YORUM | AHMET KURUCAN
Kaldığım yerden devam ediyorum. Yalanın kayıptan başka insana bir kazanç sağlamadığını Tevbe süresinde yerini alan Tebük seferi ile alakalı hadiselerden hareketle yazmaya çalışmıştım. Gerçekten de öyledir; yalan, yalan söyleyene de yalan söylenene de ve hepsinden daha öte hakikate da yapılan en büyük saygısızlıktır. Bütün İlahi dinlerde, İlahi bir asla dayanmayan inançlarda, evrensel ve tarih üstü insanî özellikleri ihtiva eden ahlak teorilerinde yalanın takbih edilmesinin nedeni budur.
Daha önceki bir yazımda ifade etmiştim, yalanın en genel tarifi şudur; “hakikati hale mutabık olmayan beyan.” Gördüğü bir şeye görmedim, olmayan bir şeye oldu demek gibi. Bu gündelik hayatta karşılığı olan somut hadiseler üzerinden yapılan bir tarif. Bir de insanın iç dünyası var. Sevmediği bir kişiye seviyorum demesi mesela. Bu yalan değil mi peki? Elbette yalan. İşte bunun için yalanın tarifine şunu da ilave etmek lazım; ilmi İlahiye muhalif beyan. Evet hem somut gerçekliğe hem de ilmi ilahiye muhalif beyanın, davranışın adıdır yalan.
Yalanın inşa ettiği, mamur kıldığı hiçbir şey yoktur yeryüzünde ama maddi-manevi yıktığı çok şeyler vardır. Gönüller yıkar yalan. Nice kalpleri kırar. Binaların, sistemlerin, hükümetlerin alt üst, medeniyetlerin zir u zeber olmasını netice veren sebeplerin temelinde yalanın çok büyük yeri vardır. Zira yalan karşılıklı güveni yok etmiştir.
Güven nedir demeyin bana. Gündelik hayatta en çok kullandığımız kelime ve kavramların başında gelir o. Müslümanın şiarıdır. Türkçe’de de çok yaygın olarak kullanılan Arapça karşılığını söylersem ihtimal daha iyi anlaşılır: emniyet. Hani peygamberlerin beş temel vasfından biri olan emniyet. Hani iman eden insana isim/sıfat olarak söylenen mümin kelimesinin kökünü teşkil eden emniyet. Hz. Peygamberin (sas) “elinden ve dilinden emin olunan” kaydıyla anlattığı Müslüman tanımındaki emniyet. Şimdi bu emniyeti hâk ile yeksan eden yalanın münafık sıfatı olmasının nedeni daha iyi anlaşılmıştır umarım. Güven ikili münasebetlerde görünmez bir sınırdır. O sınır aşıldığı zaman artık münasebetler bir daha dikiş tutmaz tanımaz. Güven insanın sırtını yasladığı bir dağ gibidir. O dağ bir kere yıkıldı mı geriye sadece taş-toprak parçacıkları kalır ki onlara sırt yaslanılmaz.
Yıkılan güven tamir edilmez mi? Belki tamir edilir ama uzun zaman alır. Bununla beraber şunu unutmayın, “edilmez” diyenler hatırı sayılır çoğunlukta. Geçenlerde bir yerde gördüm: “güven insan bedenindeki ruh gibidir. Bir çıktı mı bir daha geriye dönmez” diyordu. İnsanın ruhu çıkınca nasıl ölüyorsa, güvenini zedeleyen kişi güveni zedelenen kişi nezdinde artık ölü hükmündedir demektir bunun manası.
Gerçekten böyle mi? Benim 60 yıllık hayat tecrübem bu kadar keskin ve net konuşmaya mani. Belki söylenen yalanın türü bu konuda etkin bir rol oynuyordur. Halkımız arasında söylenen klasik tabirle “beyaz yalan” var ya, işte onu kast ediyorum. Yalan beyaz ise belki dönebilir zannıyla. Ama ben emin değilim, döner mi dönmez mi diye.
Beyaz yalan sözlüklerde “kimseye bir zararı dokunmayan, kimi durumlarda yararlı bile olabilen, sevimli” diye tarif edilir. Ya da” iyi niyetle söylenen yalan, beyaz yalandır denir. İyi ama yalan yalandır. İyi niyet kötü niyet söylenen sözün hakikate muhalif olma gerçeğini değiştirmiyor ki? Zararı dokunmayan ne demek? Ölçüsü ne bunun? Kim belirliyor bunu?
Ayrıca iyi niyetle söylense bile, o yalanların toplumsal hayatta olumlu karşılıklarının olması o kişiyi beyaz yalanlar söyleme yolunda geri dönülmez bir yola sokuyor. Karakter değişikliğine maruz kalıyor zamanla o kişi. Gerçeklikten kopuyor. Yalanlardan oluşan hayal dünyasının içine hapsediyor onu. Adeta sanal bir alemde yaşıyor. Bunu fark ettiğinde de iş işten geçmiş oluyor. Gerçeklikten o kadar uzaklaşmış oluyor ki artık geriye dönüş mümkün olmuyor.
Hem iyi niyetle söylenen yalanlar her zaman iyi ve olumlu neticeler hasıl etmiyor. Kişinin konumuna göre değişik arz etse de o beyaz yalanlar bazen bir kişinin, bazen bir ailenin, bazen bir topluluğun, bazen bütün bir milletin hatta insanlığın hayatını etkileyebiliyor. Hatta daha da ötesi mahvına sebebiyet verebiliyor.
Kim bunlar diye bana sormayın? Başta kendiniz olmak üzere bakın etrafınıza. Hiç mi beyaz yalanınız olmadı şimdiye kadar yaşadığınız ömrünüzde? O yalanınız sizin eşinizle, arkadaşınızla, çocuk-çocuğunuzla ilişkinizi hiç mi zedelemedi? Resmi makamlarda oturan devlet görevlilerine bakın. Onların iyi niyetler arkasına saklanıp söyledikleri beyaz yalanlar milyonlarca insanın hayatını etkilemiyor mu? Görevleri gereği halka açıklamak zorunda olduğu mesela ekonomik alandaki resmi rakamlarda yaptıkları yüzdelik veya bindelik oynamalar yüzbinlerce insanın iflasına ya da haksız kazancına yol açmıyor mu? Şimdi bu sonuçların oluşmasına sebebiyet veren ve yalan söyleyen şahıs/lar için “iyi niyetinden şüphemiz yok” deyip geçiştirecek miyiz? Güvenden bahsediyorduk değil mi? Bu o güvenin yıkılmasını netice vermeyecek mi? Daha doğru bir soru; vermedi mi?
Yalan söyleyen insan geçici bir ferahlama sağlayabilir kendine. Şen şakrak hayatına devam edebilir. İşin aslı öyle görünür; çünkü hakikatte öyle değildir. Eğer insanî hasletlerini kaybetmediyse içten içe bir ıstırap, bir acı, bir hüzün duyar o insan. Bunun nedeni sadece hakikatin/gerçeğin hırpalanması değildir. Her şeyden önce kendine ardından muhatabına karşı yapmış olduğu saygısızlık da onu yıpratır. Eğer bu kişinin bir de dini inancı varsa ve o inanç ona her halükârda yalan söylememeyi emrediyorsa yalan söyledikten sonraki o geçici ferah yerini bütün bütün ıstıraba terk eder. Hani yün elbiselerin içine yuva yapan güveler misali. Artık o kalbe, o ruha, o beyne bir güve girmiştir ve onu zamanla aşındırır. İçten içe, parça parça yer bitirir onu.
Şöyle düşünün isterseniz. Karşımızda inanan bir mümin var. Kur’an’a inanıyor. Hz. Peygamber’e inanıyor. Bunların te’vil, tefsir ve şerhlerini kabulleniyor. Hatta bunlar üzerine yeni te’viller, yeni tefsirler, yeni şerhler yapabilecek kapasiteye de sahip. Dini alanda ülkenin en yüksek resmi makamında da görev yapıyor. Ya da din eğitimi veren fakültelerde hocalık yapıyor diyelim. Şahıs önemli değil, vasıflara dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü mesele şahsileştikçe anlatılmak istenen hakikat ortada kalıyor. Buharlaşıyor. Kimse o hakikate, verilmek istenen mesaja sahip çıkmıyor. Bak seni anlatıyor diye bıyık altından gülüyor. Halbuki onu anlatıyorum, beni anlatıyorum, seni anlatıyorum. Sözün özü; meseleler şahsileşirse hakikat buharlaşıyor, mesaj alınmıyor, gaye hasıl olmuyor. Dakikalar, günler, aylar, yıllar değil ömürler zayi oluyor.
Şimdi o hakikate geri dönelim; işte böylesi bir kişinin/kişilerin bir elinde “Ey müminler! Kendinizin, ana-babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa bütün gücünüz ve samimiyetinizle hep adalet ve hakkaniyetten yana olun. Allah için doğru şahitlik yapın. Şahitlik konusunda insanların zengin veya fakir olmasını dikkate alarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın” ayetine bir müminin yalan söyleme ve yalancı şahitlik yapma konusunda nerede durması gerektiğini hem de emir kipiyle bildiren Allah beyanı. Diğer elinde ise “İman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir şahsın kalbinde birlikte bulunamaz” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/349) ya da yalanın halis münafık vasfı olduğunu söyleyen “Münafığın alameti üçtür; konuşunca yalan söyler” (Buhari, İman, 24) hadisi. Şimdi gerçekten inanan ama yalan da söyleyen o kişi/ler/in bunlara rağmen iç huzurunu yakalayacağına siz inanıyor musunuz?
Şunu da unutmamak gerek, yalanın bir gerçekliği var. Toplumsal hayatta lanet olası bir karşılığı var. İnsanlık tarihi boyunca da olmuş. Öyle anlaşılıyor ki bundan sonra da olacak. Delil mi? Delil olarak yukarıda beyaz yalan için sorduğum o can alıcı soruyu tekrar sorayım size; Peygamberler bir kenara, hayatında yarım kelime ile dahi olsa hiç yalan söylemeyen insan var mıdır acaba? Ben böyle birini tanımıyorum ve olduğunu da sanmıyorum. O zaman şunu diyebiliriz; yalan aslında toplumda herkesi içine alan müesses bir şey. Görünmeyen ama var olan kurumsal bir özelliği ve yapısı var sanki.
Pekâlâ niye Peygamberler müstesna? Çünkü onlar sadece ve sadece Hakka ve hakikate dilbeste. Bunun diğer bir dille ifadesi şu: Allah karşısındaki abdiyyet ve ubudiyetleri müsellem, bunun haricindeki her güç karşısında özgür. Bu zaviyeden bakınca özgürlüğü, gerçek manada hürriyeti yaşayan insanlar onlar. Diğerleri o ölçüde özgürlüğü yakalayamadığı için yalan söylüyorlar denilebilir. Düzenlerinin bozulmasını istemedikleri için, menfaatlerini korumak veya geliştirmek için, enaniyetlerinin zarar görmemesi için, itibar inşa etmek veya inşa edilmiş itibarlarını kaybetmemek için. Onlarca sebep sıralanabilir bu çerçevede. Öyleyse özgürlükle yalan arasında da -bana göre- direkt bir irtibat var.
Bu yüzden olsa gerek İslam dinine girişin ilk ve anahtar cümlesi “La ilahe” dir. Allah’tan başka her şeyi elinin tersi ile bir kenara itme, onları kalpten, gönülden, kafadan ve hayattan çıkarmayı ifade eder bu iki kelimelik cümle. İnkâr yani. Sonra “İllallah” gelir. Buna da tasdik denir. İnkâr olmadan tasdik olmaz. Muhammed İkbal Nietzsche’nin imanı için şöyle formüle eder bunu: “onun imanı inkarda kalmış, tasdike ulaşmamıştır.”
Evet onun içindir ki “La İlahe” de karar kılamayan kişilerin gemisi bu yüzden okyanuslara açılamaz, denizlerde karardîde olacak şekilde yüzemez. Böylelerinin “İllallah” demeleri olması gerektiği ölçüde ne o insana ne de o topluma fayda sağlamaz. Burada kullandığım “belki” edatı belki de fazladır. Delil mi? Baksanıza dünya genelindeki Müslümanlar olarak hem de hayatın her alanındaki hali pür melâlimize!
Bitireceğim diyordum ama kalemimi saldım. Belki gelecek hafta da devam ederim.
Selamün aleyküm Hocam,
Malum olduğu üzere bu süreçte ayrılıklar arttı. Geçen sohbette bunları degindiniz. Sorum şu benim 13 yasinda bir oglum var evlenmek istediğim bayaninda 6 yasinda bir kizi var. Bu durumda cocuklarimiza karşı nasıl hareket etmeliyiz. Ayrıca dogacak olan cocuk diger çocukların mahrem ve namehremlik meselelerini dusurur mu.