Ümmi Peygamber (4)

YORUM | AHMET KURUCAN

Bu serinin ilk yazısında ümmî kelimesinin Kur’an’daki kullanımlarını ve manalarını ele aldıktan sonra Peygamber Efendimizin (sas) hayatını anlatan hadis, siyer, megazi türü eserlerdeki bilgilere bakacak ve ardından geleneğe intikal edeceğiz demiştik. Bu çerçeveden meseleye bakınca karşımıza Hz. Peygamberin okuma yazma bilmez anlamındaki ümmiliğine destek olarak ele kullanılan rivayetler çıkıyor. Şimdi teker teker bu rivayetleri, yorumları, yorumların gerekçelerini ve tabii ki karşıt yorumları birlikte incelemeye tabii tutmaya çalışacağım. Bundan sonra da maddeler halinde yazacağım bir sonuç yazısı ile değerlendirme yapacağım.

Kur’an’ın mucizeliğinin okuma-yazma bilmeme manasında ümmîliğe dayandırılması konusunda en kuvvetli ve en çok kullanılan hatta Hz. Peygamber’i okuma-yazma bilmez olarak vasıflandıran zihniyetin temel dayanağı olan şu delildir. Kanaatime göre bu delilin temel dayanak olmasının altında yatan şey, ayet olması, ayetin zahiri manasının zihinde yapmış olduğu ilk çağrışım ve hepsinden önemlisi bunun Kur’an’ın mucizeliği ekseninde yorumlanmasıdır. Tabii söz konusu ayet olunca toplumda yerleşmiş ve üzerinden hayli zaman geçmiş hâkim kanaatlerin karşısında yer alan düşüncelerin önü kısmen de olsa kesilmektedir. Kimi düşünceler oto sansür ile daha matbaa mürekkebi ile buluşmadan kesilmektedir. Burada ulema başta olmak üzere toplumun çeşitli kesimleri tarafından aforoz edilmekten korkmanın da rolü göz ardı edilmemelidir.

Ama durum gerçekten böyle midir? Kur’an bu ayetinde ne demektedir? Ümmî diyenler bunu nasıl delil olarak değerlendirmektedir? Ayet şu: “Sen şu Kur’an’dan önce hiçbir kitap okumuyor ve onu sağ elinle yazmıyordun. (Okuyup yazsaydın) o takdirde batıl peşinde koşanlar, şüpheye düşerlerdi.” (29/48)

Gayet açık, “Kur’an’dan önce kitap okumuyor, elinle de yazmıyordun” cümlesinin dolaylı manası ‘okuma ve yazma bilmiyordun’ demektir. Şöyle ki kim kitap okumaz ve sağ eliyle yazmaz? Elbette okuma ve yazma bilmeyenler? Öyleyse sonuç, Hz. Peygamber okuma yazma bilmiyordu. Kaldı ki ayetin fezlekesi de bu çıkarımı destekliyor; “Eğer okuyup yazsaydın, batıl peşinde koşanlar şüpheye düşerdi.”

Şimdi nüzul ortamı, sebebi, muhatapları, ayetin önceki ve sonraki ayetlerle münasebeti nazara alınmadan sadece Ankebût suresi 48. ayete bakarak bu sonucu çıkartmak mümkün mü? Mümkün ama doğru mu? Doğru değil. Kur’an’daki hiçbir ayet ve özellikle Hz. Peygamberin pratik hayatında karşılığı olan sosyal, siyasal, kültürel alanlara atıflarda bulunan, sorunları dile getirip çözümler üreten, emirler, yasaklar ya da tavsiyeler sunan ayetler tarihi yaşanmışlıktan kopuk olarak ele alınamaz. Alınırsa, aslî manası kaybeder. Halbuki tefsir usulü kaidelerinin hemen hepsi Kur’an’ın doğru anlaşılması noktasında bunun için ortaya konmuştur. Zira söz konusu olan Allah’ın sözü, iradesi, maksadı, önce nüzul toplumundaki muhataplarına ardından insanlığa mesajıdır. Burada İlahi kelamı doğru anlama adına bir usul ve metodoloji olmazsa Kur’an’a ya da Kur’an’a dayanarak Allah’a her şeyi söyletmek mümkündür. Dün de bugün de ve ihtimal yarın da bazı ayetlerin bir slogan hatta bir silah gibi kullanılmasını mümkün kılan da işte budur. Bu duruma düşmemek adına Ankebût 48. ayetini tek başına değil, yukarıda sözünü ettiğimiz unsurlara riayet ederek incelemek zorundayız.

Belki söz uzayacak ama uzama bahasına da olsa bu ayetle alakalı bir köşe yazısı için geniş sayılabilecek açıklamalarda bulunmak gerekiyor. Her şeyden önce Ankebût suresi müfessirlerin ağırlıklı kanaatine göre Medine’ye hicret öncesi Mekke’nin son günlerinde nazil olmuştur. Bu bir. 

İki; konu bütünlüğü açısından baktığınızda sürenin 46 ila 52 ayetleri bir küme oluşturmaktadır. Bu kümede bir kısmı Medine’ye hicret etmiş geri kalanları da hicret etme hazırlığında olan ve Mekke’ye nispetle ehli kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlarla çok daha sık dokulu bir ilişkiye girecek olan Müslümanlara uyarılar yapılmaktadır. Onlarla münasebetlerde onların muhtemel ya da vaki itirazlarına karşı nasıl bir argüman geliştirecekleri ve nasıl bir tutum alacakları açıkça ifade edilmektedir. Mesela 46 ve 47. ayette şöyle diyor: “İçlerinden size zulmedenleri hariç ehli kitap ile en güzel şekliyle konuşup tartışın ve onlara şöyle deyin: “Biz hem bize indirilen Kur’an’a hem de size indirilen Tevrat ve İncil’e iman ettik. Bizim ilahimiz da sizin İlahiniz da birdir ve biz sadece O’na teslim olmuşuz. Daha önceki peygamberlere indirdiğimiz gibi sana da kitabı (Kur’an’ı) indirdik. Geçmişte kendilerine kitap (Tevrat ve İncil) indirdiğimiz kişiler (Yahudiler ve Hıristiyanlar)  arasında Kur’an’a inanan ve inanacak olanlar var. Müşrikler arasında da ona iman edecek olanlar var. Bizim ayetlerimizi kafirlikte direnenlerden başkası inkâr etmez.” Yazı daha fazla uzamasın diye bu 7 ayetin manasını vermiyorum ama isterseniz tam da burada yazıyı okumayı kesip bir Kur’an mealinden diğer ayetlerin meallerini okuyun. Anlam bütünlüğünü çok net olarak göreceksiniz. İşte sadece 48. ayeti bu bağlamdan koparıp tek başına ele almak aslî manadan uzaklaşmayı ve bahsini ettiğimiz yorumları beraberinde getirmektedir.

Bu iki nokta ve başlangıçta yer alan iki ayetin manasını verdikten sonra konumuza esas teşkil eden ayete geçebilirim. 48. ayette yer alan “kitap” tan kasıt hiç şüphesiz önceki kutsal ve İlahi kitaplardır. Bir başka tabirle Tevrat ve İncil’dir. Bu konuda müfessirler arasında hiçbir ihtilaf yoktur. O zaman “Kur’an’dan önce hiçbir kitap okumuyordun ve yazmıyordun” demek, Tevrat ve İncil’i okumuyor ve yazmıyordun demektir. Öyleyse onların Kur’an’ın İlahi kelam senin de Allah’ın peygamberi olması noktasındaki şüpheleri yersizdir. Zira eğer Tevrat ve İncil’i okuyup yazsaydın onlar şüpheye düşmekte haklı olabilirlerdi. Demek ki buradaki vurgu Hz. Peygamberin okuma yazma bilmez oluşu değil, vahyin kaynağının Allah olduğunadır.

Kaldı ki hemen arkasından gelen 49  ayet bu yoruma desteklemektedir: “Bu Kur’an, kendilerine ilim verilmiş, Allah’ın sözü ile beşerin sözünü ayırt etme kabiliyeti ihsan edilmiş, İlahi kelamı doğru bilgi ile anlama kabiliyeti ile donatılmış  insanların gönüllerinde yer eden hak ve hakikat mesajlarıdır. Bizim ayetlerimizi bile bile inkar edenler ancak kafirlik ve müşriklikte şartlanmış zalimlerdir.”

Kur’an hakkında söyleyebilecek hiç bir sözleri, dile getirecekleri itirazları kalmayan müşrikler bu defa 50. ayette daha önceki peygamberlere verilmiş mucizelerden dem vurarak Hz. Muhammed’e de mucizeler verilmeli değil mi gerekçesi ile inatlarını ve  itirazlarını sürdürürler. Buna karşılık verilen cevap çok nettir: “Ey Peygamber! De ki onlara; “mucize indirmek Allah’ın elindedir. Ben sadece sizi açıkça uyaran bir elçiyim. Kendilerine tebliğ edilen bu Kur’an’ı sana göndermiş olmamız (mucize olarak) onlara yetmiyor mu? Şüphesiz ki Kur’an’da rahmet ve iki cihan bahtiyarlığına insanı ulaştıracak nasihatler vardır; fakat bunu anlayacak olanlar iman edenlerdir.” Kur’an bu eksendeki son tavsiyesini vaki veya muhtemel bir tutumu merkeze alarak bağlar. Vaki veya muhtemel dediğimiz husus, muhatapların inanmama eksenindeki tutumlarını ısrarla devam ettirmeleridir. Şöyle der Allah: “De ki onlara “Aramızsa şahit olarak Allah yeter. O göklerde ve yerde olanı bilir. Batıla uyup Allah’ı inkar edenler hüsrana uğrayacak olanların ta kendileridir.” (29/52)

48.ayete geri dönelim ve aynı soruyu değiştirerek farklı bir şekilde soralım; acaba burada Hz. Peygamber’i merkeze alacak olursak kast edilen okuma yazma bilmemesi mi yoksa ehli kitabın kitaplarının muhtevasına vakıf olmaması mı? Kur’an’ı merkeze alırsak, vahyin kaynağı mı? Yukarıda kısaca sıraladığımız nüzul sebebi, nüzul ortamı, muhatapları, ayetin önceki ve sonraki ayetlerle münasebeti ve verdiği açık mesaja baktığınızda kast edilen Allahu a’lem Peygamber Efendimizin (sas) ehl-i kitabın kitaplarının muhtevalarına vakıf olmaması ve vahyin kaynağıdır. 

Tam da buradan neden Allahu a’lem dediniz diyebilirsiniz. Söz konusu olan Allah’ın beyanı olunca başka ne denilebilir ki? Hele bu eksende Allah’ın maksadı budur şeklinde Allah’ın peygamberinin bir beyanı yoksa.  Ulemamızın bize göstermiş olduğu en temkinli yoldur bu. “En doğrusunu Allah bilir”, “O’nun muradını en iyi Kendisi bilir”denilmesinin altında yatan neden budur. Usul ilmindeki “eşbel bi’l hak” nazariyesinin ortaya atılışı gerekçesi de bu değil midir zaten? Bununla beraber ehli kitabın itirazlarını, şüphelerini kaale aldığımızda ikinci mananın daha ağırlıklı olduğu ve hem akla hem hikmete daha yakın ve uygun olduğunu söylemekten de dur olmuyorum.

Pekala Kur’an’ın mucizevi oluşunu belirtmek amacıyla okur yazar olan insanların Kur’an’ın haydi bir benzerini getirin meydan okumasına rağmen hiçbir ayete nazire getirememesi ama ümmî olan (okuma-yazması olmayan anlamında) Hz. Peygamberin Kur’an’ı getirmesi şeklindeki çıkarımın hiç mi değeri yoktur? Bir sonraki yazıda buradan devam edeceğim inşallah.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Bu yazılarınızın suan zulüm gören binlerce insana ne faydası var? Sizin gibilerin hataları yüzünden bu hallerdeyiz. Hatalarınızı yazın yazacaksanız. Eşim içerde ben icerdeydim, çıktım yutdisina kaçtım. Çocuklarım anasız babasız, parasız. Yazdiklarinizin benim ve benim gibilerin yaralarına zerre miktarı derman olmuyor. Okuma o zaman diyeceksiniz.okumuyorum zaten. Fakat sizlerin hiçbirşey yokmuş gibi alakasız konularda yazı yazmanız derdime dert okuyor. Olan garibana olmuş, …. umarim geri dönüş yaparsınız

  2. Ahmet Bey! Lütfen insanların aklında yeni şüpheler uyandıracak mantık yürütme yazıları yazmayın. Aşağıdaki ALINTI Reşit Haylamaz’ın “Efendimiz” kitabından. Ümmi, yani “okuma-yazma” bilmezdi.

    Ve derken bir gün … Takvimlerin miladı 6ıo’u gösterdi­ği bir Pazartesi günü … Ramazan’ın on yedisi… Nur Dağı’nda nurlar buluşmuş, sema ile yer arasında kopmaz bir bağ kurul­muştu. Vahiy meleği Cibril-i Emın gelmiş ve rahmet peygam­beri Muhammedii’l-Emin’e risalet vazifesini açıktan tebliğ ediyordu. İki emniyet, Nur dağında birbirine kavuşmuştu ve böylelikle insanlığa yeni bir emanet geliyordu. Artık Nür’un, Nür’u karşılama mevsimi gelmiş; yeryüzünde nurlu bir süreç başlıyordu. Semavi olanı, arzi olanını kucaklayacak ve “Oku!” diyecekti. Dağ ve taşın, taşımaktan aciz kaldıklan bir mesuli­yetin konulmasıydı bu omuzlara … Vazifenin azameti karşısın­da hissedilen ağırlık, dayanılacak gibi değildi.

    Aynı zamanda neyi okuyacaktı? Okuma-yazma bilmi­yordu ki! Herhangi birisinin dizinin dibinde oturup da tahsil görmemişti. Rabbinden başka ufkunu dolduracak ikinci bir mercii olmamıştı O’nun.

    – Ben okuma bilmem ki, diye mukabelede bulundu. Cib­ril, yaklaşmış ve yeniden.kucaklamıştı. Takatini zorlayıncaya kadar sıkıyor ve ardından bırakarak yine:

    – Oku, diyordu. Resul-i Kibriya, yine aynı cümleyi tekrar­layacaktı:

    169

    Efendimiz (sallallahu aleyhi ve s e l l e m )

    – Ben okuma bilmem ki!

    Belli ki bu işin arkasında başka bir mesele vardı. Çünkü Cibril yeniden yaklaşmış ve Muhammedü’l-Emin’i belinden kavrayarak, olanca kuvvetiyle sıkıyordu. Bir müddet sonra bı­rakırken aynı şeyi söyledi:

    -Oku!

    – Ben okuma bilmem ki! Ne okuyayım, diye tekrarladı

    Allah Resülü. Aynı işlem yeniden başlamıştı. Nihayet, mesele çözülecek gibiydi. Kucakladığı Habib-i Zişan’ı bırakan Cibril şunlan söylüyordu:

    – Yaratan Rabbinin adıyla oku! O ki, insanı yapışkan bir hücreden yarattı. Oku ki, o Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı ve insana bilmediği şeyleri öğretendir 0.129

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin