YORUM | M. NEDİM HAZAR
Her veda yeni bir başlangıç demek aslında…
Üşümek…
Üşüyüş ve titreyiş…
Önce yapraklar üşüyor sanırım: Titremelerini sadece kuşlar görüyor belki, şahit olamıyoruz ilk titreyişlere. İntihar misali dalından kopan yapraklarla anlıyoruz ki rüzgârın kaderine terkedilmişler. Birer birer iniyorlar memleketlerinden ölüm gurbetine.
Eylül’ün son demleri…
Rüzgâr bahar aylarının aksine gittikçe zalimleşebileceğini gösteriyor tüm tabiata. Bazen sanki olup biteceklerin sorumlusu kendisi değil gibi sessiz ve alabildiğince yumuşak eserek hayatla bağlantıları en incelmiş olan yaprakları sürüklüyor önünde. Bazen artırıyor şiddetini ve zalimleştikçe zalimleşiyor. Sonrasında başlıyor ölü ve sararmış yaprak sağanağı…
Ürpertici ses çıkarıyor yapraklar ölürken. Her kopuş bir ayrılış belki ama aynı zamanda bir vuslat da…
Gurbet demek epeyce titreyiş demek ve hasret ise mebzul miktarda üşüyüş. Savrulmuş insan ile savrulmuş yaprağın kaderi aynı sanırım. Kimsenin umurunda olmayan bir veda bu yaşanan ve vedalar her zaman gürültülü olmaz.
Yaprağın vedası hüzün verir insanlara. Renk ise ses beraberce yaparlar bu veda seremonisini. Bir Eylül sabahının ilk saatlerinde, veda mevsiminin verdiği mecburiyetle fıtratlarının ve kaderlerinin gereğini yapıyor rüzgâr ve yaprak. Esiyor rüzgâr fıtratı gereği ve yapraklarla buluşuyorlar. Anlık ve zalimane bir vuslat sanki bu yaşananlar. Önce direniyor, takatinin kalmadığı sararmasından ve kurumasından anlaşılan yaprak. Ardından bırakıyor bu nafile direnişi ve kendini sevdalısının kollarına bırakırcasına rüzgârın kaderine terk ediyor. Son kez bakamadan belki tutunduğu dala, bırakıyor ruhunu tüm hafifliğiyle ve amansız bir savruluşla havada sürükleniyor bir süre. Ardından hep yukarıdan baktığı zemine iniş, başka bir vuslat anı. Ancak rüzgâr burada da terk etmiyor onu ve bu sefer yerde başlıyor sürüklenmeye.
Toprak ile belki de ebedi bir birleşme yaşayacak bir süre sonra, belki beraberce yıkanacaklar yağmur sularıyla ve hemdem olacaklar toprak ile yaprak…
Üşüyüş, titreyiş ve kopuşun sebep olduğu bir doğuma şahit oluyoruz şimdi. Yepyeni bir vuslat, varış ve ıslanış neticesinde birbirine karışış. Yaprağın kaderi insanın kaderiyle aynı belki de… Kadim bir kader benzeşliği bu ancak sıradanlaştığı için çoğu insan fark etmiyor. Toprağın nemli ve serin sinesinde bir son bekler hep yaprak ve insanı. Belki sadece ruhu hassas olanlar ve hayatının son demlerini yaşayanların dikkatini çekebilecek bir sekine var bu döngüde. Bir sezon kapanacak, yağmurda ıslanmadan kurtulmuş börtü böcek rüzgârın bu aşk hareketliliğinin kurbanlarından olacaklar. Son sığınaklarına, beklenen akıbetlerine savrulurken çıkan ses bu sebeple insanı ürpertiyor sanırım.
Yapraklar ile insanlar arasında sayısız bağıntı ve benzeşlik kurulabilir belki ama sanırım en benzemeyen yönümüz, ani ölümlerin yapraklarda pek olmayışı. İnsanın ani ölümüm bu nedenle sarsar bizi, fakat yapraklar kolay kolay vakti gelmeden kopmazlar dallarından. Hayatları; doğum ve ölüm mevsimleri neredeyse sabittir her yaprağın.
Ölü yaprak sezonu…
Binlerce, belki milyonlarca yaprak tuhaf hışırtılarla önce dallarından koparak savruluyor, ardından kısa süreli bir berzah âlemi sayılabilecek uçuş geliyor. Ve ardından toprakta sürüklenme dönemi. Burasının ne kadar süreceği ise insanoğluna bağlı sanırım. Zira kimi zaman insanlık bunu bir tabiat deviniminden ziyade çevre kirliliği olarak görüp ‘temizlik’ adına süpürüyor yaprakları. Fıtri olana müsaade etmiyor. Yaprağın toprakla vuslatına tahammül edemiyor nedense.
Hâlbuki vuslat yaklaştıkça renkleri birbirine yakınlaşır toprak ile yaprağın. Sarının ölüm çağrıştıran bir tonunda buluşur toprak ve yaprak. Ve ikisi beraberce sonbaharın hâkim rengine bürünürler. Oysa çok değildir ikisinin de bambaşka renkler giydiği dönemler. Biri çimenlerin, rengârenk çiçeklerin özenle giydirdiği kadifemsi tonlarla geçirir mevsimini, kimi yeşilin tüm tonlarından ayva sarı nar kırmızıya evrilen bir dönüşüm yaşar. Ve yaprak zindeliğini buruşarak bırakır kaderine razı olarak. Kurumayla beraber artık hazırdır daimi aşkına vuslata.
Yağmur…
Rüzgar ile başlar ayrılığın öyküsü.. Yağmur ile artık zirveye ulaşır. İlk yağmur bağrına bağrına çağırır yaprağı toprağın. Ardından geceler boyu, durmadan adeta incecik ve ıslak bir hançer gibi bıçaklar durur yaprağı, artık sevdasının koynuna girmekten başka kaderi kalmamıştır ve toprak, muazzam gönlü geniş bir sevdalı gibi bağrına alır yaprağı. Cömerttir, herkese yer vardır toprağın bağrında. Sadece yapraklara değil, başta insan olmak üzere tüm canlılara. Toprağın bir bereketi de budur esasen.
Bir kitaba sonbahar betimlemeleriyle başlamak belki romantik görünebilir ama hayatın ta kendisidir aslında. Ve aynı yolu izler yaprak ile insan…
Kurban olmak ortak kaderi paylaşmaktır çoğu zaman. Hiçbir ortak paydası olmayan insanların kaderinde kurbanlık varsa, artık aynılaşırlar ve ayrıntılar önemsizleşir. Kurbandırlar artık. Sadece çağdaşlar için böyle değildir bu. Eskilerin, çok eskilerin de aynılaşmasıdır günümüzle. Geçmişin kurbanlarıyla günümüzün kurbanları artık aynıdırlar. Sadece tarih ve kimlik değişir belki ama aynılık bizzat kalacaktır daima.
Kurban olmak bir ceza değil kaderin ta kendisidir. Zalimin zulmünün kurbanı olmak ise başlarda insafsızca bir şeymiş gibi görünmesine rağmen dünya denen güzergâhtaki iyiliğin yaygınlaşması için zaruridir çoğu zaman. Bu nedenle kurbanlara, mazlumlara merhamet etmek yerine anlamak daha önemlidir. Zira merhamet insanın en kolay bağışlayabileceği fazlalığıdır ve bolca vardır çoğumuzda. Anlamaya çalışmak öyle değildir oysa. Onun kadar olmasa da, yaşarsınız muhatabınız hislerini.
İşbu nedenle bir kurbanı en iyi başka bir kurban anlar. Sebebi, dönemi, kimliği ne olursa olsun yaralarından tanır birbirini kurbanlar ve kimi zaman kesişir yolları. Şuurlu bir beraberlik değildir elbette bu, kaderin büyük kurgusunun oluşturduğu şartlar buna sebebiyet verir çoğu zaman.
Bu kitabın kahramanlarının profilleri çok farkı. Kültürleri, yaşları, kimlikleri, coğrafyaları, inançları farklı insanlar. Ortak özellikleri kurban paydası. Hepsi bir şekilde kurbanı olmuş yaşadığı hayatta. Somalili ikizler, Makedonya’dan genç ve çaresiz baba, Burkina Faso’dan Anadolu kadınını hatırlatan geniş gövdesi ve tüm doğurganlığıyla bir şekilde gelmiş anne, bir Kürt genci ya da İran’dan modern hayata öykünmüş batı hayranı bir aile… Hepsinin ortak tek kelimesi; kurban…
Almanya’nın izbelerinde, tam olarak kent bile sayılmayacak bir yerin, caddesindeki 21 numarada birleşen insanların öyküsü… Şehir de, cadde de, bina da aynı büyük kurgunun, muazzam senaristin eseri… Bunu ancak belli bir süre bu insanları gözlemleyenler fark edebilir ne yazık ki! Tıpkı yaprağın ölümünü fark etmeyen çoğumuz gibi, modern insanın, modern dünyanın kahir ekserisi habersizdir bu kaderdaşlıktan. Straße der Odfer das Fachismus bir caddenin ismi, hemen anlaşılabileceği üzere Almanca ve anlamı şu: Faşizmin Kurbanları Caddesi…
İşte anlatımız bu caddedeki 21 numarada yaşayan insanlarla ilgili. Girizgahı çok uzatmadan meselemize geçmenin zamanı geldi sanırım….
NOT: Almanya’da kaleme aldığım ilk kitabım (henüz bastıracak kimse bulamadık) Faşizmin Kurbanları Caddesi 21’in girişinden bir bölüm, hüzün açısından benzer hisleri yaşattığı için paylaşmak istedim.
Bu dönemde kaleme alınabilecek en değerli ve en anlamlı hikâyeleri kayda geçirdiğiniz için tebrik ve teşekkür…