Ülkücülük: Yeni, yine ve yeniden mi?

YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU

Yaklaşık on gün önce sokak ortasında öldürülen Ülkü Ocakları Eski Genel Başkanı Doç. Dr. Sinan Ateş’in ardından başlayan tartışmalar devam ediyor. Konunun siyasi ve polisiye boyutuna ve güncel yansımalarına hiç girmeden ben kendi ülkücülük tecrübelerimi paylaşmak istiyorum. 

Ömrümün kısa da olsa bir kısmını bir ülkücü olarak ülkücü hareket içinde geçirdim ve bu konuda kendi yaşadıklarımdan hareketle bazı çıkarımlar yapmak istiyorum. Daha ortaokul yıllarında başlayan ülkücülük maceram şüphesiz ki benim hayatımda önemli izler bıraktı. O yaşta inandığım bu dava için küçük de olsa bedel ödedim, hayatımın akışı değişti, kaderin cilvesiyle hayatımın ondan sonra akacağı mecraya bu şekilde ulaşmış oldum. 

Geriye dönüp baktığımda o dönemde daha sonra pişman olacağım bir şey yapmamış olmanın huzuru içindeyim ama yaşadıklarımı, gözlemlerimi ve buradan ulaştığım sonuçları paylaşmanın bir zaruret olduğunu düşünüyorum. 

Niye 1970’lerin başından başlayarak Anadolu’da büyük bir gençlik kitlesi ülkücü oldu? Bunun arka planını komplo teorilerine ve önyargılara kapılmadan ciddiyetle araştırmakta fayda var. Ben kimsenin tesadüfen bir fikre taraftar olduğu kanaatinde değilim. Her şeyden önce insanların bir taraf seçerken özellikle sosyal çevrenin getirdiği bir psikolojik arka planlarının bu seçimde çok etkili olduğunu dikkate almak lazım. Bunu özellikle söylüyorum, çünkü bizde sosyal konularda yapılan yorumların kahir ekseriyetinin bir kısım “öğretilmiş papağan doğruları” olduğu bir gerçektir. 

Şu ana kadar 1970-80 arasında solcu ya da sağcı olanların bu yola nasıl girdiklerine dair bilimsel titizlikle yapılmış bir saha araştırması görmedim. Bu konularda yazanların çoğunun ciddi önyargıları ve “öğretilmiş papağan doğruları” vardır, söylemlerini zamanla değiştirseler bile önyargılarını muhafaza ederler. Bununla ilişkili bir konu da 1960 sonrasında Türkiye’nin şehirli ve o güne kadar eğitimli kesiminde yaşanan sola kayma ve devrimcilik akımının irdelenmesidir. Bu kesim niye 1960’lara kadar ilerici, Kemalist, laikçi iken aniden solcu oldular (solculuklarını tartışabilirsiniz ama kendilerine o ismi verdiler) ve tepeden inme yapılacak milli bir devrimle Sosyalizmi getirme sevdalısı oldular? 

Bu yazı ve devamında ülkücü olduğum dönemde tamamen otantik olarak yaşadığım olayları benim gözümden nakletmeye çalışacağım. Anlattığım olaylar karmaşık gelebilir ve arka planı bilinmeden yeterince anlaşılmayabilir. Her şeyden önce o zaman yaşananlar bugünkü bilgilerimizle ve bakış açımızla değerlendirilmemelidir. Ben bu aktarımları yaparken ne ülkücüleri aklamak ne de karalamak gibi bir kaygım olmayacak. Kaldı ki benim ülkücülüğe bir katkım olmadı, olamazdı da zaten, sonuçta ortaokul ve lise talebesi bir köylü çocuğunun bu tarz toplumsal bir harekete nasıl bir katkısı olabilir ki? Ayrıca kırk yılı aşkındır ülkücü de değilim, onlarla ne duygusal ne de organik bir bağlantım kalmadı. Toplum içinde başkalarıyla olan temasım kadar onlarla da temas ediyorum.

Ülkücülükle Nasıl Tanıştım?

Sanırım 1974 sonu ve 1975 yılının başlarında ülkücülük denen hareket bizim sahillerimize ulaşmıştı. Ben Samsun merkezde bir ortaokulda öğrenciydim. Bu meseleyle belki ortaokul birinci sınıfın sonlarında temasımız olmuştur, hatırlamıyorum ama ortaokul 2. sınıfta doğrudan içine girdiğimizi söyleyebilirim. Ailem köyde yaşıyordu ve okul döneminde şehirde aynı evde kaldığım yakın akrabalarımdan lise son öğrencisi olan bir abimiz ülkücülükle bizi doğrudan irtibatlandırdı. Bu akrabam, daha bir yıl önce Ecevit’e övgü şiirleri yazan amatör bir şairdi. Aynı evde kalıyorduk ve bir gün hiç unutmadığım bir girişle bize ülkücülüğü ve Türkeş’i anlatmış ve bunun için yazdığı bir şiirini coşkuyla okumuştu. Şiirde Türkeş’i aşırı öven ifadeler kullanıyor, adeta bir kurtarıcı olarak tarif ediyordu. O zaman biz varoş sayılacak bir mahallede, küf kokan ve güneş görmeyen üç küçük odalı bir bodrum katında, iki öğrenci bir işçi birlikte kalıyor ve kimimiz okulumuzu okumaya, kimimiz hayatımızı kurmaya çalışıyorduk. 

Benim gözlediğim, o dönemde çevremdekilerden hiçbiri eline bırakın silahı, sopa bile almadı, almak da istemedi. Oysa daha 1975’in içinde Samsun’da bile sokak kavgaları başlamıştı. Gerçi henüz okullar, mahalleler ayrılmamıştı ama bir sokak kavgasında solcu bir genç kafasına aldığı darbeyle ölmüştü. O ilk dönemden hatırladığım bizim mahallede farklı görüşte çocukların birlikte oynadığı, siyasi tartışmalar yaptığı ama hiç kavga etmediğidir. Aynı şekilde ortaokuldaki sınıfımızda hem sağ sempatizanı hem de sol sempatizanı çocuklar vardı ve zaman zaman siyasi konular hararetle tartışılırdı ama kimse öbürüne saldırmıyordu. Daha ortaokul 2. sınıftayken okulumuza dışarıdan Ticaret dersine gelen bir öğretmenin sosyalizmi övmesi ve farklı düşünenlere hakaretamiz konuşmalar yapması bizi fena halde sinirlendirmişti ve onunla tartışmıştık. Konu nasıl gittiyse dış Türklere ve o günlerde baskıya uğradıkları için Bulgaristan’daki Türklere uzandı ve o öğretmen “size kalsa siz oradaki Türklere de sahip çıkarsınız” dedi. Tabii biz de “elbette sahip çıkarız!” dedik. Ortaokul son sınıfta yabancı dil öğretmenimizin solculuk gayretiyle okulun son günlerinde yaptığımız bir gezide bir arkadaşımızı sigara içiyor diye tartaklaması hepimizi ciddi olarak germişti. Ama ortaokulda çok sayıda solcu öğretmen olmasına rağmen ülkücü bir öğretmen hatırlamıyorum.

İlk dönem diyebileceğim 1978’in başına kadar bizim ülkücü hareketle ilişkimiz bir taraftarlık ve sempatizanlık boyutundaydı. Bazen Ülkü Ocakları veya Ülkücü İşçiler Derneğine gidip geliyorduk. Başta Hergün gazetesi ve Türkeş’in kitapları olmak üzere ülkücülerin yayınlarını okuyorduk, kasetlerini dinliyorduk. Zaman zaman düzenlenen Ülkücü Aşıklar Gecesi gibi etkinliklere veya konferanslara katılıyorduk. Türkeş Samsun’da bir salon toplantısında gelip konuşmuştu, ben gidememiştim ama kasetini dinlemiştim. Aklımda kalan konuşmanın başında yaptığı bir tembihti. “Ben bu salonda konuşurken çıt çıkmayacak” demişti. 

Benim iki yakın akrabam, bildiri dağıtan Maocu bir grup tarafından bildirileri yırttıkları için öldüresiye dayak yemişlerdi. Gene Milliyetçi Cephe Hükümeti zamanında bir kısım kamu işlerine ülkücülerin girebilmesi söz konusuydu, bir akrabamın bu şekilde bir yıl kadar YSE’de geçici işçi olarak çalıştığını biliyorum. Ancak bu pozisyon öyle matah bir şey değildi, cüzi bir maaşı vardı ve o akrabam serbest çalışıp daha fazlasını kazanacağına aklı kesince oradan ayrılmıştı. 1977 seçimlerinde ilk defa ebeveynlerimizi de büyük oranda etkilemiş ve MHP’ye oy verdirmiştik. 

Bu arada ciddi derecede dindarlığımız da vardı. Bu aileden geliyordu ve ülkücülük bunu zedelemiyordu, pek katkı da yapmıyordu. Hikayemin bu ilk bölümünde tanıdığım ülkücü tipler daha çok çocuk yaşta insanlardı. Samsun’da bir efsane olan Ozan Arif gibiler de vardı ama benim onlarla tanışıklığım belki bir merhaba deme derecesindedir, sonuçta onlar dernek başkanı düzeyindeyken ben henüz ortaokul öğrencisiydim. Bir defasında işçi olan yakın bir akrabamızla gittiğimiz Ülkücü İşçiler Derneğinde sanırım Ordu’daki Fiskobirliğin Müdürü olduğu söylenen kırk yaşlarında biri ziyaretçi olarak oradaydı ve tabir yerindeyse “övünürken sirkatini söyleyen” misali kurumunda nasıl solcu işçilerin dövülmesine göz yumduğunu anlamıştı. Gene o sohbetinde kendisinin 1959-60 döneminde Ankara’da gençlik liderlerinden biri olduğunu ve Kızılay’da solcu gençleri fena halde dövdüklerini, sonrasında da derneğe gelen Kurmay Albay Türkeş’in kendisini bir odaya çekip tokatladığını anlattı. İddiasına göre Türkeş ona “Kızılay’ın ortasında adam dövmek ne demek, çekin bir kenara canlarına okuyun, böyle orta yerde değil” diyerek okkalı iki tokat aşk etmişti. 

Bu dönemde (daha sonraki dönemde de bu devam etti) o kadar çok şey okudum ki, sağcı, milliyetçi, dindar, muhafazakar kimlik altında yayınlanan ve benim ulaşabildiğim her şeyi okudum diyebilirim. Liseye başladıktan sonra yoğun bir sol/sosyalist çevreye muhataptım ve benim doğru ve kutsal bildiğim hemen her şeyi (Allah inancı ve din dahil) inkar ediyor veya hafife alıyorlardı. İnançlarımı ve kişiliğimi muhafaza edebilmem için bu konuları derinliğine bilmek zorundaydım. Bu şartların da katkısıyla sol hatta komünist fikriyatın kitaplarını da yerli ve yabancı klasiklerden elime geçenleri de okudum. Bu okumaların bana çok ciddi katkısı olmuştu, ondan sonraki dönemde kuru laf kalabalığından ve hamasetten korunmama katkı sağladı. 

Gelecek yazıda lise yılları (1978 ve sonrası) ile devam edeceğim. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

5 YORUMLAR

  1. ben bir Kürt olarak ulkuculugu masum bir akımmis göstermenizi gerçekten çok şaşırdım. Adana’dan sonrasın yakmak hedefi olan bir grup ve gruba dahil olanların insanlıktan nasipleri olduğunu sanmıyorum. Kürtleri PKK nin kucağına iten sizin ve sizin gibilerin neden olduğunu unutmayın. bu vebal size yeterde artar. bir milleti ateistlerdiniz. lütfen bu işi masumlastiracak yazılar yazmayın. Türkeş dediğiniz adam ve onu sevenlerin diğer tarafta hiçbir şekilde kurtuluslari yok. ölüye hakaret edilemiyeceginden o şahsa birşey demiyorum. ırkciliginizin içinde bogulun. Allah tan dilegim bu. siz farkında değilsinizdir ama irkciliginiz halen içinizde yaşamakta. neden mi ulkuculugun masumiyetini anlatmaya çalıştığınız dan.

    • Burda bir yargılama veya aklama yok. Yazıyı ya okumamışsınız ya da anlamamışsınız. Bundan elli yıl önce olan olayları gayet nötür bir şekilde anlatıyor. Türkeş’i metheden bir şey de yok, bu çıkarımları nasıl yaptınız? İzah etseniz belki yazar cevap verir.

  2. Geçenlerde youtube’da bir kanalda gördüm. Bir doçent, sadece kendi alanında değil her konuda konuşan akademisyenleri “ben artık doçentim, her konuda ahkam kesebilirim” diye tiye almış…
    Bilmem anlatabildim mi?

    Sayın tıp profesörü, kendi hayatında ortaokul 1 ya da 2’de Ülkücülüğü nasıl tanıdığı, Ülkücülüğe katkı yapıp yapmadığı konusunun milleti ilgilendirdiğini mi düşünüyor acaba?

    Zamanım olsa yazıda kaç tane “1. tekil şahıs” kullanldığını sayacağım ama zamanım yok.

    Bir de seriye bağlamış…

    Not: “Beğenmezsen okumazsın kardeşim” diyenlere… “Beğenmezsen bu yorumu okumazsın kardeşim. Yorum imkanından yararlanıyorum ki, yazarlar ve tr724 bu konularda daha özenli olsunlar.

    • Yazarı uyarsınlar, kendi eylemlerini anlatırken 3. tekil şahıs kullansın. Tıp profesörü birinin yapıp ettikleri bizi zaten ilgilendirmediğine göre başka meslekler de ilgilendirmez, geçmişte yaşananları asla yazmayalım, konuşmayalım. Böylece toplum olarak aynı filmi tekrar tekrar izleyip yolumuza devam edelim.
      Senin kıymetli zamanını hesaplıyorsun da tıp profesörünün zamanı kıymetsiz mi? Adam edebiyatçı mı? Otursun edebiyat parçalasın? Laf olsun diye eleştirmeden önce kendimiz de bir şeyler üretsek daha iyi olur belki de.

      • ‘Siz’ diyene ‘siz’, ‘sen’ diyene ‘sen’ derlermiş.

        Kemal, Ali beyin yorumuna yorum yazmışsın ama yanlış yazmışsın.

        Yorumu bir daha oku bakalım. Ali bey yorumunda ‘geçmişte yaşananlar yazılmasın’, ‘geçmişten ders alınmasın’ mı demiş? İstersen bir de ‘zaten senin gibiler yüzünden bunlar başımıza geldi’ faturası yolla.

        Adam açıkça benlik ve enaniyet kokan yazıların yayınlanmaması için daha dikkatli olunsun demiş. Ben de okurken öyle hissettim.

        Yazının başlığı “Ülkücülük: Yeni, yine ve yeniden mi?” ama yazının içinde başlıkla ne kadar ilgili?

        Oturup yazıda kaç tane birinci tekil var saymadım. Contr+find’a sordum, 15 adet ‘ben+benim’ varmış.

        Kemal sen, “ben… ben… ben… ben… ben… ben… ben… ben… ben… benim… benim… benim… benim… benim… benim” satırını oku bir bakalım. Normal mi sence?

        Ali Koçak beyi tanımıyorum, sahi sen tanıyor musun da ‘eleştirmeden önce kendimiz bir şeyler üretsek daha iyi olur belki de’ diyorsun. Üretmediğini nasıl ve nereden anladın?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin