Yapayalnız bir esir!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Şu gerçek bilinse de çok ifade edilmez: 1. Dünya Savaşı bir taraftan devletler muvazenesinin bozulduğu, hırslı krallar ile onlara isyan eden kitlelerin hem birbiriyle hem başka ülkelerle savaşırken, halkların inanılmaz yokluk ve perişanlık çektiği bir dönemdir. 

Üstüne üstlük Osmanlı gibi, tarihinin en sefil döneminde bu savaşa giren bir ordunun perişanlığını anlatmak ve anlamak çok zordur. 

Savaş ve mevsim şartları çetin. Asker, bırakınız kışlık giyeceği, üniforma bile bulunamıyor. 

Bu sebeple ölen Rus askerlerin büyük ve kalın kaputları, postallarına rağbet büyük.

Ancak bu ganimet aynı zamanda büyük bir risk, hatta hayati tehlike demek. Çünkü bir Osmanlı askeri eğer bir Rus kaputu ya da botu giyiyorsa, bir Rus öldürmüş demektir. Ve eğer olur da bir gün Ruslara esir düşerse!

Öte yandan Ruslar bu konuda daha acımasız. Ölen kendi askeri ise, çırılçıplak soyup öyle bırakmaktadır. 

Biz Kosturma’daki kampa dönelim…

Esaret, adı üstünde özgürlüğün tam tersi bir hayat. 24 saat kalas duvarların çevirdiği binaların içinde ya da arasındaki geniş avluda geçmektedir. 

Başlarda dışarı çıkmak kesinlikle yasaktır, ancak zamanla esirler birer bahane bulup ara sıra dışarı çıkabilmektedir. Kalasla çevrili kampın içinde ise görece bir serbestlik var. 

Sibirya, özellikle 19 yy. ile 20. yy. başları arasında hassaten demiryolu boyu ve sınır binlerce askeri tesis ile donatılmıştır. 

Bediüzzaman’ın Kosturma’da bulunan esir kampında tutulduğunu biliyoruz.

İki Osmanlı esiri, günlük iaşesini almış hücresine dönüyor.
Esaret süresi uzadıkça esirler kontrollü olarak çarşı iznine çıkarılıyordu.

Ancak yaşanan iç kargaşalardan dolayı doğru düzgün arşiv kalmadığı için, bu kamptaki gündelik hayat hakkında malumatımız sınırlı. 

Genel olarak Rusya’daki 400 esir kampıyla ilgili Rus tarafından yazılan ve aşırı hüsn-ü zan bir bakışa sahip bazı çalışmalar mevcut. 

Öte yandan Hz. Bediüzzaman esaretten döndükten sonra bambaşka bir felsefe ile yepyeni bir yola girdiği için, artık onun adına dünya hayatı tamamen ikinci planda kalacak. Yaşayacağı tüm sıkıntıları önemsemeyecek, hapisleri, sürgünleri bahse konu bile etmeyecektir. 

Sadece bazı mevzular ile bağlam kurabilmek adına zaman zaman Rusya esaretinden bahsedecektir. 

Bunlardan biri de Lem’alar’da geçmektedir: 

“Harb-i Umumî’de esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinden, çok uzak olan Kosturma vilayetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir câmisi, meşhur Volga Nehri’nin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. 

Yalnızlık istedim; dışarıda izinsiz gezemiyordum. 

Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehri’nin kenarındaki küçük câmiye aldılar. Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. 

Bahar da yakın. 

O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. 

O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı.

Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum, fakat Harb-i Umumî’yi gören ihtiyardır. Güya ‘öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırır’ (Bediüzzaman burada Müzemmil suresi 17’ye atıfta bulunuyor: “Siz de inkârda direnirseniz çocukları ihtiyarlatan o günden kendinizi nasıl ­ koruyacaksınız?”) sırrına mazhar olarak, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. 

Kampta Türk esirleri, daha çocuk yaşlarda olan esirler de var.
Kampın hemen yanındaki tren yolunda çalıştırılan Türk esirleri.

O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdad geldi; dilim “hasbünallahu ve ni’mel  vekil” (Âl-i İmran, 173) dedi, kalbim de ağlayarak “Garibim, kimsesizim, zaif ve güçsüzüm, af istiyor, eman diliyorum Allah’ım senin dergahından meded bekliyorum” dedi. 

Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim: “Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp, Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!” diye, dostları arıyordu. 

Her ne ise… 

O hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlahîde za’f u aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim…” (s235)

Aslında Bediüzzaman’ın anlatımı burada bitmiyor, nasıl firar ettiğine dair de bazı ipuçları veriyor ama burada büyük bir parantez açmak durumundayız. 

Ancak önce alıntı yaptığımız bu kısmı değerlendirelim. 

Üstad’ın esirlikten daha ağır olan yalnızlığını iliklerimize kadar hissettiğimiz bu satırlar bir hakikati daha göstermesi açısından ibretlik. Dünya Savaşı’nın en şiddetli zamanında, Rusya’da bir esir kampında, Rus komutanlar bile Bediüzzaman’ın ders vermesine, namaz kıldırmasına izin verirken, savaştan sonra döndüğü kendi ülkesinde adeta bir eşkıya gibi baskı görecek, kovalanacak, sürgünler, hapisler peş peşe gelecektir. Yani Rusya’nın ona tanıdığı özgürlüğü kendi ülkesi tanımayacaktır!

Bir gizli memba: Şaban Efendi Günlüğü!

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Lokman Erdemir’e gelen Necdet Durgun ve Sami Ayan ellerinde hayli yıpranmış bir defter ile gelirler. Dedelerinden kalan bu belgenin bir günlük olduğunu düşünmektedirler. İçeriğini öğrenmek isterler. 

Belgeyi inceleyen Lokman Erdemir, bunun bir savaş ve esaret günlüğü olduğunu anlar. 27 varaklık günlükte aradan geçen yüzyılın yıpratıcı etkileri bariz şekilde görülmektedir. Kenarları yıpranmış ve yırtılmış, özellikle ilk ve son sayfalarda silinmeler meydana gelmiştir. 

Görünüşe göre günlük 1 Mayıs 1332 [14 Mayıs 1916] Pazar tarihi itibari ile tutulmaya başlanmış. 8 ay 20 günlük bir zamanın kaydını kapsayan günlüğün son kaydı ise 4 Şubat 1332 [17 Şubat 1917] tarihidir.

Günlüğün bir bölümünde ise, günlük dilde kullanılan Rusça-Türkçe kelimelerin karşılıkları vardır. 

Hafız Şaban Efendi, Bediüzzaman’ın aksine sürekli bir korku ve endişe içinde yaşadığından olsa gerek, çok fazla tafsilat ve tasvire ihtiyaç duymamış, sadece vakay-i rapor ve kısa cümlelerle yetinmiştir. 

Mesela pek çok kısımda; “Bugün havadis yoktur. Hamdolsun sıhhatimiz yerindedir. Başka keder yoktur.”, “Bugün havadis iyi idi. Afiyette idik.” ve “Bugün havadis yoktur.” gibi ifadelerle yetinilmiş!

Buna rağmen iç burkan detaylar da yer almaktadır bu günlükte. Mesela bayram sabahları… 

Gurbette ilk bayram onun yüreğine oturmuştur belli ki: 

“18 Temmuz 1332 [31 Temmuz 1916] Pazartesi Bugün havadis yoktur. Bayram yaptık. Cenâb-ı Allah kabul buyursun. Âmin! Elbise yeni giydim. Cenâb-ı Allah gönül şadlığı ile memleketimize irsal buyursun. Üç defa olarak validem[le]görüştüm suâl ettim. Acaba bu görüşmek hakiki midir, yoksa rüya mıdır? Cenâb-ı Allah hayırlı etsin. Âmin!”

Bu günlükteki en enteresan ayrıntılardan biri de Hz. Bediüzzaman ile ilgilidir. 

Belli ki Rusya’da esaret altında bulunan askerler fırsat buldukça birbirlerine mektup, not, kart filan göndermektedir. 

Hafız Şaban Efendi’ye esareti sırasında Vologda vilâyeti, Nikolsk kasabasında esir Mülazım Musa Kâzım Efendi’den “Kostroma Osmanlı esir zabitanından Oflu biraderim Zabit vekili Hafız Şaban Efendi’ye” hitabıyla başlayan 4 Ekim 1917 tarihli bir kartpostal gönderilir. 

Şaban Efendi bu kartı günlüğünün arasında saklar. 

Musa Kazım Efendi “İstifsar-ı hatırla gözlerinizden bûs ederim” (Hatırınızı sorarak gözlerinizden öperim) ifadeleri ile başlayıp Hafız Şaban Efendi’nin halini hatırını sorduktan sonra gönderdiği diğer kartlara cevap yazılmamasından ötürü ayrıca sitem de etmektedir.

Hafız Şaban Efendi’ye kartpostal gönderen arkadaşı Musa Kâzım Efendi “Şeyh Kürt Said Efendi’nin ellerinden öperim, Kürt Ahmed Efendi’ye selam ederim” ifadesiyle Bediüzzaman’a selam etmiş, ona karşı hürmetini göstermiştir.

İşte o kartpostal:

Yine daha önceki bölümlerde bahsettiğimiz Yusuf Akçura da Bediüzzaman’ın bulunduğu esir kampını (Kızılay adına) ziyaret etmiş ve Bediüzzaman’a bir zarf bırakmıştır. Raporunda ise isim kullanmadan şu ifadeleri kullanır: 

“(…) Fakat (esaretteki) bazıları masrafı deruhte ederek şehirde istedikleri evlerde kira ile oda tutmuşlar, birkaçı şehirden iki üç kilometre bud ve mesafede bulunan bir Tatar köyüne gidip Tatarlara misafir olmuşlar. Kürt ulemasından ve milis zabitandan bir zat da köyün camiinde ikamet ediyordu.”

Bahsettiği kişi Bediüzzaman’ın ta kendisidir. 

Belli ki, kampın kalabalığı bile onu rahatsız ediyor ve tefekkür edip yalnız kalmak istiyordur Bediüzzaman. 

Olayların üzerinden neredeyse 90 yıl sonra bölgeye giden Abdurrahim Dede, gözlemlerini “Üstadın Kosturma Esaret Günleri” ismiyle yayınladı. Bu kitap, Hz. Bediüzzaman’ı odağına alan yegane kaynaktır. 

Eminim ben gibi pek çoğunuz bahsi geçen camiyi merak etmektedir. Gerçi siyasal İslamcı iktidar bu konuya da sömürü malzemesi yapmak için, kuş uçmaz kervan geçmez yere yüz yıl (2013) sonra bir camiyi ala-yı vala ile inşa etmiştir ama bahsini ettiğimiz cami, maalesef 1953 yılında bir nehir taşkını neticesinde tamamen yıkılmış. 

Kitap, o dönem 88 yaşında olan Hayrünisa Teyze’ye Tatarca tercüman sayesinde yapılan röportajı da aktarıyor: 

“Adını hatırlamıyorum, ama onu çok gördüm. Uzun boylu, kara başlıklı, heybetli bir adamdı. Zor (büyük) kişiydi. Mescitte kalıyordu. Ben küçük olduğum için heybetinden dolayı çekinirdim. Ama buradaki bütün adamlar onu yahşi görür ve severlerdi.”

Yine Nursi’nin kendi anlatımıyla kaldığı mekan odaklı esaret günlerini aramaya devam edelim. 

“Bir tenbih, iki küçük hikaye: Bundan on beş sene evvel Rusya’nın şimâlinde esir olduğum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koğuşunda bulunuyorduk.” (28. Lem’a, s447)

Anlıyoruz ki, Bediüzzaman önce bir süre bir koğuşa döndürülmüş bir fabrikada ikamet etmektedir…

“Birden, esarette, Kosturma’daki camideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyevîye zannettiğim hâlâtı, esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor.” (Lem’alar, 2. Rica)

Ve anlıyoruz ki, ikamet için tercih ettiği camide kendi iç aleminde derinleşen Bediüzzaman, ruhunun değişim sinyallerini yine bu dönemde vermektedir. 

Biliyorum yazı uzadı ama samimiyetiyle beni derinden sarsan Mustafa Yalçın Efendi’den (Mekanı cennet olsun) bahsetmesek olmayacak.

“Biz esir düştük. Tam 30 bin kişiydik. Bizi hep esir aldılar. Sonra trenlere bindirip 42 gün tren yolculuğundan sonra Sibirya’ya götürdüler. Yolda bize çok eziyet ettiler. Yaralılara bakmadılar. Her istasyonda bizi indirip, eziyet ediyorlardı. Bir parça ekmeği havaya atıp bizi saldırtıyorlardı. Sonra resimlerimizi çekiyorlardı. Sibirya’ya bizi dağıttılar. Gruplar halinde kamplarda kalıyorduk. Tarih falan bilemem, ben cahilim. Onun için hadiseleri sıraya koyamıyordum. İşte biz oraya varınca bir Doğu Cephesi’nden esirler gelmiş dediler. Kampta merakla hep dışarı toplandık. Çok esir vardı, ama karşıdan iki kişiyi getiriyorlardı. Onları iyi kolluyorlardı, bir de baktım Molla Said ve yanında İznikli Osman dediğimiz bir talebesi vardı. Sandık gibi bir şey taşıyordu. Onun içinde Üstadın kitapları vardı. Osman’dan başkasını yanına sokmuyorlardı. Osman, onun hizmetine bakıyordu. Kendisi yaralı idi, bacağı yaralanmıştı. Orada tedavi ettiler. Onu da bir koğuşa yerleştirdiler.”

Esaret günleriyle ilgili bir bölümümüz kaldı. Kaçışı…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin