Vatansız

YORUM | YASEMİN TATLISEVEN

Hatırladığım kadarıyla e-devlet şifremi giriyorum. Ülkeye giriş-çıkışım fiili olarak mümkün olmasa da sanal olarak giriş-çıkış yapabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.

Bu arada kimlik numaramı iyi ki ezberlemişim. Zira yurtsuz kaldığım gibi kimliksiz de kaldım. Şu garip mülteci; yabancı bir ülkede, gözü dönmüş hırsızların gazabına uğradı. Paramla birlikte nüfus cüzdanımda çalındı. Bre vicdansızlar! Hadi parayı aldınız, bari kimlik kartını bıraksaydınız. Ha bir de tüm borçlarını sıfırladığım, ama ülkemden çıkarken ne olur ne olmaz diye yanıma aldığım ve son iki aydır mecburiyetten patlattığım kredi kartlarım da gitti. Onlara üzülmüyorum. Zaten limitlerini doldurup ödeme yapamadığım için bankalar bloke koymuştu. Bu arada geri döndüğümde kartlarımı mutlaka ödeyeceğim. Üzüldüğüm; iltica (asylum) kartım oldu. Zira almak için altı aydır uğraşıyordum. Karda, kışta, soğukta; sabahtan akşama kadar, günlerce mülteci çadırlarında bekledim. Tam kavuştum derken kaybetmek çok ağır geldi. Üstelik bu kimliğe en çok ihtiyacım olduğu bir dönemdeydim. Bu ülkeden çıkmaya çalışıyordum.  Çıkmadan önce ilticamı geri çekmeliydim. Dolayısıyla o kimliğe ölesiye ihtiyacım vardı. Hele para, o an itibariyle nasıl lazımdı bir bilseniz? Durun onu da anlatayım.

Gideceğim ülkenin istediği tüm resmi evrakları toparlamıştım.  Hiç unutmam, günlerden cumartesiydi, kargolar yarım gün çalışıyordu. Evraklarımı postalamak için 12.00 sularında kargoya vardım. O kadar da mutluydum ki bu posta yerine ulaşır ulaşmaz, seyahat belgem gönderilecekti. İki yıldır görmediğim çocuklarım ile üç yıldır görmediğim eşime artık kavuşabilecektim. Kargo ofisine girmemle birlikte tuhaf bir şeyler olduğunu anladım. Elimi sırt çantama attım ve başımdan aşağı kaynar sular dökülüverdi. Çantamın ağzı, ikiye yarılmış Diyarbakır karpuzu gibi açıktı. Cüzdanın yerinde de yeller esiyordu. İlk şoku atlattıktan sonra, işimi bir an önce çözmem gerektiğini düşünüp, o civarda olabileceğini tahmin ettiğim arkadaşlarımı tek tek aradım. Yabancı bir ülkede, yarım saatin içinde, yanıma üç arkadaşımın gelmesi ve parayı denkleştirmemize rağmen, kargonun kapanış saatine yetişemedik. Çocuklarına kavuşmayı, yıllardır bekleyen ben değilmişim gibi, uçuşumu erteleyecek o koskoca iki güne yanıp yıkıldım. Fazla da yıkılamadıktan sonra, tekrar işime konsantre  olmaya karar verdim. En yakın karakol binasına gidip, cüzdanım ve iltica kartımın çalındığına dair tutanak tutturdum. İyi ki bunu yapmışım, çıkarken bu evrak çok işime yaradı.

Ailemin bulunduğu ülkeye geldiğimde, tüm iltica işlemlerine baştan başlamak zorunda kaldık. Bu arada kimliksiz ve pasaportsuz dünya üzerinde seyahat edebiliyor olmama çok şaşırıyordum. Kendime ait, tamamen resmi olan, öz-hakiki pasaportumla uçamadığım ülkeye; bir A4 kağıdı ile gelmiştim. İltica sürecinin en yorucu kısmı; yaşadıklarımızı, başından sonuna kadar, tekrar tekrar anlatmaktı. Ve her anlatışımda, olayı adeta tekrar yaşamak… Konuşmalarımızı kayıt altına alan memurun, Brezilya dizisi izliyormuş gibi davranması; anlamakta zorluk çekip, ikide bir lafımızı kesip, enteresan sorular sorması ve bunlar gerçek olamaz şeklindeki şaşkın bakışları, inanın daha da yorucuydu. Meramımızı anlatmak çok uzun sürse de bir şekilde işler yoluna giriyordu.

Aradan geçen dört yılın sonunda, pasaportlarımız nihayet elimize ulaştı. Hemen ilk yurtdışı gezimizi yapmaya karar verip, çokta uzağa gitmeden, en yakın ülkeye vize başvurusunda bulunduk. Heyhat! Üçüncü dünya ülkelerinden birinde yaşadığımızı unutarak! Karşı ülke elimizdeki pasaportları anlamakta zorluk çekiyordu. Pasaport; siyahi ülkelerden birine aitti, biz beyazdık ve pasaporttaki milliyeti kısmında farklı bir ülkenin adı yazıyordu.  Memurlar çaresiz, işlemimizi yapamayacaklarını söyleyerek, vize başvurumuzu reddettiler. İçinde bulunduğumuz durumu anlatan ve gerekli açıklamaları ileten yeni başvurumuzla kapılarına tekrar dayandığımızda, şöyle bir çözüm buldular. Mağduriyetinizi anladık, o zaman kimliklerinizdeki ‘milliyet’ kısmına ‘vatansız’ yazılsın! 

Vatansız mıydık biz? Uğruna ölebilecek kadar çok sevdiğimiz bir vatanımız vardı bizim. Üstelik vatan sevdasıyla büyütülmüştük. Bizim de dedelerimiz, Kurtuluş Savaşında, Balkan Harbinde savaşmışlardı. Biz de vatanımız için yıllar yılı çalışmış, üretmiş, vergi vermiştik. Birileri tarafından dışlandık, istenmedik diye vatansız mı sayılacaktık. Üstelik vatan deyince burnumuzun direği sızlayacak kadar özlemiştik. Hasretle yanıp, kavruluyorduk. Bizi vatansız bırakanlar vardı belki! Ve bir de bizim vatansız kalmamıza hiç ses çıkarmayan yakınlarımız, sevdiklerimiz, dostlarımız vardı. Ama biz asla vatansız değildik! Vatan bizim içimizdeydi. Gönlümüzdeydi. Gittiğimiz her yere taşıyorduk onu… 

Vatansız! Ne kadar ağır bir söylemdi bu böyle… Bu sıfata da dolu dolu iki gün ağladıktan sonra, kurtarırsa bizi çalışmak kurtarır diyerek, işlerime motive olmaya karar verdim. 

Şubat ayının ilk günleriydi. Bir sabah acı acı çalan telefonlarla uyandık. Ülkemizde deprem olmuştu. Saatler ilerledikçe büyük resmi görmeye başlıyor, felaketin boyutlarını yavaş yavaş anlıyorduk. İletişim kurmaya çalıştığımız eş, dost ve akrabalardan iyi haberler almayı ümit ediyorduk. Ancak internete yüklenen fotoğraf ve videolar korkunç tabloyu gözler önüne seriyordu. Asrın felaketiydi ve 11 ilimizi etkilemişti. Televizyon ve haberlerin başından bir saniye olsun ayrılamıyorduk. O kadar uzaktaydık ki elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Sadece dua edebiliyorduk. Yapabildiğimiz sadece buydu. Böyle bir afet anında, vatanından kilometrelerce uzakta olmak, televizyon karşısında çaresizce eli kolu bağlı oturmak öyle zordu ki… Kuş olup uçmak istiyordu insan. Gidip bir işin ucundan tutmak, enkaz başında beklemek, bir kazan çorba dağıtmak, bir iş makinesi bulmak, bir çocuğa sarılmak, bir yaralıya yardım etmek, su dağıtmak… O kadar uzaktık ki! Yüreğimiz yana yana, iki gözümüz iki çeşme, çaresiz olanları izledik. Eğer bizi hoş karşılayacaklarını bilseydik, uçaklar dolusu gelecektik. Yüreğimiz yandı yandı kavruldu! En yakınlarımızın cenazelerine gidemediğimiz gibi, bu acı günde de güzel vatanımıza gidemedik. 

Haberler dünya basınına yansıdıkça, her milletten arkadaşımız, dostumuz üzüntülerini belirten mesajlar attılar. Telefonla arayıp halimizi hatrımızı sordular. Evimize gelip acımızı paylaştılar. Amerikalı komşumun omzunda ağladım mesela… Mısırlı arkadaşım, beni görünce öyle sıkı sarıldı ki sanki öz ablam bağrına basmış gibiydi. Afrikalı yerel dostum ellerimden tutup, yaşlı gözlerimin içine bakarak tüm samimiyetiyle “Yanınızdayız” dedi. Bu zor günleri, gurbette, güzel dostlarımızın desteği ile atlatmaya çalıştık. O gün iki şeyi daha iyi anlamıştım. Birincisi; milliyeti farklı da olsa zor günümüzde yanımızda olanlar gurbeti asla hissettirmiyorlardı. İkincisi; bizi vatansız bırakmaya çalışanlara rağmen, dünyanın neresinde olursak olalım, vatanımızla anılıyorduk. Vatan sevdamız kalbimizde durmadan çağlıyordu. Buna da kimse engel olamazdı. Ve biz gurbettekiler; dünyanın dört bir tarafında da olsak; vatanımızın acısıyla üzülüyor, sevinciyle gülüyorduk.

Bir gün elbet çıkıp geleceğiz uzak yollardan. Varılacak şehirler yıkılmış olsa bile döneceğiz.  Bıraktığımız gibi bulamayacağımızı bile bile geleceğiz. Sevdiklerimizin mezar taşına sarılmak için döneceğiz. Giderken yolcu etmeyenler, dönüşümüzde halaya duracaklar. Bizi vatansız bırakanların şaşkın bakışları arasında; Toroslar’ı aşıp Akdeniz’in serin sularına bırakacağız kendimizi… Bir gün, elbet bir gün, Antep’te baklava yiyip, Kapadokya’da balona bineceğiz. Trabzon yaylalarında horon tepeceğiz. Van Gölü’nde balık tutup, İzmir Kordon boyunda bir konser izleyeceğiz. Doğu Ekspresiyle Ankara’dan Kars’a gidip, belki küçük bir karavanla tüm Ege’yi gezeceğiz. Bir gün, elbet Kız Kulesine karşı çay içeceğiz. Dönecek bir evimiz kalmasa da döneceğiz. Bir gün, geri döndüğümüzde vatan bizi bağrına basacak. Bir gün, bize vatansız dedikleri günlere, hep birlikte gülüp geçeceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

6 YORUMLAR

  1. Herkesin yaratlışı farklı, hissiyatlar rengarenk. Kimseyi eleştirmek için yazmıyorum. Kendi düşüncelerim ve sadece beni bağlar. Dolayısı ile bu yorumu yazara bir cevap veya tenkit olarak değil, benim hissiyatım olarak değerlendirin.

    Bütün peygamberler hicret ettiler ve Hz. Yunus AS haricinde geriye dönmediler. Hz. Yunus’un AS kavmi samimi bir şekilde tövbe erttiği için Allah onlar hakkındaki azabı kaldırdı ve peygamberlerini geri gönderdi.

    Uzun yıllar once bir sevda ile çıktığım bu yolda geri dönmeyi aklıma getirmemeye çalıştım. Çünkü Allah’a ve büyük bildiğime söz vermiştim geri dönmeyeceğim diye. İnanın zor coğrafyalardı. Savaşın eksik olmadığı yokluğun türkü çağırdığı, cehaletin hüküm sürdüğü zorlu coğraflyalarda ömrümüm çoğu ve bütün gençliğim geçti. Hiç ama hiç pişman olmadım. Sonra süreç geldi çattı. Hemen herkesin silah taşıdığı yerlerde eline kalem ve tebeşirden başka birşey almamış olan ben ve bizler birilerinin gözünde rüyalarımızda bile duyamayacağız kelimelerle suçlandık. Daha acı olanı ise halk buna destek verdi. Alkışladı.

    Ben romantik değilim. Bir sayfaydı kapandı. Vatanı sevmek belki imandandır ama Medine için ölesiye savaşan Kuzman da cehenneme gitti. Önce vatan değil önce hürriyet, önce adalet. Ashab-ı Kiram Mekkede ölmekten Allah’a sığınırdı. Ben de eski yerde ölmekten Allah’a sığınıyorum. Yeni ülkemde o ülkeye entegre olmuş ama asimile olmamış hayırlı bir insan olarak yaşamak ve yeni vatanımda veya doğduğum topraklar haricinde bir yerde son nefesimi iman ile vermek için dua ediyorum.

    Doğduğum topraklara olan ilgim masum ve mazlumlar haricinde de dünya üzerindeki her hangi biryere olan ilgimden daha fazla değil.

    Bu satırlar da yukarıdaki yazı üzerine kendimle olan hasbihalin bir özetidir.

  2. Değerli okurlar,
    Ben de aynen Murat bey gibi düşünüyorum. Allah Tealanın bir Murad-ı İlahisi var. Bunu görebilmek ve okuyabilmek önemli. Bu yol çetin. Sürekli imtihan oluyoruz. Hep önümüze bakmamız lazım. Şair eskiye veya sevgiliye özlem duyar. Bülbül güle aşkını sunar. Şair ruhunun ilhamlarını dizelere, bülbül aşkını şakımalarına dokur. Allah abesle iştigal etmez. Bulunduğumuz veya bulunacağımız yerlere İlahi Fermanı götürmek hedefimiz olmalı. Küçük resimde takılmamalı. Bence Rabbim neylerse güzel eyler. Baş göz üstüne.

  3. Vatan nedir? İnsanın atalarının uğruna savaştığı ve öldüğü yer midir? Bu biraz da 19. yüzyıl anlayışı gibi geliyor bana.
    Almanya´da Fas kökenli bir şarkıcı „Vatan neresidir?“ sorusuna „vatan internetin olduğu yerdir“ diye cevap vermişti.
    Vatan tarifleri çok. Vatan belki de insanın mutlu bir çocukluk geçirdiği yer…
    Ben yukarıda dile getirilen iki yaklaşımı da anlıyorum. İkisi de doğru. Ama aynı zamanda ikisi de yanlış. Bilmiyorum.
    Çok sevdiğiniz ülkeden sizi kovmalarına rağmen oraya sevgi besteleri yazmak, bir gün döneceğiz umudu ile yaşamak, bana biraz da oradaki cahil, makarnacı sürülere sizin hayatınız, duygularınız üzerinde belirleyici rol vermek gibi geliyor. „Sizi sürdük, bakın kıvır kıvır kıvrandırıyoruz“ demelerine imkan vermek gibi.
    Ayrıca dikkat edilmezse bu yaklaşımın bizim ve hatta çocuklarımızın yaşadığı topluma yabancı büyümesi ve yabancılığın sürekli yeniden üretilmesi riskini barındırdığını da söylemek mümkün.
    Türkiye kanalları ile yatıp kalkan yurtdışındaki genç nesillerin yaşadıkları topraklara nasıl yabancı kaldıkları uyarı olarak yeter sanırım.
    Diğer taraftan insanın doğup büyüdüğü yerleri bir çırpıda silip atması da zor. Yeni yaşadığınız yere uyum sağlamanız yıllarınızı alacak. Uyum sağlasanız bile, isminizden dolayı, konuştuğunıuz dilden dolayı sizi, sizin çocuklarınızı bile hala geldiğiniz ülke ile alakalandıracaklar.
    „Ben unuttum“ deseniz, toplum hatırlatacak…
    Belki de vatan, insanın insan muamelesi gördüğü yerdir. Zamanla yaşadığımız yerleri daha fazla seveceğiz. Yaşadığımız yerlerle ilgili ne kadar fazla okursak, insanla tanışır ve konuşursak, o kadar fazla anlamaya ve sevmeye başlayacağız.
    Ama bu bugünden yarına olmayacak. Zaman alacak.
    Bu süre içinde belki bir miktar Türkiye özlemi hala içimizde olacak. Ama oraya günün birinde gittimizde artık eski sevdiklerimizin olmadığını göreceğiz.
    Birkaç gün veya hafta sonra sıkılıp, „geri dönsek artık“ dediğimizi göreceğiz. Aslında bir hayal ile yaşadığımızı, hayat gerçeğimizin başbaşka bir hale geldiğini görmüş olacağız.

  4. Vatansız olmak kötü birşey değil. Bir insan kendi değerlerine en yakın hissettiği yeri vatanı olarak görebilir. Hırsızların vatansever, hayırsever olduğu bir kritikte bunlar vatansa ben vatansızlığı tercih ederim. Vatansızlık güzel birşeydir. Seni kokuşmuş yerden uçurmaktadır. Göçmen kuşlar gibi. Kuşlar hiç uzaklarara gitmemeyi düşünür mü? İlla da vatan dermi? Vatandan koptuğunda gerçekten kopmuş mu oluyorsun. Bunlara inanmak hırsızların propagandasına inanmak demektir. Vatanın kadar lokmayı yutabilirsin, içinde yaşarsın. Hemde pislikten uzak durmuş olursun.

  5. İnsan vatanını, milletini, ailesini vs vs sever ve bu fıtri olandır. Bütün bunları Allahı sever gibi sevmemektir esas olan. İnsan sevdiğine sevdiğini söylemeli değil mi?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin