Ya sefer!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Nefes alışla başlıyor seyahat ve yürümeyi keşifle nefes alış oluyor.

Her yolculuk nefes için açılmış bir solunum hattı.

Gittikçe yaşıyorsun, yaşadıkça gittiğini anlayana kadar. Günümüz insanı için her ne kadar eski anlamını yitirmiş olsa da, yol ve yolculuk yaşadığını hissetmek demek. Ve maalesef, kalabalıkların kitlesel takvimleri zorlaştırıyor şartları.

Bizim için niceden beri hayat demek yol demek. Eskiden bir mecburiyet olmadıkça kış şartlarında seyahat artık pek tercih edilmezdi, şimdi ne gam! Oysa en ideali bahar ile beraber revan olmak yollara. Yeşil ile beraber uyanır gibi uyanarak.

Vaktiyle yazmıştım; gitmek lazım, gitmek zaruri, gitmek ihtiyaç çoğu zaman. Yolculuk ise insanın asla unutmaması gereken bir eylem.

Zira insan yolcu.

Malum sabavetten, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, haşirden vs…

Yol belli, belli olmayan yolcunun durumları. Hiçbir engel insanın kendi içindekiler kadar çetin olmuyor, dolayısıyla şartlar ne kadar ağır olursa olsun güzel yolculuk. Hele ki güzel olana ise, en güzeli…

Merhum şair; “Yolculuk, her zaman düşündüm onu / İçimde bu azgın davet ne demek / Oraya, nerdeyse güneşin sonu / Uçmak, kayıp gitmek, kaçıp dönmemek” diyor.

Nazım, insanın ihtiyarı dışında olduğunu idrak etmesine rağmen, rıza söz konusu olduğunda da, tercih sebebi olacağını söylüyor: “Elimde olsaydı… Başlardım yine…”

Yolu ve yolculuğu idrak ile başlıyor her şey, idrak temaşayı beraberinde sürüklüyor. Ve fakat ne yazık ki, hızlı arabalar, güzel yollar ket vuruyor tüm bunlara. Bu perspektifle bakıldığında modern yollarda, modern binekler ile yolculuğun eskilere nazaran daha konforlu olsa da, daha az tat verdiğini söylemek mümkün. Her ne kadar yeryüzünün benzersiz güzellikleri tüm çabalarımıza rağmen hâlâ göz kırpıyor yol kenarlarından. Bazen kapkara bulutların yemyeşil dağlar ile vuslat edercesine birbirine yakınlaştığını görüyor, kimi zaman dağ ile bulutun yer değiştirmesine bile şahit oluyoruz. Ayaklarımızın altından geçiyor kimi zaman bulutlar.

Hayret ve lezzetle tadına varıyoruz manzaranın.

Kimi zaman, yaşlı bir köylü başı gibi seyrek bir bozkır eşlik ediyor bize yol boyunca. Tek tük ağaçların dik tutmaya çalıştığı verimli tarlalar emeği ve alın terini hatırlatıyor yolculara. Devasa metal canavarların büyük homurtularla deldiği dağların üzerini görmekten mahrumuz artık. Kıvrıla kıvrıla yükseldiğimiz o sevdalı bulutların gölgelediği dağ zirvelerine nadiren denk geliyoruz. Onun yerine kul yapımı ışıkların cılız aydınlatmalarıyla korkulu bir serinliğin eşliğinde geçiyoruz tünelleri.

Ve yol bizi kimi zaman şaşırtıcı ara duraklara ulaştırıyor.

Bir çınar gölgesinde kurulmuş kıl çadırlara sığınmış eskiye dair tatlar ve anılar çıkıveriyor karşımıza. Kimi zaman serin bir bardak su oluyor, kimi zaman sıcak bir buğulu bir ekmek. Bununla yetinmeyi öğrenmek bile acı verici ama yine de mutlu olmamıza ziyadesiyle kâfi. Elektronik yönlendirmelerin, uydu haritalarının güttüğü araçlar, kimi zaman rota dışına sapıyor. Bir toprak yola giriyorsunuz mesela ve yine geçmişin zorlu ama hoş anılarını ter ü taze buluyorsunuz mesela tozlu bir sapa yolda. Sürüsünü karşıdan karşıya geçiren telaşsız çobanı hayranlıkla izliyor, hiç acelesi olmayan ahalisinin uzaktan aldığı selamla bir köy meydanında dinleniyor belleklerimiz.

Sonra niyeyse yine acelecilik geri çağırıyor çığlıkla. Süre kısıtlı, yol uzun… Gişelerde bile beklememek üzerine kurulu modern hayat, aman ha acele et geç kalma… Kimin, neyin telaşını yaşıyorsak artık!

Farkındayız yolcuyuz da, bu acelecilik niye?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin