Yorum | Aziz Kamil Can
Hukukun en genel kriterlerinden birisi “suç ve cezaların kanuniliği” ile özellikle ceza hukukunda “suç ve cezaların geriye yürümezliği” ilkesidir. Siyasi muktedirlerin gücü ele geçirip zamanla otoriterleşen rejimlerde, muhalif kesimlerin sindirilmesi işlevi genelde yeniden şekillendirilen hukuk sistemi eliyle yapılır. 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminden sonra yaklaşık 500 bin kişi hakkında adli soruşturma açıldı. 10 binlerce memur savunmaları dahi alınmadan ihraç edildi. Malvarlıklarına da el konulan bu insanlar ve aileleri, açlığa, ölüme terkedildiler.
BM Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu (KTÇG)’ye göre, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Ofisi tarafından hazırlanan ve OHAL döneminde alınan tedbirlerin insan haklarına etkisine dair raporda belirtildiği gibi, kamu görevinden ihraçlarda kullanılan farklı gerekçeler mevcut. Bunlardan bazıları “Bank Asya’ya para yatırma, Gülenist Network’a ait sendika ya da derneklere üye olma, hayır kurumlarına yaptıkları bağışlar, ziyaret edilen web siteleri veya çocuklarını Gülenist Networkla ilişkili okullara göndermedir.” Çalışma grubu, incelediği Yayman’ın ceza yargılamasında da benzer delillerin kullanıldığını belirtmiştir.
Örnek olarak sayılan bu iddialar gibi ByLock’la ilgili birden fazla problem vardır. Bu iddiaların her biri kendi içinde somut özellikleri, suç içeriği barındırmaması gibi sebepler nedeniyle “silahlı terör örgütü üyeliği” suçu için, maddi ve manevi unsurlar açısından delil kabul edilmesinde, birçok hukuki sıkıntıyı içermektedir.
Ancak tüm iddialar açısından ortak olan en önemli problem “suç tarihi”dir. AKP hükümeti, 4 bakanı aleyhindeki 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonları sonrasında çeşitli basın açıklamaları ve mitinglerinde bu operasyonların arkasında Gülen Cemaati’nin olduğunu iddia etmiş ve Cemaatin “paralel bir örgüt” olduğunu söylemişti. Fakat özellikle bu konuda asıl yetkili mercii olan Yargıtay ya da bunun dışında herhangi görevli resmi bir kurum tarafından Gülen Cemaati hakkında “silahlı terör örgütü olduğu” ile ilgili bir kabul mevcut değildi.
Türkiye’de 100 binlerce kişinin yargılandığı davaların hukukiliğinden bahsedebilmek için ilk temel şart; hukuki şartlara haiz bir “suç tarihi”nin ortaya konulmasıdır. Ancak yargı bugüne kadar bu konuda ortak bir tarih üzerinde mutabakata varabilmiş değil.
Aşağıda ayrıntılarına yer vereceğim Avrupa Konseyi Komiseri’nin belirttiği üzere, bir grubun silahlı terör örgütü olması, o grup hakkında yargı kararının kesinleşerek “hüküm” halini aldığı Yargıtay’ca verilmesiyle mümkün. Gülen Cemaati ile ilgili herhangi bir yargı merci tarafından olmasa bile “ilk kez” Anayasa 118. maddesi gereğince sadece Bakanlar Kurulu’na “tavsiye niteliğinde karar” almaya yetkili olan Milli Güvenlik Kurulu tarafından 26 Mayıs 2016 tarihinde, “bir terör örgütü olan paralel devlet yapılanması” ifadesi kullanıldı.
Bu tarihten önce “paralel devlet yapılanmaları” veya “legal görünümlü illegal yapılar” şeklindeki siyasi yorumlar yapılmıştı ki bu ifadelerin ceza hukuku anlamında hukuki bir değeri yoktur. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 27 Mayıs 2016 tarihinde Kırşehir’de yaptığı konuşmada, “Dün (MGK’da) yeni bir karar daha aldık. … Fetullahçı Terör Örgütü olarak tavsiye kararını aldık ve Hükümete gönderdik. Şimdi Hükümetten de Bakanlar Kurulu kararı bekliyoruz. Bunların terör örgütü olarak tescilini de gerçekleştireceğiz” demişti.
30 Mayıs 2016 tarihli Bakanlar Kurulu Toplantısı sonrası, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş da, “… Paralel Devlet Yapılanması ilk kez MGK toplantısında tavsiye kararı olarak bir terör örgütü olarak nitelendirilmiş ve bundan sonraki mücadelenin ana çerçevesi de bir terör örgütü ile mücadele şekline getirilmiştir. …” açıklamasını yaptı.
Darbe teşebbüsü gibi bir suçun olduğu bir yerde, elbette kimin hangi iddia ile suçlanıp cezalandırılabileceği konusu açısından en önemli unsur şüphesiz “suç tarihi”dir. BM KTÇG’ye göre, Milli Güvenlik Kurulunun 2015 yılında FETÖ isminde terör örgütü olarak nitelendirdiği tarihte dahi, toplum, bu organizasyonun şiddete başvuran bir yapı olduğunu düşünmemişti (en azından iddiaya konu 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimine kadar).
Bu nedenle, BM KTÇG, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri tarafından 7 Ekim 2016 tarihinde yayınlanan Memorandum’daki görüşlere referans yaparak, kişiler hakkında ceza soruşturması yürütürken ilgililer arasında ayrım yapılması gerektiğini belirtti. Eş ifade ile, illegal eylemleri olanlarla (1. Grup), şiddete başvuracağından habersiz olarak bu harekete sempati duyan, destekleyen veya bu hareketle bağlantılı yasal kuruluşlara üye olanlar (2. Grup) arasında ayrım yapılması gerektiğini ifade ederek, ikinci grupta olanların ceza soruşturmasına muhatap olamayacaklarını ima etti.
BM KTÇG’nin sıklıkla atıf yaptığı Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks’in 7 Ekim 2016 tarihinde yayınladığı Memorandum’da, 15 Temmuz sonrası OHAL süresince alınan tedbirlerin “Ceza hukuku yönünden” (Criminal Law Aspects) değerlendirilmesi başlığı altında özellikle şu görüşlere yer verilmiştir (§ 20-22):
- 20- “…Dahası, Yargıtay’ın bu örgütü terör örgütü olarak kabul eden nihai bir kararı henüz bulunmamaktadır ki yetkililere göre, bir örgütün terörist olarak tanımlanması için Türk hukuk sisteminde çok temel bir hukuki işlemdir. Türkiye toplumunun çeşitli kesimlerinde, Fetullah Gülen hareketi on yıllar boyunca gelişmeye devam etmiş ve çok yakın tarihlere kadar dini kurumlar, eğitim, sivil toplum ve sendikalar, medya, finans ve iş çevreleri gibi Türkiye toplumunun bütün sektörlerinde yaygın ve saygın bir varlık gösterme özgürlüğünü kullanmış görünmektedir. 15 Temmuz’dan sonra kapatılan ve bu Hareketle bağlantılı pek çok örgütün bu tarihe kadar açık ve yasal olarak faaliyetlerine devam ediyor oldukları da şüphe götürmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin herhangi bir vatandaşının o ya da bu şekilde bu hareketle bir irtibatı ya da münasebeti olmamış olmasının ender bir durum olduğuna dair genel bir kabul söz konusudur.
- 21- …Olağanüstü hal kararnameleriyle getirilen bazı idari tedbirlerin muğlaklığı ve bazı idari yaptırımların cezai bir nitelik taşıyormuş gibi görünmesi (aşağıda ele alınmıştır) karşısında pek çok kişi kendileri yasa dışı bir fiil işlememiş olsalar dahi müeyyidelere maruz kalmaktan haklı olarak korkmaktadır.
- 22- Komiser, yetkilileri, Fetullah Gülen hareketi ile bağlantılı olsa bile yasal olarak kurulmuş ve faaliyet gösteren kuruluşlara sadece üyelik ya da bu kuruluşlarla irtibatın cezai sorumluluk oluşturmak için yeterli olmadığını ve terör suçlamasının 15 Temmuz tarihinden önceki eylemlere geriye dönük olarak uygulanmayacağını sarih biçimde ifade ederek bu korkuları bertaraf etmeye davet etmektedir.”
BM Çalışma Grubu, Yayman kararı ile, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserinin pozisyonuna benzer şekilde, derhal olağan prosedür ve hukuki korumalara (olağan hukuk düzenine) ve mümkün olan en kısa sürede, (kitlesel yargılamalardan vazgeçerek) case by case yaklaşımına dönme tavsiyesinde bulunmuştur.
Avrupa Konseyi Komiseri’nin adı geçen raporunda da özellikle belirtildiği üzere, Türkiye’de uzun yıllardır özellikle eğitim vb. konularda faaliyet gösteren Gülen Cemaati ile herhangi bir vatandaşın o ya da bu şekilde bir irtibatı bulunmamış olmasının ender bir durum olduğu bir gerçektir.
Kaldı ki bu STK’ya ait okullar, AB üyesi olan ülkelerin tamamında, Amerika’da ve dünyanın yaklaşık 150 ülkesinde eğitim faaliyetlerine devam etmektedir. AKP hükümeti, defalarca bu ülkelere özellikle darbe teşebbüsü suçlamasıyla ilgili bilgi ve belge göndererek bu ülkelerden Cemaatin, terör örgütü olarak kabul edilmesini istemiştir. Ancak aradan geçen 2 yıldan fazla süreye rağmen, sayıları çok sınırlı ve özellikle ekonomik açıdan geri kalmış bir kaç ülke dışında, hiçbir ülke bu konudaki iddiaları ciddi bulmadığı için eğitim faaliyetleri devam etmektedir.
Dolayısıyla Türkiye’de 100 binlerce kişinin yargılandığı bu davaların hukukiliğinden bahsedebilmek için ilk temel şart; hukuki şartlara haiz bir “suç tarihi”nin ortaya koyulmasıdır.
Kararı analiz etmeye sonraki yazıda devam edeceğiz.