Yalnızlığı yakından gördün mü?

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Youtube’da yayın yapan, vaktiyle bir değer atfettiğim bir sinemacı kardeşimi, benim gözümde bitiren şöyle bir cümlesi olmuştu: “Bugün BKM ne ise, Yeşilçam’ın altın çağında Arzu Film öyle bir şeydi!”

Sinemayı bilen herkesin, sektörü bilemeyebileceğini gösteren bu sanat cinayetine eşdeğer yanlış tespitin belki tek doğrusu olabilirdi: BKM denen bir gerçeği vardı bugün Türk televizyon ve sinema sektörünün.

Beşiktaş Kültür Merkezi, tek başına incelendiğinde muhakkak ki yadsınmaz bir başarı öyküsüdür. Bir mezbeleliğin sanatla uzaktan yakından ilgisi olmayan ancak dostluğa önem veren bir ismin eline geçmesinden sonra, Yılmaz Erdoğan’ın da etkisine girmesiyle başlayan ciddi bir sanat üretimi…

Ancak en büyük handikap da bir süre sonra her tekelleşmenin getirdiği vasatlaşma ve sıradanlık.

Hayır, bu yazıda ismini vermekten kaçındığım sinemacı arkadaşa karşılık Arzu Film’i anlatma ve hele hele “eynessera minessüreyya” kabilinden “Nire Arzu Film, nire BKM” demek istemiyorum. Böyle bir ana fikir büyük bir vicdansızlık olacaktır. Hem sinemaya, hem tarihe, hem Ertem Eğilmez ve nice Türk mizah sanatçısına ve ille de Yılmaz Erdoğan’a.

Bir tek şundan bahsetmek mümkün olabilir. Arzu Film, endüstriyelleşmeyi başaramadığından sonu gelmekte olan bir sinema sektörünün son can çekişleri döneminde, yanlış zamanda doğru işler yapan bir şirketti. BKM ise tekrar doğum sancıları çeken bir ülke sinemasında doğru zamanda yanlış işler yaparak büyük bir mirası ve fırsatı ıskalayan yapılanmadır.

Yılmaz Erdoğan ve Necati Akpınar için her şey bu salonda başladı |  Kültür-Sanat Haberleri

Geçiyoruz…

Sanat konuşmadan önce bir noktayı daha ibretle hatırlatmak isterim.

Dağıtım sektörü Türk sinema tarihi boyunca hep enteresan olmuş ve dünyada başka ülkelerde görülmeyecek bir yapılanmaya gitmiştir. 1980 Darbesi’ne kadar varlığını ağırlığını artırarak sürdüren “kombin sistemi” Yeşilçam’ın kaderini tamamen dağıtımcıların kontrolüne sokmuştu. Pek çok açıdan marazi ve sıkıntılı olan o sistem, her şeye rağmen en azından bir “tekel” değildi.

Türk sinemasının ikinci sıçrayış dönemi denilebilecek Eşkıya filminden sonraki dönemde BKM ve dağıtımcı firma Mars (Fida Film bir şekilde ekarte edilmişti zira) önce güçlerini birleştirip ciddi, hatta faşizanca bir tekel oluşturdular. Ardından meşrubat ve patlamış mısırdan dolayı birbirine giren bu yapının iki ayağı bozuşunca sinema sektörü sarsıldı.

Ve ardından pandemi ile beraber bu ayaklardan büyüğü ve önemlisi olan Mars pes etmek durumunda kaldı. Cem Yılmaz’ın yıkamadığı şirketi bir virüs yıkıverdi. Başka bir iş vesilesi ile görüştüğüm Mars yetkilileri (Türkiye’dekiler değil Avrupa merkezdekiler) pandemi bitse bile artık Türkiye ile ilgilenmediklerini, en kısa sürede bu salonları devredip dağıtım işinden çekileceklerini söylediler bizzat şahsıma…

BKM böylesi güçlü bir yapının yerli ve cılız bir ayağıydı.

Ancak yine de ülkedeki yapımcılık işinde tekeldi neredeyse.

Ne kadar sit-com, TV dizisi, stand-up filan varsa BKM tarafından üretiliyordu. Ve çoğu da maalesef felaket derecede vasat, hatta kötü sanat ürünleriydi. Kötüydü çünkü ölçü sanat değil ticaretti Necati Akpınar için.

Yılmaz Erdoğan, Akpınar ve BKM’nin elindeki en değerli markaydı şüphesiz.

Ancak tiyatro kökenli ve eğilimli Erdoğan’ın da üretim kapasitesi sınırlıydı. Nitekim bireysel sinematografisinde oldukça iyi iş çıkarmasına rağmen “yönetmen sineması” denilebilecek bir eser sunamamıştı.

Belki bu da farklı bir yazının konusu olabilir.

‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?’ Yılmaz Erdoğan’ın kaleme aldığı bir tiyatro eseriydi. Ve bu eseri değerli kılan en önemli unsur belki de başroldeki Demet Akbağ idi. Bu sebeple yıllarca sahnelendi.

'Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?' Film Oluyor

Pandemi ile beraber, sıradan TV izleyicisinin de hayatına giren Netflix gibi dijital platformlar, global ürünler ile beraber, bir parmak bal kabilinden yerli projelere de imkan sunmaya başlayınca, şüphesiz ilk topa girenlerden oldu BKM.

Kimsenin günahını elbette almak istemem ama muhtemelen Necati Akpınar, Yılmaz Erdoğan’ı arayıp, “Yılmaz, Netflix proje istiyor, var mı elinde yeni bir şey?” sorusunu sormuş karşılığında da “Yeni bir şey yok ama şunu film yapsak nasıl olur?” gibi bir teklif almış diye düşünüyorum.

İşte Netflix’in “Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?” filminin macerası da böyle başlamış olsa gerek.

Gerçi farklı şekilde gerçekleşse ne olacak, elimizde tahlil edebileceğimiz bir film var nihayetinde.

Filmi ilk izlediğimde beni en çok şaşırtan şey, Yılmaz Erdoğan’ın kolaycılığı oldu. Muhtemelen Erdoğan projeye inanmaktan ziyade, “Vereyim gitsin” türünden elindeki tiyatro metnine bir iki minik müdahalede bulunarak film çekilmek üzere yolladı. Ve filme alınan metnin sinemadan ziyade tiyatro için olmasının sebebi de bu bence.

Film bir uyarlama değil, hala tiyatro metni. Yani bir oyun…

Şimdi filme yoğunlaşabiliriz…

Yılmaz Erdoğan, epey geç yaşta gittiği askerlik vazifesinde mesleki açıdan epey verimli bir dönem geçirmişti.

İhtimal ki, askerlik onu gündelik alıkoymalardan uzaklaştırdığı için (kaldı ki ciddi anlamda, “askerlik yaptığı mı var, her gün BKM’deki odasında” eleştirileri de olmuştu o dönem) iki önemli eserinden (birini haftalık dergide neşretmişti) biriydi ‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?’

Diğerini de daha sonra oyunlaştırdı, hatırlayanlar olacaktır: ‘Haybeden Gerçeküstü Aşk’.

Daha önce, daha ziyade müzikal-komedi türünde eserler veren Erdoğan için ‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?’ drama açısından bir milat kabul edilebilir.

https://www.youtube.com/watch?v=zSh0a-l_4pI

Sadece o döneme göre değil, tiyatro tarihine göre de aslında hiç de küçük sayılmayacak bir bütçesi vardı oyunun. Cem Uzan bir yandan ara veren ‘Bir Demet Tiyatro’ isimli sit-com’un devamı için acele ederken diğer yandan Telsim aracılığıyla ‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?’ oyununa sponsor oldu ve dönemin parasıyla 110 milyarlık bütçesiyle oyun epey sükse yaptı. Sadece final sahnesi için iki binden fazla ateşböceği yapılmıştı!

Oyun yaklaşık 2 sezon kapalı gişe oynadı ve Erdoğan esirini salonda 1 milyondan fazla kişinin izlediğini söyledi. Daha sonra VCD/DVD olarak da piyasaya sürüldü. Sahnede barkovizyon kullanılarak oluşturulan arka plan, dijital formatta daha profesyonel hazırlanmış ve belki de tek hata, Yılmaz Erdoğan’ın ara ara verdiği röportajlar olmuştu.

Yılmaz Erdoğan, 2009 yılında Vatan gazetesine (Sanem Altan) verdiği röportajda oyununu sinema filmi yapma isteğinden de bahsetmişti.

Peki ne anlatıyordu bu ‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?’…

Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü? (film) - Vikipedi

Kolayca anlaşılacağı üzere, ateşböceği bir metafor… Erdoğan hikayesinde bu enteresan hayvanlardan (Lampyridae) yola çıkarak oluşturduğu metaforlara bir ülkenin 50 yıllık tarihini arka plana oturtarak sıra dışı bir insanın öyküsünü anlatıyordu.

Oyun pek çok sıkıntılı yönüne rağmen özellikle başroldeki Demet Akbağ’ın olağanüstü performansıyla epey takdir gördü, epeyce ödül de aldı.

Akbağ, oyunda 1948 doğumlu aşırı zeki (geveze olmasının yanında zeki oluşunu 4 rakamlı sayıları zihninde çarpabilmesinden anlıyoruz) Gülseren isimli bir karakteri canlandırıyordu. Akbağ öylesine sahici bir şekilde rolüne giriyordu ki, yıllar sonra verdiği bir röportajda canlandırdığı karakterler arasında Gülseren’in en etkileyici karakter olduğunu itiraf edecekti.

Yılmaz Erdoğan’ın son derece lineer bir matematikle kurduğu hikayede oluşturduğu karakterler de bilindikti. Bu sıradanlık öyküyü basitleştirmiyor, Erdoğan’ın etkileyici metinlerini bir “tık” daha ön plana itiyordu aslında.

Metin Kalender’in yaptığı müzik ve Suzan Kardeş’in tiyatro standartlarına göre epeyce iri olan makyajı hikayeyi sahicileştiren unsurlardandı.

Ve gelelim eserin Netflix filmine dönüşme öyküsüne.

Yazının giriş kısımlarında filmin ortaya çıkışı hakkında (şaka yollu) bir tahminde bulunmuştuk.

İhtimal ki Netflix ile BKM anlaştıktan sonra 2020 yılında Erdoğan kolları sıvadı. Bunun için TV şovu ‘Çok Güzel Hareketler Bunlar’dan da bir süre ayrıldı. Ve bence önemli ve etkileyici bir cast çalışması yaptı. Bu arada filmi yine TV dünyasından aşina olduğumuz yönetmen Andaç Haznedaroğlu çekecekti.

Başroldeki Gülseren karakteri için seçilen Ecem Erkek gerçekten iyi iş çıkardığı bu projede nasıl tercih edildi bilmiyorum ama oyuncu tercihlerinde isabetli davranıldığını düşünüyorum. Sadece “elit”lik çabasıyla filmin misafir oyuncularını jenerikte başa koymaları bana biraz etik dışı geldi.

Gelelim filmin analizine.

Bir anlatıda esas kahramanın değişimi okura-izleyiciye haz verir, eserden aldığı lezzeti zirveye taşır. Ancak her zaman böyle olmayabilir. Bazen ana kahraman hiç değişmez ama etrafındaki karakterleri değiştirir. Aslında bu kahramanımızı daha güçlü ve etkin kılan bir unsurdur.

‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?’ filminin ana karakteri Gülseren böyle biri. Sıra dışı ve güçlü. Dolayısıyla hikayenin başı ve sonunda yaşı kaç olursa olsun karakteri değişmiyor. Bu olabilir.

Ancak değiştirdiği karakterler de dönüşmeden yine aynı şekilde hikayeden çıkıyorlar. Yılmaz Erdoğan’ın en büyük aksaklığı da burada zannımca.

Bir diğer problem ise, muhtemelen bebeği gibi gördüğü tiyatro eserine pek çok açıdan kıyamadı Yılmaz Erdoğan. Ve acıyınca kötü duruma düşersiniz bir senaryoda.

‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?’ bir film değil, filme çekilmiş bir tiyatro gibi duruyor bu nedenle.

Filmin temel metaforu da bir tür sakıza çevrildiği için etkisini düşürüyor ve tiyatroda verdiği o muazzam final etkisini göremiyoruz. Çünkü adeta çiğnene çiğnene çürütülüyor ateşböcekleri.

Müzik konusunu hiç önemsememiş, müzisyensiz film yapmış ama stok müzik firması o kadar başarılı iş çıkarmış ki, jenerikte bestekâr arıyor ve maalesef avcumuzu yalıyoruz.

Büyük çuvallama ise Ecem Erkek’in plastik makyajında. Öylesine bir çuvallama ki, filmin tüm etkisini yerle bir ettiği gibi, yer yer Ecem Erkek’in oyunculuğu için tehlike bile oluşturuyor.

‘Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü?’ Andaç Haznedaroğlu’nun TV dizi aleminin efsunlanmasından kurtulabilmesi durumunda pekala şahane bir yönetmen olabileceğini de göstermiş. Böylesi sıkıcı ve tıkanma ihtimali yüksek bir iş bu kadar ustaca akıtılabilirmiş bence. Senaryonun her milimiyle “Ben film değilim, tiyatroyum” haykırışına eline aldığı sopa ile tepesine vura vura “Hayır sen film olacaksın” diyor adeta Haznedaroğlu.

Filmin girişinde bir de cehalet gösterisi var. Şöyle yazıyor girişte: “Yılmaz Erdoğan’ın Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü”sü… Sevgili yapımcılar, sevgili yönetmenim, eser klasik olursa ve başka başka kişiler yapmışsa öyle yazılabilir. Örneğin Romeo & Juliet’i farklı yönetmenler çekerse falancanın diye yazılır ama bu film öyle bir şey değil. Ne yani Yılmaz Güney’in “Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü”sü mü var?

Yazı uzadı bitirirken harika bir filmi tavsiye etmeme müsaade edin lütfen. Bir eserden, romandan uyarlama bu film de…

Jonas Jonasson tarafından yazılan “Yüz Yaşında Camdan Atlayıp Kaybolan Adam”…

Kitabı okuyabilirseniz şahane olur ama olmasa da olur. Zira kitabın filmi bambaşka mükemmellikte bir şaheser.

https://www.youtube.com/watch?v=bdrcCFTXhzI

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Yılmaz Erdoğana şahsi bi çekememezliğiniz var sanki, tiyatrosunuda izlemiştim filmide dün gece ilgiyle izledim, gayet güzeldi. Zorlama olmuş işte ticari olarak bakılmış filan demişsinizde netflix te o kadar kalitesiz içeriğin arasında böylesi güzel bi hikayeyi bu kadar yermeniz, yılmaz erdoğanı görüş olarak kendinizden uzak bulmanız yönünde bir sonuç çıkardım ben.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin