YORUM | VEYSEL AYHAN
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları-28)
Hz. Hüseyin Medine’den 600 kişilik bir kafileyle yola çıktı. Yolculuktan önce kuzeni olan Hz. Ali’nin kardeşinin oğlu Müslim bin Akil’i Kûfeye gönderdi. Müslim bin Akil kısa zamanda Kûfe’de halktan 12 bin kişinin biatını aldı. Bu gelişmeyi duyan Yezit’in ilk yaptığı iş sert davranmadığını düşündüğü Kûfe vâlisini değiştirmek oldu. Yeni vâli Ubeydullah b. Ziyâd yüzü peçeli olarak şehre gelmiş, halk Hz. Hüseyin geldi sanıp sevinçle yollara dökülmüştü.
Bu durum kısa sürdü ve İbn-i Abbas’ın öngörüsü gerçekleşti.
Halkın fikrinin ve sevincinin yön değiştirmesi zor olmadı. Yeni vâli önce Müslim bin Akil’i saklandığı yerden rüşvetle buldurttu. Öldürtüp cesedini sokağa attırdı. Halkı mescide toplayıp ölümle tehdit etti. Bahşişleri iki katına çıkardı. Ve Yezît’in gönderdiği 4,000 dinar ve 200,000 dirhemi Hz. Hüseyin’e karşı savaşacak olanlara dağıttı.
5,000 süvarili bir ordu toplandı ve Kerbela’ya doğru yola çıktı. 600 kişi ile yola çıkan Hz. Hüseyin’in kafilesinde Kerbela’ya geldiklerinde sadece çoğu silahsız erkekler, kadın ve çocuklardan oluşan 80 kişi kalmıştı.
‘İSLAMİYET DOĞDUĞU TOPRAKLARA GÖMÜLDÜ’
Kerbela’da tasviri yürek kaldırmayacak şenaatler işlendi. Hz. Hüseyin ve beraberindekiler şehit edildi. Kafalar kesildi, elbiseler çıkarılıp cesetler atlara çiğnetildi, Başta Hz. Hüseyin’in kızkardeşi Zeynep ve hasta olması sebebiyle ölümden kurtulan oğlu Ali Zeynelâbidin olmak üzere hayatta kalan kadın ve çocukların elleri kolları bağlandı. Günlerce yollarda sürüklendiler. Esir muamelesine maruz kaldılar.
Kerbela’da ve sonrasında Mekke’de, Medine’de o kadar elim hadiseler yaşandı ki insanlar arasında “İslamiyet doğduğu topraklara gömüldü” cümlesi konuşuldu ve kitaplara girdi.
Saltanat, devlet ve iktidar öyle korkunç bir tutku, öyle baş döndüren bir şehvetti ki bu girdaba kendini kaptıran biri karşısına değil peygamber torunu, peygamberin kendisi çıksa geri adım atmazdı. Fırsatını bulduğu an ezer geçerdi. Yezit’in yaptığı da bu oldu.
Peki kader herkesten fazla halife olmaya layık olan Hz. Hüseyin’in yoluna neden su serpmedi?
Bediüzzaman Hazretleri’nin bu konudaki kaderi analizi şu:
“Eğer denilse: Neden hilâfet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevîde takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı. Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler. Halbuki, Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden devlet-i Fâtımiye hilâfeti ve Afrika’da Muvahhidîn hükûmeti ve İran’da Safevîler devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet etmişler.”
Dinin zaruri olarak devlete eklemlendiği dönemler Allah Rasul’ü (sas) ve raşit halifeler dönemidir. Bu dönemler dinin devamı ve “mesaj”ın korunumu açısından zaruri ve istisnai dönemlerdir. Sonrasında devlet imkanlarının arttığı, saraylar, konaklar inşa edildiği dönemlerde din devlete eklemlendiğinde ya devlet adamları ayakta kalabilmek için dini istismar ediyor veya din ve din temsilcileri devlete dayanarak çürüyordu.
Tebliğ tarihini incelersek Saray’larda âram edip dini anlatan, devlete sırtını dayayıp Müslümanlığı taşıyan ve bunda muvaffak olan pek kimse görmeyiz.
Hz. Hüseyin’in içtihadı konusunda İbn-i Haldûn’un kanaati şudur:
“Yezit’in fasıklığı herkes tarafından anlaşılıp ortaya çıkınca, Kûfe’deki Ehl-i Beyt taraftarları Hz. Hüseyin’e haber göndererek Kûfe’ye gelmesini, Yezit’e karşı ona destek vereceklerini söylediler. Hz. Hüseyin de, fasıklığından dolayı -özellikle güç yetirebilecek biri için- Yezit’e isyan edilmesi gerektiğini düşündü. Kişisel ehliyeti ve toplumsal gücü ile buna güç yetirebileceğini zannetti. Kişisel ehliyeti konusundaki zannı doğruydu; ancak toplumsal gücü konusunda hata etmişti.”
HZ. HÜSEYİN HALİFE OLSAYDI?
Kader ağlarını farklı örmüştü. Müslim bin Akil, Kûfe’ye giderken Hz. Hüseyin de onunla gitseydi neler olurdu? Eski vâli henüz görevden alınmadan Kûfe’ye girmiş olacak ve on binlerce insanın biatını alıp Hilafetini ilan edebilecekti.
Sonrasında ister istemez kendisiyle beraber hareket eden seçkin sahabiler, peygamber torunları, Ehli Beyt mensupları devlete intisap edecekti.
Bu iyi mi olurdu, kötü mü olurdu diye kanaat belirtmek zor.
Ama net olan bir şey kaderin bunu tasvip etmediği ve ağır darbeyle bunu önlediği.
Kader’in eli ağırdı. Nübüvvete veraset edenlerin devletin çürütücülüğünden uzak tutulması değişmez bir ‘ilahi bir takdir’di.
Hz. Bediüzzaman, Hz. Ali’nin şahsında buna işaret eder:
“O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, ‘Şah-ı Velayet’ ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pekçok fevkınde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi baki kaldı.”
Peki yaşanan o elim olaylar? O yönünü de şöyle ifade eder:
“Hazret-i Hüseyin (r.a.) ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyât-ı mâneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, ‘Az bir şeyle pek çok şeyler kazandım.’ diyecektir.”
Bir başka yerde:
“Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi, dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel mânevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şâh, birer mânevî padişah makamını kazandılar. Vâlşiüler olmak yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.”
VALİ OLMAK YERİNE EVLİYA OLMAK
Bediüzzaman’ın vurgusu çok önemli:
“Vâliler olmak yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular.”
Kader Ehli Beyti saltanat ve devletten sakındırdı. “Veraseti nübüvveti” temsil edenler, sebepler açısından Yezidler eliyle devletten uzak tutuldu. Böylece o günün yüzlerce, binlerce pırıl pırıl insanı “Kerbela” ile devletin çürütücülüğünden, gücün zehirlemesinden korundu. Halife olmak, Şam, Halep, Kûfe, Basra, Bağdat’a vâli olmak, kadı olmak, vergi tahsildarı olmak gibi “vazife-i asliye”den olmayan riskli işler yerine ilim ve irfana sarıldılar. Dünyaya yayıldılar ve 7-11. asırları yani “İslam’ın Altın Çağı”ını inşa ettiler.
Peki, Kerbela’nın uzun vadeli neticesi ne oldu?
Takdir-i İlahi Hz. Hüseyin’in hâlis niyetinin karşılığı olarak çektiklerine mukabil “İslam’ın Altın Çağı”na giden yolu açtı. Onun izahı da şöyle:
“Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, her bir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi.”
Sonraki yazı: Devletten nefret ve kaçış dönemi