Konuk Yazar | Levent Yıldırım | (2. Bölüm)
NOT: Bu yazı www.platformpj.org adlı sitede çıkan yazıdan tercüme edilmiştir [1. Bölüme ulaşmak için tıklayınız]
Bu başlık altında, Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 25.04.2017 tarihinde hakimler Metin Özçelik ve Mustafa Başer hakkında ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği mahkumiyet kararı ile 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle haklarında dava açılan Murat Yılmaz ve Murat Koçak isimli asker şahıslar hakkındaki Erzurum Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesince verilen kararın temyiz mercii olarak incelenmesi sonucunda verilen onama kararı ele alınacak, aynı Daire’nin Ergenekon davasında verdiği bozma kararı ile kısa bir karşılaştırması yapılacaktır.
a) Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yargılama ve temyiz konusu edilmeyen konulara girerek tarafsız olmadığını ortaya koymuştur
Bilindiği üzere, gerek silahlı örgüt (TCK. 314), gerekse anayasayı ihlal (TCK. 309) suçlarınında suçun temel unsuru “cebir ve şiddet” kullanılmasıdır. Özçelik&Başer dosyasında sanıklara atılı eylem yargısal kararlar (hakimin reddi ve tahliye kararları), Yılmaz&Koçak dosyasında ise sanıkların isimlerinin sıkıyönetim atama listesinde yer almış olmasıdır. Yani bu sanıklara atılı eylemler yönünden cebir ve şiddet içeren bir unsur bulunmamaktadır.
Gülen Hareketi hakkında terör örgütü olduğuna ilişkin kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmadığına göre, mahkemeler önlerindeki dosyada bu konuda karar vermeye yeterli tüm eylemler dava konusu yapılmış ise, ancak o takdirde terör örgütü olup olmadığı yönünde karar verebilir. Aksi takdirde bu konunun yargılama konusu yapıldığı davanın sonucunu beklemeleri gerekmektedir. Erdoğan başta olmak üzere siyesilerin ve HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz’ın çeşitli demeçlerinde ve nihayet iddianamelerde ““FETÖ/PDY” nin silahlı örgüt vasfını 15.07.2016 tarihli darbe girişimi ile kazandığı” iddia edilmiş olmasına göre, 15 Temmuz darbe girişimi ana davasının (çatı davanın) sonucunun beklenmesi, bu eylemin Gülen Hareketi tarafından gerçekleştirildiği ve bu nedenle de terör örgütü olduğu sabit görüldüğü (karar kesinleştiği) takdirde, diğer mahkemelerce karar verilmesi gerekir.
Gülen Hareketinin silahlı örgüt vasfını kazandığı iddia edilen 15 Temmuz darbe girişimi ve failinin Gülen Hareketi olduğu konusunda ilk derece mahkeme sıfatıyla Yargıtay 16. Ceza Dairesine veya temyiz mercii olarak dosyasına onama kararı verdiği Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesine açılmış bir dava bulunmadığına göre, Daire’nin (ve dolayısıyla Erzurum 2. ACM’nin) bu konuda verdiği karar yetki ve görev gaspı olup, tarafsızlığın açık ihlalidir.
Örneğin gerekçede “15 Temmuz darbe teşebbüsünün daha önce de bir çok kez yaşandığı üzere uluslararası güç odaklarının desteğiyle esas itibariyle TSK’ya sızmış FETÖ/PDY örgütü mensuplarınca gerçekleştirildiği” denilmektedir. Daire’nin, darbe girişiminin tüm yönleriyle Erzurum’daki mahkemeye sunulmadığı ve mahkeme önünde tartışılmadığı halde darbe girişimine ilişkin karar vermesi ve yargılama konusu yapılmayan konularda görüş belirtilmesi, hem tarafsızlığın ihlali, hem de “ihsas-ı rey” niteliğinde olup, Daire’nin bu konuda bundan sonraki bütün davalara bakmasına engeldir ve hakimin reddi gerekçesi sayılır. Esasında Daire’nin ilk derece mahkemesinde bu konuda yargılama yapılmadığı veya ilk derece mahkeme sıfatıyla kendi huzurunda da tartışılmadığı ve başkaca mahkeme kararı bulunmadığı halde “15 Temmuz darbe teşebbüsünün FETÖ/PDY örgütü mensuplarınca gerçekleştirildiğini” belirtmesi, siyasilerin darbe teşebbüsünün daha ilk dakikalarında aynı yöndeki siyasi nitelikteki beyanlarından hiçbir farkı bulunmamaktadır.
b) Daire’nin tarafsızlığını yitirdiğinin en açık kanıtı, yerel mahkemede tartışma konusu yapılmayan delillere ve delil değeri bulunmayan bilgilere dayanarak hüküm vermesidir
Daire “15 Temmuz darbe teşebbüsünün FETÖ/PDY örgütü mensuplarınca gerçekleştirildiği” biçimindeki gerekçesini “Çok sayıda şüphelinin itiraf içeren beyanları, açık kaynak bilgileri, mahkeme kararları, dava dosyaları, yürütülen soruşturmalar, resmi kurumların tespitleri” ne dayandırmaktadır. Bu kanıtların hiçbirisi yerel mahkeme önünde tartışma konusu yapılmamış, itiraf içeren beyan sahipleri bu mahkemede dinlenmemiştir. Kesinleşmemiş mahkeme kararları, dava dosyaları ve yürüyen soruşturmalar “kesin delil” niteliğinde kabul edilip Daire’ce hükme esas alınmıştır. “Açık kaynak bilgileri” denilen bilgilerin ise, internet üzerinden temin edilen haber ve yorumlardan ibaret olduğu bilinmektedir ve bu bilgilerin tek başına hiçbir delil değeri bulunmamaktadır.
Burada özellikle üzerinde durulması gereken husus “çok sayıda şüphelinin itiraf içeren beyanları” dır. Bu konu ile ilgili olarak İngiliz Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu tarafından hazırlanan Türkiye raporunda darbe girişiminin Gülen cemaati tarafından gerçekleştirildiğine dair bir bilgiye sahip olmadıkları belirtilerek, “Gülenistlerin darbe girişiminden sorumlu olduğuna dair deliller genellikle darbecilerin itiraflarına dayalı. Fakat, bu itirafların işkence sonucunda elde edilmiş olma ihtimali olduğu için (darbecilerin gözaltındayken hasar gördüklerini öneren resimler mevcut), Parlamento bu delillerin güvenilirliği konusunda şüpheli.” denilmektedir.
Görüldüğü üzere, konuya tarafsız gözle yaklaşan İngiliz Dış İlişkiler Komisyonu itiraf içeren beyanların güvenilirliğine şüpheyle yaklaşırken, Yargıtay 16. Ceza Dairesi, yerel mahkeme önünde tartışılmamış ve bu mahkeme dosyasına da başka soruşturma dosyalarından çoğaltılarak eklenmiş olan beyanları “muhkem kaziye” kuvvetinde bir delil sayarak hükme esas almıştır. Bu husus CMK’nun 217/1. maddesindeki “Hâkim, kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabilir.” hükmünün açıkça ihlal edilmesidir ve bu nedenle kararın hukuki olduğunu söylemek mümkün değildir. Daire’nin hükme esas aldığı itirafların sahiplerinin, yargılandıkları ve halen derdest olan davalarda bu ifadelerinin işkence altında aldığını beyan etmeleri karşısında, Daire’nin bu yaklaşımı ancak bir hukuk cinayeti olarak tarif edilebilir.
c) Bir mahkemenin tarafsız olup olmadığı, bazen benzer davalarda verdiği kararlarda kendini belli etmektedir.
Daire’nin bu yazının konusu olan kararları ile Ergenekon Davası ve İzmir’de görülen “Askeri Casusluk” davalarında verdiği kararlardan hareketle, Daire’nin aynı/benzer konularda nasıl farklı kararlara imza attığını açıklayalım:
aa) Daire, iddia konusu “FETÖ/PDY” kararları ile Ergenekon Davasında verdiği bozma kararında aynı konuda çelişkili uygulamalara ve hükümlere imza atmıştır.
Daire Ergenekon dosyasındaki bozma kararında; “Hüküm, duruşmada ortaya konulan delillere dayanır. Tartışılmayan bir delil hükme esas alınamaz. Deliller hukuka uygun olarak elde edilmelidir. Hukuka aykırı elde edilen deliller hükme esas alınamazlar.”, “Kovuşturma aşamasında bütün kanıtların tartışılabilmesi için, kural olarak bu kanıtların aleni bir duruşmada ve sanığın huzurunda ortaya konulmaları gerekir.” demektedir. Oysa yukarıda açıklandığı üzere Daire, Yılmaz&Koçak dosyasında onama kararı verirken yerel mahkeme önünde tartışılmamış veya Özçelik&Başer dosyasında ilk derece mahkeme sıfatıyla kendi huzurunda ortaya konulmamış şüpheli itirafları ve sair delillere dayanarak hüküm kurmuştur.
Ergenekon dosyasında şüpheli olarak ifadesi alınmayan, ancak başka bir dosyaya ait ifade görüntüleri bulunan Tuncay Güney isimli kişinin, o dosyada kendisine yasak sorgu yöntemleri uygulandığı konusunda kuvvetli şüphe oluşturan ses kayıtlarının ve anlatımlarının Ergenekon dosyasında hükme esas alınmasını bozma nedeni yapan Daire, iddia konusu “FETÖ/PDY” ile ilgili kararlarında başka dosyalara ait şüpheli itiraflarını işkence altında alınmış olma ihtimalini görmezden gelerek (ki İngiliz Dış İlişkiler Komisyonu raporunda bile buna dikkat çekildiğinden yukarıda bahsedilmiş idi) ve mahkeme huzurunda tartışılmadığı halde hükme esas almıştır.
Yine Daire, Ergenekon davasında “…asker kişi olan Sanık Özkan Kurt’un soruşturma aşamasındaki ifadesinin Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü personelince alınması ve ifade esnasında askeri inzibat bulundurulmaması” şeklinde bozma hükmü kurarken, iddia konusu “FETÖ/PDY” davalarındaki kararlarına esas aldığı “itirafçı” asker kişilerin bu ifadelerinin TEM Şube Müdürlüğünde polislerce alındığı, burada işkence ve kötü muamele gördüklerine ilişkin fotoğrafların günlerce basında yer aldığı ve halen dahi görülen davalar nedeniyle sık sık servise konulduğu, hal böyle iken, Daire’nin bu ifadelerin TEM Şubede polislerce alınmasını sorun yapmadığı gibi, yasak sorgu yöntemleri uygulanıp uygulanmadığını da araştırmadığı ve önemsemediği görülmektedir.
Ergenekon dosyasındaki yukarıda belirtilen hukuka uygun görüşlerinin aksine, iddia konusu “FETÖ/PDY” davalarında tam tersi bir uygulamaya imza atan Daire’nin bu tutumunu hukuken izah etmek mümkün değildir.
Daire’nin, yargılama süzgecinden geçmemiş ve mahkemede ikrar edilmemiş “itiraf” adı altındaki beyanlara yasak sorgu yöntemlerine göre tespit edilip edilmediğini dahi araştırmadan kesin hüküm nazarıyla bakması yüksek mahkemenin güvenilirliğini ve tarafsızlığını ortadan kaldıran açık bir delil olarak kayıtlara geçmiştir.
bb) Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin Bylock hakkındaki görüşü de taraflı ve hukuka aykırıdır
Bylock’un hukuka aykırı delil olduğu konusunda çok şeyler yazılıp söylendiği için burada sadece konumuzu ilgilendiren yönüyle konuya kısaca temas edelim.
Bylock konusu ile sınırlı olarak bu ara konuya şöyle bir soruyla giriş yapalım: Örgüt üyeliği için delil kabul edilen Bylock verileri şayet Ergenekon dosyasında olsaydı, Daire yine aynı kararı verir miydi? Şüphesiz vermezdi. Bu sonuca ulaşmak için hukuk okumaya gerek olmadığını da belirtelim. Bylock verilerinin nasıl ele geçtiğini bilen ve Daire’nin Ergenekon davasında verdiği bozma kararını okuyan herkes aynı cevabı verecektir. Zira Ergenekon bozma kararındaki “c- Bilgisayarlarda, Bilgisayar Programlarında ve Kütüklerinde Arama, Kopyalama ve Elkoyma” alt başlığı altında CMK’nun 134. maddesi kapsamında verilen bilgiler incelendiğinde, sadece bu bilgilere dayanılarak bugünkü Bylock verilerinin hukuka aykırı delil niteliğinde olduğunu söylemek kaçınılmazdır.
Örneğin Ergenekon bozma kararında “Ceza muhakemesinde deliller kanuna uygun olmalı ve kanuna uygun yöntemlerle elde edilmelidir. Adil yargılanmanın sağlanabilmesi, soruşturma ve kovuşturma aşamalarında toplanan bulguların delil değeri taşıyabilmesi için, şüpheli veya sanıktan elde edilen dijital verilerin, yasa ile sınırları belirlenmiş teknik gerekliliklere uygun olarak toplanması ve sonucunda yargılama makamlarına eksiksiz, bozulmamış halde sunulması gerekmektedir.”, “Deliller hukuka uygun olarak elde edilmelidir. Hukuka aykırı elde edilen deliller hükme esas alınamazlar.” denilmektedir. Oysa Bylock verilerinin Litvanya’da bulunan sunucuların bilgisayar korsanlığı yoluyla ele geçirilerek elde edildiği ortadadır. Deliller usulüne uygun olarak elde edilmediği gibi, yasa dışı yolla elde edilen dijital verilerin gizliliği, bütünlüğü, güvenilirliği ve delil olarak kullanılması imkanı da ortadan kalkmıştır. (Benzer durumda Balyoz, Askeri Casusluk gibi dâvâlarda Anayasa Mahkemesi tarafından ihlâl kararı verilmiştir). Yargıtay 16. Ceza Dairesi Ergenekon bozma kararındaki gerekçelerini uygulamış olsaydı, Bylock verilerinin hukuka aykırı delil niteliğinde olduğu ve hükme esas alınamayacağını kabul etmesi gerekirdi. Şimdi kendi içtihadını da sıfırlayarak tam tersi yönde karar vermiş olması, tarafsız karar verilmediğinin en büyük delillerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Aynı şekilde Yargıtay 16. Ceza Dairesi, İzmir’deki “Askeri Casusluk” davasında “HTS ve telefon dinlemesi tek başına delil olmaz” gerekçesiyle verilen beraat kararının onanmasına karar vermiştir (8). HTS kayıtları, kimin, kiminle, nerede, ne zaman iletişim kurduğunu gösterdikleri halde Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre içeriği bilinmediğinden dolayı mahkumiyet için yeterli delil olarak kabul edilmemektedir. Oysa kişinin Bylock kullandığı bilgisini içeren Bylock verileri (usule uygun elde edilse bile) HTS kayıtlarından çok daha zayıf bir delil niteliğindedir. Kimin, kiminle, ne zaman, nerede iletişime geçtiğine dair kayıt bulunmayan ve içeriği tespit edilmeyen bu bilgilerin kişiler aleyhine delil olarak kullanılamayacağı açıktır. Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin, “HTS ve telefon dinlemesi tek başına delil olamaz” biçimindeki kararı onarken, yukarıda belirtilen nitelikteki Bylock verilerini tek başına örgüt üyeliğine delil kabul etmesi tarafsızlığına gölge düşürmekte, davaya (taraflarına) göre farklı karar verildiği izlenimi doğurmaktadır.
d) Onama kararına konu dosyanın Türk yargı tarihinde görülmemiş bir hızla karara çıkarılıp kesinleştirilmesi, yargıya müdahale edildiği şüphesini doğurmuştur
Davanın seyrine kısaca göz atalım: Sanıklar Murat Yılmaz ve Murat Koçak hakkında Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesinde 28.10.2016 tarihinde dava açıldı. 05.01.2017 tarihinde adı geçen mahkemece mahkumiyet kararı verildi. Erzurum Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi’nin 02.03.2017 tarihli kararı ile istinaf itirazları reddedildi. Bu karar da temyiz edildi, ancak Yargıtay 16. Ceza Dairesi Erzurum BAM 2. Ceza Dairesi’nin kararını onadı ve 17.07.2017 tarihinde Daire’nin gerekçeli kararı açıklandı. Yani 8-9 aylık süre içerisinde, 3 ayrı mahkemece yargılama ve inceleme yapıldı. Türk yargısının hantal yapısı ve dosyaların teraküm etmiş olması dikkate alındığında gerçekten şaşırtıcı bir hız. Sadece tebligat, savunma süreleri, gerekçeli kararların yazımı, bunların tebliği ve itiraz süreleri vs. göz önüne alındığında bile 8-9 aya sığmayacak işlemler söz konusu. Doğal olarak bu sürede yukarıda belirttiğimiz gibi tüm delillerin mahkemeye getirilip huzurda tartışılması da söz konusu olmamış.
Normalde onama kararları tek sayfayı geçmez, ancak Daire’nin, bu ayrıntılı gerekçesinde yerel mahkeme huzurunda tartışılmamış bütün delillere itibar ettiği ve TCK’nun 30. maddesindeki “hata” kavramı dahil, yürüyen davalar kapsamındaki hemen her konuya temas ettiği görülüyor.
Peki bu acelenin ve davada yer almayan konuların da yer aldığı ayrıntılı gerekçe yazımının sebebi ne? Bu sorunun cevabı yandaş basında çıkan haberlerde gizli: “ByLock kullanımını FETÖ üyeliği sayan bu karar, diğer mahkemeler için de yol gösterici nitelik taşıyacak.”, “Yargıtay darbecilerin savunmasının çürüttü.” örneklerinde olduğu gibi. Öyle anlaşılıyor ki, Erzurum dosyası pilot dosya olarak seçilmiş ve bu kadar kısa sürede Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin Ergenekon bozma kararındaki görüşlerine aykırı olarak ve bu konudaki hukuk kuralları ters yüz edilerek sonuçlandırılmış. Tabi burada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Yıl sonuna kadar ciddi manada mahkûmiyet kararları gelecektir.” şeklindeki yargıya talimat sayılabilecek açıklamalarını da not etmek gerekiyor.
Amaç belli; yürüyen davalar bakımında emsal karar oluşturmak, hakimlere “bak Yargıtay da bu görüşte”, “Yargıtay da sizin arkanızda” denilerek resmi (iktidarın) görüşün dışında karar vermelerinin önüne geçmek.
***
İşte Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin bağımsızlık ve tarafsızlık öyküsü. Ne yazık ki, bu yazıda çizilen vahim tablo bir yüksek mahkemeye ait. Sulh Ceza Hakimliklerinden yüksek mahkemeye kadar tüm yargı teşkilatlarında aynı durum söz konusu ve artık Türkiye’de yargı bağımsızlığından söz etmek mümkün değil. Yargı bağımsızlığının ve kanuni (doğal) hakim güvencesinin bulunmadığı, temel hak ve özgürlüklerin ortadan kalktığı ve kişilerin hukuki güvenliklerinin sağlanmadığı bir yerde doğal olarak hukuk devletinden de söz edilemez.
Bütün bunlara rağmen halen dahi yargının bağımsız olduğunu savunan varsa, onlara bir tek soru soralım: Tutuklu gazetecilerin tahliyesine karar veren hakimlerin açığa alınmasından sonra, bu hakimlerin yerine atanan hakimlerin tekrar tahliye kararı verebilmeleri mümkün mü sizce?