Ya ağaç bizi bırakmıyorsa?

YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU

Ahmet Kurucan Hoca’nın ”Ağacı bırakın artık!” başlığı ile yazdığı yazının üzerinde çok düşündüm. Biz mi ağacı bırakmıyoruz, yoksa ağaç mı bizi bırakmıyor? Bu ağaç neyi temsil ediyor? Onu bırakırsak neleri bırakmış olacağız sorularının cevapları çok net değil. Aslında Ahmet Hoca tam da kitabın ortasından konuşmuş, “travma sonrası şok” yaşayan bizleri anlatmış. Ancak hadise oldukça çetrefil ve bu nedenle de çok boyutlu olarak tartışılması gerekiyor. Bizim durumumuzu en iyi hırsız yakalayan adamın hikayesi gösteriyor.

Hani delikanlı babasına seslenmiş:

“Baba, bir hırsız yakaladım.”

“Getir oğlum!”

“Baba, gelmiyor!”

“Bırak gitsin!”

“Baba, gitmiyor…”

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Evet, biz bu delikanlı gibi ne bıraktığımızda giden ne de bizimle gelen bir problemle boğuşuyoruz. Nedir bu bırakamadığımız ağaç? Bu bırakamadığımız aslında bizim her şeyimizdir; kimliğimiz, anadilimiz, ülkemiz, çocukluğumuz, gençliğimiz, geçmişimiz, kazanımlarımız, dostluklarımız, birikimlerimiz, hatıralarımız, rüyalarımız, yaşanmışlıklarımız. Ve daha sayamadığım nice şeyler… Şimdi bunları bırakmak öyle kolay mıdır? Ama bize bunların hiçbirini almadan ülkemizi terk etmek dışında bir seçenek bırakılmadı. Hatta çoğumuz ülkemizi normal yoldan, elimize valizimizi alıp terk edemedik. Bulanık sulardan ve azgın ırmaklardan geçerek, gecenin en koyu zamanında, köpeklerin havlamalarından, yaprakların hışırtısından, ışıkların yansımalarından korkarak, çocuklarımızı, hayatlarımızı o ırmaklara, denizlere bırakarak terk ettik ülkemizi.

Modern zamanda çok kullanılan bir terim var: Travma. Aslında travma tıbbi bir terim. Çarpılmak demek; bir kamyonun ya da bir belanın size çarpması gibi. İnsana kamyon çarpınca ne olur? Çarpmanın durumuna göre kişide hasar oluşturur, bu bir ölümle de sonuçlanabilir, kalıcı sakatlıkla da. İşte bize çarpan bu bela bir kamyonun çarpıp bizi savurması gibi bir travma değildi. Uzun süreli ve çok ağır psikolojik hasar oluşturan bir travmaydı bu ve hala devam ediyor. İşin daha vahimi, çoğumuz bu çarpmanın gerçek mahiyetini tahlil edemedik ve ne olduğunun farkına bile uzun zaman varamadık. Ahmet Hoca’nın bahsettiği “kendine paralel bir evren oluşturup orada yaşayan insanlar” bu çarpmanın ne anlama geldiğini belki başlangıçta tam olarak anlayamadılar. Ama devamında esas olarak bazı şeyleri kabul etmekte zorlanıyorlar.

Üzerinde çok düşündüğüm bir konu oldu bu yıkım. Niçin biz bu yaşadığımız haksızlıklarla daha büyük bir azimle savaşmaya çalışmıyoruz? Nedir bu ağır tabloyu ortaya çıkaran etmenler, etkenler? Mesela insanlar bir savaşta evlerini, hatta ülkelerini terk etmek zorunda kalabilirler ve bu elbette ki büyük bir travmadır. Ancak bizim yaşadığımız bundan daha farklı ve daha ağır bir şey sanki. Savaşta ya da depremde evi yıkılan, bir kısım yakınlarını kaybeden kişiler büyük bir çöküntü yaşarlar ve bunun yasını tutarlar. Fakat hayatta kalan ve eli yeten dostları, akrabaları, hemşehrileri hatta soydaşları/dindaşları onlara destek olurlar, yardım ederler, el uzatırlar, en azından teselli verirler.

Biz bir savaş ya da deprem gibi mücbir bir olay yaşamadan, bazen aile fertlerimiz, bazen yakın/uzak akrabalarımız, bazen en yakın arkadaşlarımız ve bazen de dost bildiğimiz, el uzattığımız, iyilikleri için çırpındığımız insanların saldırısına uğradık, iftiralarına, sözlü ve fiili taarruzlarına maruz kaldık. Yıllarca gazetelerimizde yazı yazan, bizim her ihtifalimizde boy gösteren, iyi zamanlarda bu işlerin en seveni imiş gibi görünen, kitaplarını satın alarak desteklediğimiz, basın-yayın organlarımızın gediklileri, konuşmalarını alkışladığımız, herkese din, vatan, insanlık dersi veren bir kısım kalemşörler bize iftira ve tasnide ön safta yer aldılar.

Daha da acısı bizim bütün kutsallarımız bize zarar vermek için araçsallaştırıldı, alet edildi. O kutsalları sahiplenen bir kısım din tüccarları bizi aforoz ettiler. Uğruna fedakarlık yaptığımız ülkemiz ve onun imkanları bizi yok etmek için peşkeş çekilirken, mukaddesatımız, hatta camilerden okunan salalar bize tuzak kurmanın aracı olarak kullanıldı. Dini ve diyaneti temsil makamında olanlar da bize saldırarak, saldıranlara fetvalar uydurarak prim yapmaya, makam ve mevki kapmaya çalıştılar. İşin daha acı bir yönü bu taarruzlara cevap verecek, kendimizi savunacak hiçbir malzememiz ve imkanımızın olmamasıydı.

Şimdi bir şekilde Türkiye’yi terk edip uzak diyarlarda yeniden hayata tutunmaya çalışan bu insanlar aslında ne olduğunun fazlasıyla farkında, ancak yıkım o kadar büyük ki bazılarımız bunu kabullenemiyor. Hani bir finans terimi (hatta teorisi) vardır, “Batırılamayacak kadar büyük” diye. Bizim de gördüğümüz tahribat kabul edilemeyecek kadar büyük. Yani o ağacı bırakmak demek bu tahribatı kabul etmek olarak algılanıyor insanlarımızın çoğu tarafından. Evet bir insan ölünce onu gömeriz, aksi halde kokuşur, etrafı için de büyük bir problem olur. Ancak burada gömmemiz gereken şey bir ceset değil, bir hayat, bir geçmiş, umutlar, hizmetler, insanlık adına yapılan iyilikler, vs. Belki Ahmet Hoca haklı, artık onları gömmemiz ve yeni ülkemizde yeni bir yol çizmemiz lazım, ki çoğumuz bunu aslında fiilen yapıyor, ama kolayca kabullenilecek bir durum değil ve bunun yası kolay bitebilecek bir yas değil.

Bu yıkım insanların kendi şahsi maddi ve manevi kayıpları mı? Kısmen evet ama daha büyüğü insanlık ve ülke adına umut olan her şeyin hoyratça yağmalanıp tarumar edilmesi. Hatta umudun, imanın, insanlık değerlerinin, maddi ve manevi her şeyin istismar edilmesi, yok edilmesi ve geride çorak bir ülke kalmasının yası bu. İnsanlarımız, kendilerinin en baştan az çok farkına varıp toplumu uyarmaya çalıştıkları bu kabul edilemez boyuttaki yıkımın bir yerde durabileceği umudunu taşıdılar hep ve bu umutla yollarına devam ettiler. Bu umut onların hayata tutunmasına bir yönüyle yardım ederken bir yönüyle de yeni hayatlarına adapte olmalarına, yıkılanlara yas tutup yeni bir hayata yelken açmalarına engel oldu.

Rasyonel akıl bize Ahmet Hoca’nın tavsiyesinin doğru olduğunu söylüyor, ancak insan sadece akıldan ibaret bir varlık değil. Bu süreçten önce Türkiye dışında yaşayanlar, süreci Türkiye içinde yaşayıp daha sonra ülke dışına çıkmak zorunda kalanların yaşadıkları travmayı aynıyla yaşamadılar. Yeni gelenlere yardım etmek için seferber olan ve onlara ensarlık yapan bu yüce gönüllü insanların şunu bilmesi lazım ki, bu psikolojik bir yıkımdır ve travma sonrası oluşan bu manevi yaraların iyileşmesi epeyce zaman ister. Elbette bir şekilde bu yaşananlar içselleştirilecek ve yeni hayata adapte olunacaktır ve bunun daha az tahribatla olabilmesi ancak travma sonrası rehabilitasyonla mümkündür. Yani bizim bu ağacı bırakmamız iyi olur ama ağaç çok fazla şeyi sembolize ediyor ve bırakması kolay tolere edilemeyecek bir muhteviyattadır. Ağacı bırakırken kimliğimizi, kişiliğimizi, maneviyatımızı kaybetmemeye dikkat etmemiz lazım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

8 YORUMLAR

  1. Madem agaci kutsuyorsunuz, birakmaya calismayin o zaman. Zaten birakamazsiniz ki, boyle dusunerek…

    Tam da Ahmet Beyin teorisini dogrulamissiniz. O diyor ki, agac insani tutmuyor, kisiler agaca sariliyor. Agaca laf soyleyen ile Ona siki sikiya bagli olanlar ayni kisiler….

    • Ağaç var ağaç var..
      Hepsi çam olmadığı gibi kavak da değil…
      Her sarılan ve tutunan aynı sebepten sarılıp tutunmuyor..
      Evet genel olarak söylenebilecek şeyler vardır..
      Fakat o kadar çeşitli, o kadar farklı ve birbirine uymayan durumlar var ki..
      O yüzden belki bir çok meselede olduğu gibi bu meselelerde de özel olarak özel yorumlar isteyen spesifik değerlendirme gereken ağaçlar ve ona sarılanlar olabilir…
      O kadar örnek var ki…

    • Bekara karı boşamak ne kadar kolay değil mi delikanlı? Yazının tamamını okusaydın keşke. O da sonunda Ahmet Bey’in söylediğinin doğru olduğunu ama insanın sadece akıldan ibaret olmadığını söylüyor. Ateş sönse de közü yerinde kalır. En yakınlarından darbe yiyen, çoluğunu çocuğunu gömüp yolda bırakan acılı anne babaların yüzüne söylemeye çalışsana bu yorumunu. Klavyenin arkasından esip savurmak kolay. İnsanların acısına olan bu umarsızlığınız, kendi acınızı yaşayıp anladığınızda değişecek. Çünkü gül kadar inciten, gül kadar incinir

      • Yorumumu anlamadan, klavyenin arkasindan esip savurmussun delikanli.
        “Agaci birakin” daki agac, bence insanin birakmak istedigi seyleri sembolize ediyor. Bu kisinin birakmak istedigi kotu bir aliskanligi, takintisi vb. olabilir. Tabiki kisinin birseyleri birakabilmesi kolay degildir. Ama agaci birakin hikayesindeki espri su: Aslinda o aliskanlik insani tutmuyor, insan o aliskanligi tutuyor.Yani olaya farkli bir bakis acisi kazandirilmaya calisilmis.
        Ozeti su:birseyden kurtulmak istiyorsaniz,onu brakmaya calisin.Kolay olmayacaktir ama en azindan birakabileceginizi bilmeniz gerekir.Eger o seyden kurtulmak istemiyorsaniz veya imkansiz goruyorsaniz… zaten birakamazsiniz.
        Yani; sizin, yazarin ve benim agactan kastettigimiz sey cok farkli delikanli.

  2. Evet, yaklaşık iki yıl içeride kaldıktan sonra, belirttiğiniz yollardan ben de dışarı çıktım. Bir oğlum yanımda.Ona hem baba hem anne olmaya çalışıyorum.Eşim 3. bir ülkede buraya gelmek için uğraşıyor. Diğer bir oğlum Türkiye’de ve diğeri de başka bir ülkede okumaya çalışıyor. Bu durumda olan çevremde pek çok insan var. Ve insan artık yoruluyor. Biz olayları bırakmaya çabalasak da olaylar bizi bırakmıyor

  3. Hocam iki tane bırakmadan bahsedebiliriz. Birisi sevdiklerimizi, memleketimizi bırakmaktır. Bu ayrılığın verdiği acı kabul edilebilir. Asıl ağaca insanları bağlayan şey sanki farklı gibi. Ait olduğunun ülkenin çok derin bağlarından koparılmaya çalışılıyorsun. Bu ülkenin çocuğu okarak insanlara ne işlenmişse aynı şeyler derinden derine herkese işlenmiştir. Bu çok derin kabilecilik bağlarını kırmak ve tam kurtulmak kolay değil. Yani iki tane bağdan bahsedebiliriz. Her insan gibi memleket sevgisi ve derinden derine işlenmiş kabilecilik bağı. Bunlardan memleket özleminin acıları yaşatılmalıdır ama adını tam koyamadığımız kabilecilik bağından kurtulmak adına ağaç kişi hazır olunca bırakılmalıdır. Kendi topraklarında din adına dinsizlik sergileyen kitleler gibi herkes bu toprakların koduyla kodlanmıştır. İnsanların yaptıklarına bakınca bu topraklarda nasıl kirli derin bağlar varsa hepsi toplum tarafından gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu dincilik, türkçülük kabilecilikten başka yada benliğin kendini din yada türk olarak pazarlamasından başka şey olmadığı görüldü. Bu pislenmiş topraklarda ne kadar kendini kurtarmaya çalışsan da illa ki insana bir şekilde bulaşmıştır. O insan bunu tam kavrayamayabilir çünkü çocukluktan beri ve toplum içinde işlenmiştir bunlar. Maksat toplumu kötülemek değil ama bazı duygu ve düşüncelerden bebeğin annesinden koparken ki hissettiği duygu gibi zor olsa da yani kendini güvensiz ortama yada belirsizliğe salmak istemese de o ayrılığın gerçekleşmesi gerekiyor. Bu kopuş demekki o kadar zor birşey ki insanlar kardeşlerinin bile ihanetine uğramasına rağmen hayır ben kopmam diyor. Yani toplumda nasıl bir bağ varsa bu bağını iyiyi yok etmek için hak adına kullanıyor. Bu kokuşmuşluk olarak yetmez mi? Demek ki toplumda pislik yolunu bulabiliyor. Bu topluma bu pislik nasıl kendini kabul ettirmişse demek herkese bulaşabiliyor. Yani kişiliğin çok temel taşları olabiliyor. Bunu kırmak üzülmesi gereken birşey değil. Yani birinci kopuş olan memleket için üzülürken ikinciden kopuşa üzülmemek gerekir.

  4. İki yazıyı da okudum. Ahmet Kurucan önemli bir konuya değinmiş. Ne demek istediğini sezdim, ama yazı beni pek tatmin ve ikna etmedi. Salih Hoşoğlu da bana göre çok tutarlı, ayakları sağlam yere basan bir yazıyı kaleme almış. Bence ikisi de bir doğrunun iki farklı yüzüne ışık tutmuş.
    Bazen Türkiye´deN gelen arkadaşlarda görüyorum. Evde sürekli Türkiye televözyonları açık, her şey Türkiye haberleri etrafından dönüyor sanki. Bu bana çok sağlıklı bir tavır gibi gelmiyor. Türkiye´deki gelişmelerden tabii ki haberdar olmalı. Ama hayat sadece onun etrafında dönüyorsa, sizin yaşadığınız yeni ülkenin dilini, kültürünü öğrenmenizin önüne geçmişse, bu pek doğru değil bana göre. Ama Ahmet beyin demeye çalıştığı ağacı bırakmak da o kadar kolay değil. Bence asıl mesele ağacı bırakmak veya bırakmamak değil, sağlıklı bir mesafeyi bulmak.
    Salih Hoşoğlu´nun yazdıkları önemli şeyler. Belki ağacı tamamen bırakmak hiç bir zaman mümkün olmayacak. Yarım asırdır yurtdışında yaşayanlar ağacı tamamen bırakamamış ki, hayatınını önemli bölümünü Türkiye´de geçirmiş, daha düne kadar kimliği ve kişiliği orada şekillenmiş insanlar mı ağacı bırakacak? Bunu demek, bu insanların odağındaki herşeyi alıp bomboş bir şekilde ortada bırakmak demek olur bana göre. Bu gerekçi değil, insanları anlamsız bir hayata mahkum etmek demek olur. Hem oranın ağacı bırakılacak ise, insanlar neden TR724´u okuyor ki? Bu site de o ağacın bir yansıması değil mi?
    Hayır mesele agacı bırakmak veya bırakmamk değil. Mesele sağlıksız odaklanmaktan kaçınmak. Bizim de kökümüz orada, ne kadar iftira atarlarsa atsınlar, oranın değerlerini biz de temsil ediyoruz, belki onlardan daha çok biz temsil ediyoruz. Bugün bize terörist diyebilirler. Belki yarın herşey değişir, el üstünde tutulur bir duruma gelebiliriz.
    Almanya´da Hitler döneminde Stauffenberg gibi, Scholl kardeşler gibi, Georg Elser gibi insanlar hain diye öldürüldü diktatörlük tarafından. Diktatörlük bitince toplum bu tür insanların varlığına atıfta bulunarak moral kaynağı buldu ve bu isimler övünç kaynağı oldu.
    Herşeyi bugünkü karanlığa göre değerlendirmemek lazım. Yarın her şey çok farklı olabilir.

  5. Guzel yazi, bence TR’de kalanlarin travmasi gidenlerden daha buyuk, asil onlarin yaralarina merhem olmak lazim. Ayrica agaciyla mutlu olana dokunmayalim, en azindan mutlu.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin