YORUM | REŞİT HAYLAMAZ
Kendini koltuk sevdasına kaptırmış ve Ebû Tâlib’den onu devralma hazırlığı yapan Mekkeliler’in en iyi yaptığı şey, iftira ve yalan haber üretmekti. “Dâru’n-Nedve” olarak bilinen idari yapı, vahyin geldiği günden itibaren âdeta, yalan haberin merkezi gibi çalışıyordu!
Her güne yeni bir yüzle uyanıyorlardı.
Düne kadar “Emîn” deyip parmakla gösterdikleri, en yakınlarına bile güvenmeyip kıymetli eşyalarını kendisine emanet ettikleri Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir anda hedef haline getirilmiş ve ortak atışın hedefi oluvermişti.Atış serbestti.
Neler demediler ki?
“Mecnûn”
“Şâir”
“Kâhin”
“Büyücü”
“Ebter”
“Bozguncu”
Daha neler, neler!
Din adına ahkam kesmekte, Allah’ı kendi nefisleri istikametinde konuşturmakta da üstlerine yoktu; Allah’ın vahiyle müeyyed kıldığı Peygamberi’ne, kıt akıllarıyla sözde akıl öğretiyorlardı:
“Peygamber, beşer olmamalıydı”
“Peygamber olsaydı evlenmezdi”
“Yanında bir melek olmalıydı”
“İlahları tek bir ilah yaptı”
“Peygamberlik bize de verilmeliydi”
“Kur’ân bir defada indirilseydi”
“O değil de bizim büyüklerimizden birisi Peygamber olmalıydı”
“Çarşı-pazarda gezen birisi Peygamber olamaz”
“Söyledikleri doğru ise gökten taş yağdırsın”
“Göğe merdiven dayasın” gibi daha neler, neler!
Sivri dillerinden Ku’ân-ı Kerîm de nasibini almıştı; yeri geldiğinde kirli emellerine basamak yapmak istedikleri Allah Kelâmı’na da dil uzatıyor,
“Beşer sözü”
“Faydasız, süslü sözler”
“Şeytan veya cin sözü”
“Üstûre” diyebiliyorlardı!
Derler ya: Dilin kemiği yok; ağzı olan konuşuyor!
Topluma o kadar yalan ve iftira pompalamışlardı ki Efendimiz’i yolda gören bir Mekkeli, “tesirinde kalırım” endişesiyle yolunu değiştiriyor, söylediklerini duymamak için parmaklarıyla kulağını kapatıyordu!
Hakikatte her adımları sahte, her sözleri yalandı ama onlara göre kendi doğrularından başka her şey yalandı!
Muhâcirleri geri getirebilmek için diplomasinin dilini kullanarak sonuç alacaklarını zannetmişlerdi; Habeş diyarına kucak dolusu para döktü, oyun içinde oyun sergilediler.
Ama nafile; boşuna nefes tüketmiş, elçiler eli boş gelmişti!
Diplomasiyle elde edemediklerini “yalan” ile devşirmeye odaklandı ve dediklerini yaptılar. Necm Sûresi’ni okuyup Kâbe’de tilavet secdesine kapanan Allah Resûlü’nün ardından onlar da yüz yere koydu, zahiren secde ettiler!
Görüntü tamamdı; “Sabah iman edip öğleden sonra vazgeçme” taktiğiyle kitleleri yönlendirme mühendisliği işe yaramış, içeriğini sorgulama lüzumu duymadan bu fotoğraf, çoktan Habeşistan’a gitmişti!
Secdeleri yalan olduğu gibi haber de yalandı.
Ancak, işe yaramıştı; zira Şeytanî bir tuzakla ve masrafsız bir sonuç elde etmişlerdi:
Altısı kadın, 29 Sahâbî’yi getirmişlerdi!
İşe yarıyordu yaramasına da ortada bir tutarsızlık vardı; yalanın da bir mantığı olmalı, kabul edilebilir bir çerçevede kalmalıydı.
“Büyükleri” bildikleri Velîd İbn-i Muğîre’nin evinde toplandı ve bir gün bunu konuştular:
“Her birimiz farklı bir dil ve üslup kullanıyor ve bu, muhataplarımızda tesir uyandırmıyor; gelin, ağız birliği yapalım ve hep aynı dili konuşalım!” diyorlardı.
Bu toplantının iki sonucu vardı:
İlki, bundan böyle, “sihirbaz” diyeceklerdi.
İkincisi, Hicâz’daki bütün kabilelere hey’et gönderme kararı aldılar. Zira biliyorlardı ki panayır panayır dolaşıp herkes ile görüşen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sırasıyla o kabilelere de gidecek, Hicâz’da uğramadık insan, çalmadık kapı bırakmayacaktı. Öyleyse, kucak dolusu hediyelerle uğurladıkları bu elçiler, Efendimiz’den önce bütün kabileleri dolaşacak, önlerine para-pul dökecek, yeri geldiğinde korku damarlarını harekete geçirip endişelerini artıracak, zaman zaman da menfaatlerinin zarar göreceğini söyleyerek yalan-yanlış beyanlarla onları, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve İslâm hakkında şartlandıracaklardı. Üstelik, meseleyi bir gidişe bağlayıp işi savsaklamayacak, ardı-arkası gelmez ziyaretlerle sürekli canlı tutacaklardı!
Öyle de oldu.
Dediklerini yaptılar ve Mekke’den seferler düzenlediler.
Hem de defalarca!
Bunun iki sonucu oldu:
İlki, Hudeybiye’ye kadar yaşanan seriyye ve gazvelerin ana sebebini, Mekke merkezli gerçekleşen bu seferler oluşturdu. O kadar doldurmuş, o kadar korkutmuşlardı ki henüz Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile görüşüp tanışmadıkları halde, bilmedikleri bir “düşman”ı yok edebilmek için kendine iş edinmiş ve Medîne’ye saldırı kararı almışlardı.
İstihbarat adına atılan adımlar da Medîne’ye gelen haberin doğruluğu söylüyordu. Dolayısıyla o bölgelere seriyyeler gönderildi veya bizzat Allah Resûlü’nün de içinde bulunduğu gazveler gerçekleştirildi. Böylelikle, fiili bir durum söz konusu olmadan fitne kendi yuvasında bastırılmış, gidilen cihetteki kabilelerle anlaşmalar yapılarak güzergâh emniyeti sağlanmış, fırsat avcılarına gözdağı verilmiş ve bundan böyle Hicâz’da keyfîliğin hükümferma olmayacağı da tescil edilmiş olunuyordu.
İkincisi, yalanın mumu söndü ve maksatlarının aksiyle mukabele gördüler. Zira yalanla tutuşturdukları mum söndü ve hakikatin berrak çehresiyle yüzleştiler. Şefkat Peygamberi’ni bizzat gördükten, İslâm’ı kendi orijini ile tanıdıktan sonra kanaatler hızla değişti ve kitleler halinde İslâm’a dahil oldular.
Görüldüğü üzere, zâhiren hedefine ulaşıyor gibi gözükse de sermayesi yalan olanın sonu hüsrandır!