YORUM | M. NEDİM HAZAR
Nasıl da bin bir hasret ile beklemiştik seni. Yalan yok, sensizlik çekilmez bir yük gibi ağırlık vermiyordu ruhlarımıza ama özlüyorduk, yağma yok!
Ve tüm nazınla, niyazınla, gizli/açık güzelliklerinle göründün göğümüzde. İncecik bir ‘vav’ gibiydi belin, inşirah veriyordu müjdelerin.
Gelmiştin…
Her yıl olduğu gibi, yine kendi kendimize sözler verdik, azm ü cezm ü kastler ettik. Ki büsbütün de hazırlıksız değildik. Odalarımızı süpürmüştük ruhlarımızın, hani laf aramızda ufak çaplı cilalar çekmiş, gönül mahyalarımıza ışıltılı kandillerimizi yerleştirmiştik. Bir işaret bekliyorduk gelişine dair.
Hayreti gayretini tetiklemiyorsa miskindir insan. Sen ki hayret makamıydın, durup sakinleşmek ve kolaçan etmek için üst başımızı.
Gelmiştin…
Her zaman yaptığın gibi, sana koşulması gerektiğinin idrak edemeyen biz bahtsızlara, sen koşarak gelmiştin eteklerinde sayısız hediyelerle. Cömerttin, mümbittin, merhametliydin.
Korkarım ki, bahtsız olan yine biz olduk, ben oldum.
Ne kadar da şartlandırmıştım kendimi, oysa ne kadar da motive etmiştim. Geldiğin ilk gün bu kez köşede karşılayacaktım seni ve sıkı tutup ellerini asla bırakmayacaktım. Ben seni tutacaktım, sen beni bırakmayacaktın!
Biliyorum çünkü, bir adın da ‘bekleyiş’ti… Gökyüzünün o en muazzam halini bekleyiş, ufukta bir sesi, şefkatin fısıltısını bekleyiş. Ve beklemek dendi mi, sabır hemen belirirdi orada. Ben değil ama meselenin künhüne vakıf olanlar bilip ikrar ederler ki, sabır mayalardı orucu, sahurun geceyi mayalaması gibi. Ve rahmet tutardı geceler, uzayıp fecre doğru. Bir anı sonsuzluğa çevirir, bir günü uzatıp yüz yıla.
Her geldiğinde en önce ‘yavaş’ derdin usulca; yavaş. Dört nala giden atlar misali, insanları sükunete çağırır, koşturmacanın anlamsızlığını hissettirirdin bize: Yavaşla, ağır ol ki hafifleyesin. Bilumum safralardan, malayaniyattan kurtulasın! “Anlamak için yavaş, yaklaşmak için yavaş!”
Sahip olduklarımızı tekrar tekrar hatırlatmak için gelmiştin, unuttuklarımızı düşürmek için tekrar yüreklerimize. Aç kalmaktan daha çok ‘anlamak’tı anlattığın; halden anlamak, dilden anlamak… Açlığımızı gidermek için geldin, aç bırakmak için, açtan anlamak için…
Biz derinlerindekine ulaşamadık belki hiçbir zaman, biz bahtsızlar! Yüzeydekiler bile mutlu etmeye yetiyordu bizi. Bu nedenle biraz ‘pide’ demektin, biraz çay buğusu, birkaç hurma, sofra huzuru.
Tebbessümdün mesela, özlemdin, kadir kıymet bilmektin…
‘Su’ idi diğer adın; rahmetin ıslak tezahürü… Susuzluktun, bir damlaya hasretin kıymeti, verilmeyince biriktiremeyeceğimiz.
Baba demektin belki biraz ama en çok anne…
Rabbin merhametinin anne merhametine benzediğinin ya da tersinin göstergesi değil miydin sen? Kıyabilir miydi annelerimiz tüm yaramazlıklarımıza rağmen bize? Ya Rabbimiz? Tüm kusurlarımız, hatalarımız ve hatta azgınlıklarımıza rağmen seninle merhametini araya sokuyor, kıyamadığını göstermiyor muydu? Oruç tutan evladımıza bakarken yansıdı bin bir filtreden geçerek Rabbin merhameti. ‘Bizim katı kalplerimiz bu kadar rikkatle dile gelip, kurumuş merhamet pınarlarımızı akıtıyorsa, kim bilir O’nun merhameti nasıldır’ dedik içimizden!
Ve gidiyorsun şimdi…
Biz mahzun, üzgün ve epeyce mahcup… Yine layık olamamanın ezikliği ve hüznü var yüreklerimizde bu sene de hakkını verememenin.
Daha ayrılırken özlenir mi hiç, bak özlüyoruz işte daha şimdiden!
Sen, seneye yine heybende binlerle hikmet ve rahmetle gelirsin de, biz burada olur muyuz Allah bilir?
Biz senden memnun, razı olduk, yüzümüz pek yok ama inşallah sen de bize şahitlik edersin.
Gidiyorsun işte..
Kim senin kadar vefalıdır ahdine bilemiyorum ve kim senin kadar kadr u kıymeti bilinmediği halde, her yıl tekrar tekrar gelip bir şans daha verir.
Şimdi gidiyorsun…
Hasret olacak yine adın.
Yine bilemedik kıymetini, annelerimizin kıymetini bilemediğimiz gibi!
‘Zor’ dediler seni tutmak için. Belki haklılardı bilemiyorum; zordu, çok zordu tutmak biliyoruz seni.
Ama bak, artık tutabilene aşk oldu, gidiyorsun işte.
Belki de bir zandı ama…
Biz seni tuttuk, sen bizi bırakma!
Aşk ile bir daha, bir daha…