YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı Devleti’nin Avrupalılaşma serüveni uzun bir süreç olarak devam etti. Sadece askerî alanla sınırlı kalmayan bu çabalar hukuk, ekonomi, kültür, eğitim gibi hemen her alanda gerçekleşmekteydi.
Avrupa örnek alınarak okullar açılıyor, gazeteler ve dergiler yayınlanıyor, padişah II. Mahmut memurlara fes ve pantolon giyme şartı getiriyor, Mehterhane kaldırılarak yerine Mızıka-i Bando-yu Hümayun kuruluyordu.
Yeniliklerin geldiği aşama itibarıyla, kısa bir süre için varlığını sürdürse de meşruti rejime bile geçilmişti. Bütün bunlara rağmen, arzu edilen eski “şaşaalı günler” bir türlü geri gelmiyordu.
SIRA GELENEK VE GÖRENEKLERDE
1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve Abdülhamit’in otuz yıldan bu yana devam eden baskı rejimi sona ermişti. Bu durum serbest bir ortam oluşturmuş ve ülke genelinde bir “gazete ve dergi patlaması” yaşanmıştı.
Bu ortamın etkisiyle Osmanlı Devleti’ni kurtarma çabalarının tartışıldığı ortamlar yaygınlaşmış, aydınlar Avrupa’da yayınladıkları dergi ve gazetelerdeki tartışmaları artık Osmanlı topraklarına taşımışlardı.
Tartışmaların odak noktası, “devletin nasıl kurtarılacağı” konusuydu. Bunun için Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık fikirleri değişik gazete ve mecmualarda tartışılıyor ve çözüm yolları öneriliyordu.
Bu fikirler içinde o zamanki ifadeyle “Garpçıların” yani Batıcıların geldikleri nokta, Batı örnek alınarak köklü reformlar yapmadan kötü gidişin durdurulamayacağı şeklindeydi. Onlar için doğunun her şeyi “geriliği”, batının her şeyi de “ileriyi” temsil etmekteydi.
Batıcıların önerileri, o dönemde “ütopya ve hayalden” başka bir şey değildi. Ama bir gün gelecek, bu hayallerin hemen hepsi kısa bir zaman dilimi içinde hayata geçirilecekti.
İLGİNÇ BİR BATICI
Garpçılık düşüncesinin en tanınmış ismi Abdullah Cevdet’ti. Cevdet, ailesinde dini eğilimlerin güçlü olduğu ve arkadaşları arasında dini vecibelerine bağlı olarak bilindiği halde Tıbbiye’deki eğitimi sırasında materyalist düşünceden etkilendi. Bir süre sonra da İslamiyet’i, ülkenin gelişmesine engel olarak görmeye başladı. Bu düşüncelerin etkisiyle biyolojik materyalizmle ilgili tercümeler yaptı ve telif eserler yayınladı.
1889’da İttihad-ı Osmani Cemiyeti adıyla kurulan ve sonraları İttihat ve Terakki adını alacak olan örgütün ilk kurucuları arasında yer alan Abdullah Cevdet, Abdülhamit döneminde “erbab-ı fesaddan olduğu” gerekçesiyle gözaltı, tutuklama ve sürgünlere maruz kaldı. Avrupa’ya kaçarak Jön Türklere katılan Cevdet, burada yayınlanan dergilere “Bir Kürd” mahlasıyla yazılar yazdı.
Abdullah Cevdet’in R. Dozy’nin meşhur “Essai sur l’histoire de l’Islamisme” adlı eserini tercüme ederek yayınlaması büyük tepkilere yol açtı. Özellikle eserin girişinde kaleme aldığı “İfâde-i Mütercim” bölümünde kullandığı ifadeler, onun Dozy’nin suç ortağı olarak algılanmasına neden oldu.
Cevdet, şimdiye kadarki İslam Tarihi eserlerinin “müstebit hükümdarların zoruyla” kaleme alındığını iddia ediyordu. Bu eser, şeyhülislamlık makamının sürekli itirazları karşısında 1910 yılında yasaklanmış ve mevcut baskıların Galata Köprüsü’nden denize atılması kararlaştırılmıştı.
Abdullah Cevdet ayrıca “İçtihad” mecmuasını yayınlayarak fikirlerini duyurmaya çalıştıysa da İttihat ve Terakki hükümetleri, “halkın dini duygularını rencide ettiği” gerekçesiyle gerek bu dergiyi gerekse onun yerine yayınlanan mecmuaları sürekli kapattılar.
Eserlerinde, Batı medeniyetini tek medeniyet olarak görmüş ve bu medeniyetin “gülü ve dikeniyle” alınmasını savunmuştur. Ona göre “yükselmek için” başka bir çare yoktur.
Cevdet, bu sonuca Osmanlı toplumunun “ataletini, gelenek ve göreneklerini” sorgulayarak vardığını belirtmekte, mağlubiyetlerin nedeninin namaz kılmamak veya oruç tutmamakta değil, Hz. Peygamberin “düşmanın silahıyla silahlanın” hadisinin gereklerini yerine getirmemekte aranması gerektiğini söylemektedir.
Bu dönemin İslamcı aydınları gibi o da Japonların başarısını örnek göstermekte ve onların Avrupa ve Amerika’ya 20 bin talebe göndermek yoluyla Batı uygarlığını taklit ederek başarılı olduklarını düşünmektedir. Ona göre Osmanlı ahlâk, gelenek ve görenekleri devrin ihtiyacına cevap veremediğinden Batı’nın sadece tekniği değil ahlak, gelenek ve göreneği de alınmalıdır.
Bu amaçla toplumun eğitim ve kültürü, okur yazarlık seviyesi yükseltilmeli, köylere kadar ulaşan bir eğitim seferberliği yapılmalı, böylece toplum Batı klasiklerini anlayacak bir seviyeye ulaşmalıdır.
Abdullah Cevdet eğitime verdiği önemi, Ziya Gökalp’in şiirinden hareketle şöyle özetlemiştir:
“Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: İrfan”
Abdullah Cevdet bir taraftan da Osmanlı toplumunda kadınların konumuna vurgu yapmakta ve İslam dininin yanlış yorumlanmasından dolayı kız çocuklarının eğitim haklarından mahrum kaldıklarını ve onlara “namaz ve abdesti öğretmek nasıl farz ise okuma yazma ve ilim öğretmenin de farz” olduğunu belirtmekteydi.
Ona göre kadınların toplum dışına itilerek üretime katılmamaları, geri kalmışlığın önemli nedenlerinden birisidir. Ayrıca iki cins birlikte eğitim almalı ve birbirini yakından tanımalı, başka bir ifadeyle karma eğitime geçilmelidir.
Cevdet dine karşı açık tutumuna karşılık yazılarında ayet ve hadislerden örnekler vermekte, mesela Peygamberimizin “cennet annelerin ayakları altındadır” hadisini kadınların eğitilmesine gerekçe olarak göstermekte, bilimsel gelişmelerin takip edilmesi ihtiyacını da “İlim Çin’de bilse olsa arayınız” hadisiyle açıklamaktadır.
Cevdet’in ileri sürdüğü görüşlerden birisi de tek eşli evlilikti. Ona göre topluma faydalı insanlar yetiştirmek için “taaddüd-ü zevcad” yerine “tek eşli evlilik” esas olmalıydı.
Abdullah Cevdet okur yazarlığın artışına engel olarak gördüğü Arap harflerinden vazgeçilmesini, “acilen” Latin harflerinin kabul edilerek mekteplerde okunmaya başlanmasını ve seçimlerde oy kullanacak vatandaşların en azından ilkokul mezunu olması gerektiğini teklif etmektedir. Ayrıca o, “memur zihniyetli” insan yetiştiren Fransız sistemi yerine “müteşebbis yetiştiren” İngiliz sisteminin model alınması gerektiği kanaatindedir.
Abdullah Cevdet’in diğer teklifi, ülke kalkınması için yabancıların “Türklüğü kabul şartıyla” ülkeye kabul edilmesidir. Ancak bu düşüncesi muhalifleri tarafından “damızlık Alman ve İtalyan heriflerin celbini” teklif ettiği şeklinde yansıtılarak Atatürk’ün kendisini Elâzığ milletvekili yapması engellenmiştir.
Abdullah Cevdet, İslam alimlerini eleştirirken onların hurafelerle meşgul olduklarını ve bunun sonucunda “fünun-u cedideden uzak kalarak” şekilcilikle uğraştıklarını belirterek İslam’ın bir reforma, reform için de bir “Luther’e” ihtiyaç olduğunu söylemektedir. Ardından da medreselerin reformlarla çağın ihtiyaçlarına cevap verecek şekle getirilmelerini ya da tamamen kapatılmalarını teklif etmektedir.
Abdullah Cevdet’in fikirleri cumhuriyet devrinde uygulamaya geçse de devrimlerde etkili bir rol alamadan 1932’de vefat etti. Ölümü sonrasında da cenaze namazının kılınıp kılınmayacağına dair tartışmalar yaşandı.
PEK UYANIK BİR UYKU
İkinci Meşrutiyet döneminin “Garpçılık” akımı öncülerinden birisi de Kılıçzade İsmail Hakkı idi. Kılıçzade de Abdullah Cevdet gibi “biyolojik materyalizmden” etkilenmiş ve özellikle Balkan Harbi yenilgisi sonrasında yoğun arayışlara girmişti. Kılıçzade bu dönemde İçtihad mecmuasında “Pek Uyanık Bir Uyku” adıyla bir makale kaleme alarak Batıcılık düşüncesi doğrultusunda yapılması gerekenleri radikal söylemlerle ifade etti.
Kılıçzade yirmi bir maddeden oluşan makalesinde; askerlik, eğitim, kadın hakları, ekonomi, din, dil, hukuk ve kılık kıyafet konularında ütopya niteliğinde bir manifesto ortaya koyuyor ve kurtuluşun ancak bu reçetenin uygulanmasıyla mümkün olacağını ileri sürüyordu.
Makaleye göre sultanın sadece bir eşi olmalı, cariyesi bulunmamalı, şehzadeler askerlik dahil iyi bir eğitimden geçirilmeliydi. Türkler artık Kur’an’ın aslî hükümlerine tabi olmalı, İsrailiyat türü rivayetler esas alınmamalıydı. Kılık kıyafette fes kaldırılarak yeni bir başlık kabul edilmeli, yerli kumaş fabrikaları kurularak padişahtan başlayarak bütün milletvekilleri ve memurlar bu yerli ürünleri tercih etmeliydi.
Kılıçzade ayrıca kadınların israfa kaçmadan serbest bir şekilde giyinmelerini ve kıyafetlerine polis ya da softaların müdahale etmemesi gerektiğini teklif ediyordu. Bunun yanında erkekler kadınlara gereken saygıyı gösterecekler, kadınlar “Müslüman Çerkez ve Boşnaklardaki olduğu gibi” erkeklerden kaçmayacaklar, görücü usulüyle evlenme geleneğine son verilecek, kızlar tıp ve hastabakıcılık eğitimi alabileceklerdi.
Kılıçzade dini hayata dair de teklifler yapıyor ve “birer tembellik yuvası” olarak gördüğü tekkelerin ve medreselerin kapatılmasını teklif ediyordu.
Ona göre dini kıyafetleri sadece yüksek ulema giymeli, üfürükçülük ve muska yazma yasaklanmalıydı. “İçtihad kapısı” yeniden açılarak yeni içtihatlar ortaya konulmalı, Kur’an-ı Kerim ve sahih hadisler Türkçeye tercüme edilmeli, hutbeler de günün gereklerine göre Türkçe okunmalı, mezhepler birleştirilmeliydi. Ayrıca Ramazan’da, mübarek gün ve gecelerde halka çalışmanın önemi, tasarruf, ahlak ve İttihad-ı İslam’ın önemi anlatılmalıydı.
Kılıçzade dil konusunda önce Osmanlı dilinin korunmasını, “Turan diline” geçildikten sonra da Osmanlı Türkçesinin terk edilmesini teklif ediyordu. Kılıçzade’nin son teklifi de Arap harflerinin yerine Latin alfabesinin kabul edilmesiydi.
ÜTOPYADAN DEVRİME
Gerek Abdullah Cevdet gerekse Kılıçzade Hakkı, Batılılaşma hedeflerinin en uç noktalarını temsil eden kişilerdi. İkisi de Osmanlıların yıkılıştan bu reformlar sayesinde kurtulacağına inanıyorlardı. Ama belki de kaleme aldıklarının gerçekleşeceğini hiç beklemiyor ve bunların dergi sayfalarında kaybolup gideceğini düşünüyorlardı.
Bir “ütopya” olarak kaleme alınan bu hedefler, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı sonrasında kurulan yeni Türk devleti tarafından büyük kısmı itibarıyla çok kısa sürede uygulamaya konuldu. Amaç kısa sürede “Batılılaşmış bir Türk toplumu” oluşturmaktı.
Batıcılık, Osmanlı Devleti’ni kurtaramasa da genç Türkiye’nin resmî ideolojisi oldu ve daha sonra “Kemalizm” adını alacak prensiplerin esasını teşkil etti. Bu durum yüzyıllardır yaşanan Batı’nın “kısmî ya da bütününün” alınması mücadelesinin, “bütüncüler” lehine sonuçlandığının göstergesiydi.
Buna karşılık 1950’lere gelindiğinde yapılan yeniliklerin bir kısmının toplumda karşılık bulmadığı açık bir şekilde ortaya çıktı. Bugüne kadar da batılılaşma süreci üzerine tartışmalar hiç bitmedi ve biteceğe de benzemiyor.
***
Kaynaklar: M. Ş. Hanioğlu, “Abdullah Cevdet”, TDV İA, C. 1, R. Uçar, “Abdullah Cevdet’in Batı Medeniyeti ve Batılılaşma Anlayışı”, Toplum Bilimleri Dergisi, 2011, S. 10; R. Altıntaş, “Kılıçzade Hakkı ve Projesi”, Eskiyeni, 2008, S. 8; Z. Arıkan, “Dr. Abdullah Cevdet Hak Gazetesinde”, OTAM, 2009, S. 25; “Batılılaşma”, CDTA, İstanbul, 1983, İletişim, C. 1; T. Z. Tunaya, “Amme Hukukumuz Bakımından İkinci Meşrutiyetin Siyasi Tefekküründe Garpçılık Cereyanı”, İÜ HFM, 1948, C. 14, S. 3-4.
Batılılaşma şekil ve iş yapıyor gözükmekten öteye geçmemiş anlaşılan, yoksa heptencilerin baskın çıkmasına rağmen ekonomi, eğitim ve sanayi konularında nedense bir ilerleme kaydedilememiş.