Üzerimizde semavi şeriat ve içimizde yıldızlı gök

YORUM | SEYİD NURFETHİ ERKAL

İnsanoğlunun “saf akıl” ve “saf bilgiye” ulaşma ve kendisini her şeyin ölçüsü kılma ideali, tarihi birikim adına matematik dışında bir değer bırakmayınca, “pratik akıl” (1788) bütün unsurlarıyla birlikte “vicdan”ı tanıdık bir ruh gibi evrenimize tekrar çağırıverdi. Kant’ın “Üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlâk yasası” derken kastettiği yıldızlar gibi içimizde daima doğruyu gösteren birtakım sabitelerin varlığını umsak da asıl problemin ahlak yasası denilen acuze-i şemtanın zihinlerdeki farklı karşılıklarından kaynaklandığını biliyorduk.

Postmodern durum, bu problemi küllilerin/tümellerin varlığını bütünüyle reddetmekten öte yerine ikame edilen aklı ve yasalarını bozmakla aştığını farz etse de bu sofist tavrın başta dinler olmak üzere değer kabullerinin bütününe açılan bir savaş olduğunu ehl-i firaset ilk duyduğunda fark etmişti. Laedriye/agnostizmden öte bu bildik indiye/rölativist tutumla birlikte, ne “insanlık” diye külli/tümelden ne de dini veya ladini “iyi”, “doğru” ve “güzel” diye ideallerin varlığından bahsetmemiz mümkün değildi. Olagelen bireylerin bedenleri ve bu bedenlerini bu dünyada bir müddet özgürce (soyut ve evrensel değil somut ve tikel) idame etme tercihlerinden ibaretti.

Aslında filmi biraz öne sardığımızda hümaniter vicdan adı altında erdemin ve mutluluğun doğru yolunu gösterme yetkisi göklerden alınıp beşere teslim edilirken, J.J. Rousseau gibilerinin insan fıtratının doğruyu gösteren tabiatına dair kuvvetli bir inanç taşıdıklarını biliyoruz.

Vicdan, vicdan… Ey ilahi içgüdü! Ölümsüz ve semavi sada! Zavallı ve cahil yaratıkların en güvenilir rehberi, sensiz hayvanlardan farksız olur, kötülükten kötülüğe sürüklenir, özsüz bir akıl gücünün ve yasasız bir aklın sürüklemeleriyle, üzücü sonların ve ağır yanlışların avı olurdum.” (Emile-1763)

1849’da A. Comte “pozitivist takvimi” ve beşer icadı din ayinleriyle insanlığa adanmış bir inanç ve ritüel sistemi vâz ederken, dinden bütünüyle arınmış insanlık diye bir külli ve onun “iyi”, “doğru” ve “güzel”i gösterebilen tümel bir vicdanı olduğundan son derece emin görünüyordu.

İnsanın doğası gereği akıllı ve özgür olmadığını gayet yerinde tespit eden Spinoza’nın kastı anlaşılmadığından (1677); doğduğu coğrafyanın teknesinde zamanın ruhu tarafından yoğrulan insana ait ortak hatta nesnel bir vicdandan söz edilebileceğine dair derin hülya düşünce evreninde her nasılsa uzun süre tesirini devam ettirdi.

Dine ve metafiziğe karşı pozisyon alarak varlığını belirgin kılan pozitivist, naturalist ahlak teorilerinin bir etik idealin varlığını iddia etmekte bir gün dinlerle aynı safta yer alacağını geçen yüzyılın başında iddia etseydik herhalde ciddiye alınmamız mümkün olmazdı. Halbuki bugün ahlak idealinin kaynağının değil bizzat varlığının reddedildiği şu acayip zamanda evrensel insani değerler adı altında son bir savunma hattı kurulabileceğinin dillendirildiğini hala işitebiliyoruz. Bu hususta küreselden öte evrensel kelimesinin seçilmesi de beşerin vicdani kanaat ve tarihi tecrübesiyle, ilahi olana ihtiyaç duymaksızın zaman ve zemin ötesi bir ideale varacağına dair naif bir inanç taşındığını göstermekte.

Halbuki tıpkı akıl kuvvesi gibi insanlarda vicdanın da doğuştan çok farklı seviyelerde verili bulunduğunun ‘bilimsel’ olarak tespit edilmesi, bu yaklaşımda başlangıçta büyük bir boşluk bırakıldığı anlamına geliyor. Psikopat ve sosyopat yaradılışlı tiplerde (tıpkı akli maluliyetle doğanlar gibi) bu mekanizmanın doğuştan tanımlanamaz dolayısıyla işlevsiz olması insanlık vicdanı teorisinin “tikellerde”ki açmazını açık ediyor.

Ahlaki subjektivistlerin dikkat çektiği üzere farklı kültürlerde birbirine tamamen zıt bazı uygulamaların bizzat ahlakın gereği olarak kabul edilmesi de böyle bir etik idealin tarihi tecrübeyle bağdaşmadığının ayrı bir göstergesi.

Yine başta T. Adorno olmak üzere otoriter vicdanın iktidar aygıtlarıyla beşeri etik üzerindeki kamusal şekillendiriciliği de böyle beşeri değerler varsa da bunun ulus devlet ideolojilerinin hüküm sürdüğü coğrafyalarda evrensel olma idealini ciddi şekilde baltaladığı anlamına gelmekte.

Bu zamana geldiğimizde küresel çapta gelişen iletişimsel aklın, etkileşimi etkin araçlarla çocuk yaşlardan itibaren akıl kadar vicdanları da kodluyor olmasının, evrensel insani değerlerin ne olduğu ve kaynağının tespitini iyice zorlaştırdığı söylenebilir.

“Evrensel insani değerler” adı altında dolaşımda olan ezber kalıplar, çocuksu bir iyimserlikle tekrarlanırken bütün bu ciddi handikapların göz ardı edilmesi bir tarafa; acaba dini düşünce açısından zannedildiği gibi sabit bir insan vicdanı ve (vahiyden bağımsız) değişmez evrensel beşeri değerlerin varlığından ve tespitinden bahsetmek mümkün müdür?

Psikopat veya sosyopat tipte yaratılışların Kur’an’i ifadesi olarak görebileceğimiz “İnsan ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.” (En’am, 6/112) gibi ayetler ve bu gerçeğin insanlık tecrübesiyle acı tasdiki ve bireylerde vicdan unsurunun farklı seviyelerde tesiri bu değerlerin beşerilik ve evrensellik iddiasında ciddi bir boşluk olduğu anlamına gelmekte. 

İkinci olarak insanda vicdanın kendi başına iyiyi kötüden ayırt edebilir olduğuna delil getirilen “Her bir nefse (ruha) ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilham edene and olsun…” (Şems, 91/7-10) ayetinden de anladığımız, vicdan mekanizmasının iyiliğe ve kötülüğe dair emirleri alıcı olmada nötr bir pozisyonda durduğu ve sabit veriler şeklinde değil, farklı vakalar karşısında gelen ilhamları her an alıcı olmakla varlığını hissettirdiğidir.

Üçüncü olarak “arazlarda süreksizlik” fikri, katı nedenselci zamanlarda ehl-i sünnetin zihinsel fantazisi kabul edilip, ehl-i imanın akılları dahi modern Mutezilede karar kıldığından, tıpkı tabiatta olduğu gibi beşerde yerleşik çelikten bir vicdan omurgası bulunduğu farz edilmiş olabilir. Halbuki dudaklarından sıklıkla “Kalpleri evirip çeviren Rabbim” duası eksik olmayan Nebi (s.a.s.) ve “Rabbimiz, bizi doğru yola sevk ettikten sonra kalplerimizi saptırma” (Ali İmran 8) gibi ayetleriyle Kitap, tıpkı tabiatta olduğu gibi vicdan da dahi kendinden menkul böyle bir sabite olmadığını bize hatırlatmakta.

Son olarak menfi ilhamlara açık yapısı itibariyle vicdan sahibi bir kısım beşerin kötülüğü tercih edip yoldan sapmakla kalplerinin mühürlenmesi (Bakara 7, A‘râf 101, Muhammed 16), katılaşması (Mâide 13, En‘âm 43), perdelenmesi (En‘âm 25) ve sonuçta gerçeği algılayamaz hal almaları (A‘râf 179,Tevbe 87, 93) da, insan tabiatında kurulu vicdan mekanizmasının dönüşüp, tefessüh etmeye açık yapısı itibariyle “doğru/yanlış”, “iyi/kötü”, “güzel/çirkin”e dair değerleri kendi başına tespitte yetersiz hatta yanıltıcı olabileceğini bildirmekte.

Hüsn/iyinin ve kubh/kötünün emr-i ilahiye bakması esprisinin (tıpkı arazlardaki süreksizlik fikri gibi) Mutezile’ye karşı ehl-i sünnet tarafından ısrarla savunulması da gösteriyor ki vicdan mekanizmasının nebevi öğretiden bağımsız, sabit ve müstakil bir değer olarak ele alınması ehl-i sünnet düşüncesi açısından mümkün görünmemektedir. (Bediüzzaman’ın Yeni Said döneminde vicdanı külli muarrifler arasında saymamasının tam da bu sebeple olduğu kanaatindeyiz.)

Sonuç olarak biz müminler, evrensel insanlık ideali adına iyimser olsak da bu iyimserliğimizi “pratik akla sıkışmış” bir inançtan farklı olarak; “Üzerimizde şeriat yasası ve içimizde yıldızlı gök (Rabbin elçileri ve varisleri)” olmasına ve bu ezeli hakikate imanımıza borçluyuz.

Nev-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekamülünü, akıl ve fikrin ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan şeriatlardır, vücut veren tekliftir, hayat veren peygamberlerin gönderilmesidir, ilham eden dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki şu kadar kemalat-ı vicdaniye ve ahlak-ı hasene tamamen yok olurlardı.” (İşaratü’l-İ’caz, s.355).

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

5 YORUMLAR

  1. Elbette şeriate borçluyuz. Ama şeriatteki güzelliklerden tüm dünyaya bir insibağ olacaksa bunu da “evrensel insanî değerler” kavramına borçlu olacağız. Zira müslümanların genel görüntüsü ümit vermiyor. Gayri müslimler ise ego ve inat hastalıklarına tutulmuş. Bu durumda bu türlü bir kavramla piyasaya çıkıp bazı şer’î prensipleri yaygınlaştırma arzusu Sünnetin de ruhuna uygun görünüyor. Allah-u alem

  2. Elbette şeriate borçluyuz. Ama şeriatteki güzelliklerden tüm dünyaya bir insibağ olacaksa bunu da “evrensel insanî değerler” kavramına borçlu olacağız. Zira müslümanların genel görüntüsü ümit vermiyor. Gayri müslimler ise ego ve inat hastalıklarına tutulmuş. Bu durumda bu türlü bir kavramla piyasaya çıkıp bazı şer’î prensipleri yaygınlaştırma arzusu Sünnetin de ruhuna uygun görünüyor.

  3. Vicdan denilen muammanın ahlak ile çok sıkı bir bağı var, ama hangi ahlak ile? Sorusuna cevap verilmis harikulade bir yazi. Cok tesekkur ederim.

  4. Son iki yazınızdan da çok istifade ettik, Allah razı olsun. İnşallah devam edecek yazı(ları) da en kısa zamanda bekliyoruz!

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin