YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Bazen umut en çok acıtandır. Bizi en hassas yerimizden vurandır. Serbest bırakılmayan eştir, vefat eden babadır umut. Bazen işinize geri dönme hayalidir. Bazen çocuklarınıza kavuştuğunuz anın sıcaklığı. Bazen de sadece aile içi büyük toplantı – belki bir bayram günü, hiçbir şey olmamışçasına. Umut kısacası başa bela bir duygudur.
Türkiye’nin ve Türkiye insanının umuda ihtiyacı var. Yarın hava güzel olsun en azından, daha az doğal gaz yakalım. Sabah uyandığımızda ekmeği geçen yılın fiyatından alalım. Dolar yine bir buçuk lira olsun. KHK’lık garibanlar kendilerini işe giden otobüslere, servislere, vapurlara vursunlar. Yine dairede, okulda, üniversitede, adliyede sabah günaydın desin herkes. Ne olur! Olmaz mı?
Avrupa Birliği’yle yapılan toplantılarda Türkiye’yi savunalım. Milli maçlarda yine boynumuza kırmızı-beyaz atkı takalım. 29 Ekim’de balkona herkesten önce ay-yıldızlı bayrağı biz asalım. Sokaklarda gülen insanlar olsun. Çocuklar okul bahçelerinde yine gürültü yapsın. Sinemaların önlerindeki kalabalık gruplar afişlere bakarak yüksek sesle hangi filme gideceklerini tartışsın. Yaşlılar dolu alışveriş torbalarını taşırken gençler onları ellerinden kapıp yüklerini hafifletsin. Gelen turistlere ülkenin neden cennet olduğunu anlatalım. Ilık Ege ve Akdeniz sularında kulaç atalım. Kadınlar öldürülmesin. Televizyonlarda siyasetçiler çata çat kavga ederken bile birbirine saygıyla hitap etsin, gülümsesin, sabırlı olsun. Martılara vapurdan simit atarken göz göze geldiğimiz yabancı biri kocaman dişlerini göstererek gülsün. Kuzenimiz yine bizi dışarıda sabah kahvaltısına veya akşam yemeğine davet etsin. Mezun olduğumuz ilkokulun, lisenin önünden geçerken o günlere dönelim. Ölenlerimizin mezarlarını ziyaret edebilelim. Mahallede bakkalla ve yufkacıyla ayaküstü sohbet edebilelim. Birkaç arkadaş zamansız telefon edip bizi oyalasın. Halil’e gidip lahmacun yiyelim. Sokakta bir eski tanıdığı görüp kızgın güneşin altında hasret giderelim. Sabah bakkaldan birkaç gazete alıp keyifle okuyalım.
Umutlar hep hayallerle el ele gider.
Biliyorum, umutlu olmak istiyorsunuz. Biliyorum bu kâbustan kurtulmaya can atıyorsunuz. Biliyorum bıktınız, sıkıldınız, illallah dediniz. Biliyorum, yarın her şey bitmiş olsa ve yeniden başlasa diyorsunuz.
Oysa sabah yine aynı dünyaya uyanıyorsunuz. Karşınıza çıkan aynı gerçeklik! Aynı önyargılardan oluşmuş, yıkılması imkânsız, kapkalın, beton bir duvar arasında hapsolmuş durumdasınız. Orada üstelik yalnız da değilsiniz. Sizinle aynı durumda eşiniz, çocuklar…
Bu film, sürekli başa sarıp devam ediyor. Hayatınızın yeni rutini olmuş, oradan size sırıtıp duruyor. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalıyor. Her şey aynı, yalnızca yüzünüzdeki kırışıklıkların sayısı her gün gözle görünür biçimde artıyor. Bir de çocuklar büyüyor.
Özlememeye ant içtiğiniz simalar gece rüyalarınıza giriyor. Eğer rüyaysa hiç uyanmayayım. Eğer gerçekse hiç uykuya dalmayayım. Sonra sabah oluyor. Siz yine haber aldığınız sosyal medya neresiyse oraya dalıp şöyle bir haberlere bakıyorsunuz. “Yok, hala gitmemişler. Hala oradalar!” diyorsunuz. Kiminiz hâkimdi, kiminiz polis; kiminiz öğretmendi, kiminiz hemşire. Şu an iptidai işlerle hayatını idame ettiren insanlarsınız. Ve buna da şükür, elbette – sizi anlıyorum. Sağız, iyiyiz, varız, her hey insan için, her şey insana mahsus. Eskiler daha kötü şeyler yaşamıştı hem. Savaşlar, açlık, kıtlık, daha kim bilir neler. Ama yine de – yine de işte o duygu içinizi içten içe kemirmeye devam ediyor. Lanet olsun! Neden bu oldu? Neden?
Umut bizi en çok incitendir. Bizi en hassas yerimizden yakalayan ve sonra yere çalandır. Umut yaraya değen tuzdur. Umut aynı şeyi defalarca yaşamak, yaşamaktır. Umut ummak ama bulamamaktır. Bu sarmalın kırılmadığını görerek hayata küsmeye yaklaştırır. Umut, direnme azmidir. Vazgeçilmez bir güçtür. Tükenmeyecek gibi görünen bir güneştir, hiç batmayan. Ama umut aynı zamanda aldatıcıdır. Umut sadistçe size işkence edendir. Umut sizi bulunduğunuz gerçeklikte kendisine müptela eden bir uyuşturucudur.
Daha iyisini kim istemez? Sihirli bir değnek olsa ve dokunduğu her şeyi eskiye dönüştürse! İlk kendinize mi dokunurdunuz? Kumsalda yürürken ayağınıza yakılan şeyin bir sihirli lamba olduğunu görseniz ve aynı masaldaki gibi onu ovuştursanız! Sonra, hayal bu ya, karşınıza o muzip cin çıkıverse. Tek dilek hakkınız olduğunu söylese. Ne dilerdiniz?
Mutlu sonla biten masallarda kötü padişahların yerine hep iyileri geçer. Keloğlanlar saraya çıkar, ama sonrasını masallar anlatmaz. Her şey padişahın gitmesiyle son bulur. Sonrası zaten iyidir! Öyle mi? Ortadoğu’nun 1001 Gece Masaları’ndan süzülüp gelen bu umut, ortak bir umuttur. Kötülüklerin kaynağı olan bir tek şahıstır. Köroğlu’nun babasının gözlerine mil çektiren ya da Ferhat ve Şirin’e eziyet eden hep o kötü figürdür. Masalların mutlu sonu, o kötülerin masal evreninin dışına atılmasıdır. Yerlerine kim geçerse geçsin, artık o son mutlu sondur.
Hayalini kurduğumuz ve umudunu yeşerttiğimiz her şeyin başlangıcını böylece tek bir kötü adama mal ederiz. Hayatlarımızın ellerimizden sökülüp alınmasının vebali de odur. Bolu Beyi gibi ona meydan okuruz: “Benden selam olsun Bolu Beyi’ne. Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır. Dağlar seda verip seslenmelidir!” Onu görür, onu biliriz. Onun olmadığı bir ülke hayal ederiz. Bolu Beyi’ne karşı koyan Köroğlu, Ayvaz ve Kırat’larla büyümüş, o efsanelerle şekillenmiş, o mitlerin büyüsüne karışmış ruhlar, onsuz olan bir ülkenin hayaliyle yaşar. Oysa o Bolu Beyi hiç tek değildi. Onun askerleri, vezirleri, seyisleri, âlimleri, mollaları vardı. Bolu Beyi bir sistemdir. Yaşadığımız gerçeklik de masal değildir. Hayat işte şu an, siz bu yazıyı okurken akıp gidiyor. Avucunuza aldığınız bir avuç deniz suyu gibi, parmaklarınızın arasından kayıyor. Bolu Beyi’nin adı bilinmez. Neden biliyor musunuz? Kim olduğunun önemi yoktur da ondan. Onun yerine geçen başka bir Bolu Beyi’nin masalını duymadınız diye, o gidince her şey düzeldi diyebileceğinizi mi sanıyorsunuz?
Umut acı verir. Çünkü aslında gerçekleri bilirsiniz. Kabul etmek istemeseniz de, oradadırlar. Karşınızda dimdik dururlar. Sizin başınızı öte yana çevirmeniz, onları ortadan kaldırmaz. Ve usunuz ve rasyonel aklınız, bunu devamlı kafanıza kakar durur. Umutların acı vermesi, işte bundandır.
Erdoğan gidince her şey düzelecekmiş. Ben de bunu umut etmek istiyorum. Ben de herkese karşı avazım çıktığı kadar bağırarak, Tarkan’ın şarkısını söylemek istiyorum. “Geççek” desem ne olur? Birkaç insanın güzünü güldürsem? Fakat işte tekrar yüzümü olana, gerçeğe dönüyorum. Ve gördüğüm, Bolu Beyi’nin yerine kimlerin talip olduğu. Yaşadığımız gerçeklik masalında da, tıpkı o eski masalda olduğu gibi, ortada dimdik duran ve kurtarıcımız olmaya ant içmiş bir kahraman yok. Hayatın gri tonları arasında kendisine fırsatlar arayan başka potansiyel Bolu Beyi adayları var. Birçoklarının aksine, ben bunu görebilmek için eğitim aldım. Gördüğümü söylemem lazım. Biliyorum: Umut! Ama umut, dedim ya, acı verir. Uyuşturucu satan bir uyuşturucu taciri gibi, bağımlılarına ve gerçekten ihtiyaç duyanlara umut dağıtamam.
Yine de: Umarım deliler gibi umut edenler haklı çıkar. Ve umarım siz hiç incinmezsiniz.