tam da burada başlayacak. 32 yaşındasın. 1980’lerde olsaydık ve bu yaşta olsaydın, Türkiye coğrafyası ve hatta onda belirli bir kesim olsa idi hedefin olur derdim, bu yazdıklarımı çöpe at, ama senin olgunlaştığın dönemin dünyasının şartları başka olacak ve güzel fırsatların muhakkak çıkacak. Artık mesaj verilmiyor, veriliyorsa da simgesel. Filmin en sonunda belki müzik ile, bir sahne ile, bazen bir bayrak ile. Elbette biliyorsundur, ama tekrarlayayım, hani hatırlarsın. Bazı Hollywood yapımlarında konusu ister aşk, ister gerilim olsun bir yerinde makul kurtarıcı rolünde Amerikan askeri gelir, hatta sadece bir bayrak altında görüntü sahili selamet demektir; işte o sahne için fonlamalar yapılır yüzbinlerce dolar. Bir New York filminde köşedeki lokantanın o buğulu masalsı görüntüsü, fark etmeden insanlara Amerikan rüyasını anlatır. Bunlar ölçülü bilinçlidir.
Sana film tekniği anlatacak durumda değilim, konumda da. İnsanları manipüle etmekten mümkün olduğunca kaç. Türk dizilerinde müziğe boğarak dramayı vermek, ağlatmaya çalışmak belki işe yarıyor Türkiye’de, Arap coğrafyasına bolca satılıyor ama o bir tüketmek, eser değil. Amacın bu değil senin, hissediyorum; o nedenle manipüleden kaçın demek istiyorum sana. Tabii bu senarist-yönetmen uyumu ile de ilgili. Berbere gidince ne dersen de aynı traşı yapan gibi ise yönetmen, elbette bu dediklerim uyuşmaz ama bunlar ideal. Olgunlaştığında, kendini gerçekleştirme aşamasına geldiğinde, işte o zaman bu geçmişin sana yardım edecek.
Taklit ile başlıyor bu alanlar. Fiziğin Einstein’ına, ekonominin Keynes’ine, ayrıcalıklı zümreden de olsa Spielberg’e kadar hepsinin hikayesinde bir reddedilme, kabul edilmeme, toyluk var. En önemli sohbet konum da bu sana. Mükemmeliyetçi ol, ama mükemmel için bekleme. Senaryo gibi zihin emeği durumlarda bile, hep yavanlıkla başlamıyor mu? Zamanla olur, oturur. Süperkahraman olamazsın ilk başta. Hak yolu gibi garanti bir yolda bile, yaklaşana yaklaşırım dediği yolda bile, 40 yıl seyri süluku olan insanlar olduğunu düşün; birden olmaz, beklemesini bil, ama sürekli dol. Ve bu dolma anına kadar tek bir şeyi rica ediyorum senden: Adını bir etiketle lekeleme. Kaç, uzaklaş; bir gruba ait olma demiyorum. Muhakkak bir şeyin içinde anılacaksın. Ama bu satırlarına işine yansımasın. Yerellikten bu nedenle söylüyorum uzak dur. Evrensel dil ile anlatmayı hedefle.
Yapay zekayı da lütfen sıkı kullan. Netflix senaryolarının bazılarını yapay zeka yazıyor, biliyorsun; hatta bu nedenle senaristler işten çıkarıldı ve protesto edildi. Taklitte kalma derken bunu da düşün. Bu bir savaş alanı da aynı zamanda. Mücadele alanı. Dünyada yüzbinlerce senarist ve yönetmen olmak istiyor. Türkiye’de 2 bine yakın. Sosyal medya platformlarını da bir ekran dekoru gibi kullananları düşününce bu iş çok daha büyük ve rakiplerin olacak. Sırf Amerika’da her yıl 50 binden fazla senaryo yazılıyor ve bunların sadece yüzde 1’i filme dökülüyor. Ki network’ün ne kadar önemli olduğunu da bil. Bu nedenle ilk adımı ne olursa olsun, hoşuna gitmeyen bir şey de olsa, makul yanı var ise öyle bir iş ile at. Keşfetmeyi öğren. Neyi nerede bulabileceğini. Gerçekten kaynakları tam tarayabiliyor musun? Herkesin taradıkları değil, belki gözden kaçan bir özgün vardır. Ondan ilham al, fikir al, hayal gücüne kat.
Güzel yapımlar, ya yaşanmış hayat hikayelerine odaklanıyor, ya da çılgın bir yazarın kitabına. Sen yazmaya çalışma, adapte etmeyle başla. Önce fikri sahanı genişlet. Ama başla. Hazırlık döngüsünden çıkmanın yolu, bitmiş küçük bir iş üretmek. 5-10 dakikalık kısa film senaryosu yaz, diyalogları, karakterleri, mekanları netleştir; gerekirse telefonla çek, düşük bütçeyle yap ama bitir. Gerekirse adsız bir halde sunuma koy YouTube’da, ilk başlangıcını öyle yap, ama başkası onun senin ilk başlangıcın olduğunu bilmesin. Yazarak öğrenilir, bekleyerek değil. 10 kötü senaryo yaz, 1 iyisi çıkar. Kısa film senaryoları, sahne taslakları, tek sahne diyalog denemeleri, sürekli paylaş; YouTube, Vimeo, kısa film platformları, yarışmalara hatta. Ama ustalıkla yap gerekirse. Önce koy eseri ilk başta, başka adlarla vitrinlerle, beğenilirse sahiplen. Oradan git. Belki hoşuna gitmeyecek bir alan olabilir ama olsun. Hangimiz çalıştığımız fabrikanın ürettiği ürünün zararına faydasına bakıyoruz ki? Domuz ürünleri üreten fabrikada namaz kılan bir çalışanın bu konuda rahatsız olduğunu gördün mü? Elbette durum daha farklı sende, ama muhakkak ana akımda makul bir şeyler olacaktır.