Ülkücülük ve dindarlık

YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU

Ülkücülerle tanışmam benim ve çevremin dindarlığına nasıl bir etki yaptı? O dönem Ülkücüler dindar bir kitle miydi? Genel bir bakışla Ülkücülük dindarlığıma kısmen olumlu katkı yaptı diyebilirim. Hareketin içindeyken düzenli namaz kılmaya başladım ama bunda esas etken aile çevresi olmuştu. Ortaokul birinci ve ikinci sınıfta en yakın arkadaşım ve onun lisedeki ağabeyi Milli Görüşçü bir ailenin çocukları idiler, namaz kılmaya benden bir yaş büyük olan o arkadaşımla birlikte başlamıştık. İlginç şekilde  o arkadaşımın Milli Görüşçü ağabeyi bizi teşvik ediyordu ama kendisi düzenli namaz kılmıyordu. O zamanlar herhangi bir tarikat ve cemaatle ilişkilerinin olmamasına rağmen aile çevremiz namaz kılmak dahil dini konularda hassastılar. Diyebilirim ki dindarlık katsayımız çoğu ülkücüden ve toplumun geri kalanından daha yüksekti. 

Ülkücü Hareket içinde okuduğumuz kitaplar bizi endoktrine ediyordu ama ciddi bir kitap çeşitliliği söz konusuydu. Bunların içinde farklı yayınevlerinden çıkmış dini kitaplar da vardı. Türkiye’de ortalama Müslüman kimliğinde kabul gören değerler ülkücüler arasında da yaygındı. Zaten sağ kulvardaki üç parti büyük oranda aynı sosyal tabanı paylaşıyordu.

Ülkücü camianın yayınladığı kitaplardan okuyarak etkilendiğim önemli bir kişi Yaman Arıkan oldu. Onun “İslam Ahlak ve Fazileti” adlı kitabı ve İmam Gazali’den tercüme edip yayınladığı kitapları o güne kadar ulaşabildiğim en ciddi ve anlaşılabilir dini eserlerdi. Diyebilirim ki Yaman Arıkan’ın kitapları Risale-i Nur ve Fethullah Gülen’in kitapları öncesinde bana dini değerleri en iyi anlatan ve o dönemde İslam’ı daha ciddiyetle kavramama katkı yapan en başat eserlerdi. Günümüzde de gençlerin kafasını karıştıran sorular ve sorunlar o zamanda dahi mevcuttu. Geleneksel dindar bazı insanların beş vakit namaz kılmak, oruç tutmak ve hacca gitmek gibi zahiri dindarlıkları olmasına karşılık, hayatlarındaki çelişkileri ve bazı ahlaki düşkünlükleri bizim için anlaşılmaz ve itici hususlardı. Bu kişilerin sosyal hayattaki çelişkili durumlarını anlamlandırmakta ciddi zorluk çekiyordum. Yaman Arıkan bu soruların hepsine cevap vermiyordu ama bir kısım dindarların namazı sadece bedenlerine kıldırdıklarını ama ruhlarına kıldıramadıklarını izah ederek bana yeni ufuklar açmıştı. 

O zaman lise müfredatında din dersi isteğe bağlıydı, velisi onaylarsa öğrenci din dersi alıyordu. Lise birinci sınıfta sıra dışı bir Din dersi öğretmenimiz vardı. Ülkücü olduğu söyleniyordu ama ne kadar doğrudur bilemiyorum, bu konuları kendisiyle hiç konuşmadık. Muhafazakardı ve çok kucaklayıcı bir dindarlığı vardı. Hasan Hoca o kadar farklı bir kişilik idi ki şu ana kadar öylesine ilginç ve üstün özelliklere sahip olanı en azından kendi öğretmenlerim arasında görmedim. Çok dil biliyordu, en azından Arapça ve Farsçanın yanında İngilizce ve Fransızca da biliyordu. Bizim çözemediğimiz matematik sorularını rica edip kendisine çözdürdüğümüz oluyordu. Dünyayı çok geniş bir perspektiften gören, okuyan ve yansıtan bilge bir öğretmendi. Derste notu asla problem etmiyordu, sınavda takıldığımız şeyleri sorarsak söylüyordu. Dersi klasik bir metotla anlatmıyor, her konuda farklı görüşleri de dillendirerek ve onlarla ilgili modern dünyada ne olup bittiğini de anlatarak öğrencinin dikkatini topluyordu. Sadece bir saat olan o dersin bitmesini asla istemiyorduk. Dersi normalde almayan arkadaşlarımızın bazıları da bu dersi gelip dinliyorlardı. Solcu bildiğimiz bir kız öğrenci de bunlardan biriydi, sırf Hocanın anlattıklarını merak ettiği için geliyordu. Allah’ın varlığını anlatırken, Allah’ın varlığının delilleri olarak daha sonra Risale-i Nur öğretisinde ve Sızıntı dergisinde göreceğim şekilde çok farklı bilim alanlarından örnekler veriyordu. Tevhid dersinin sonunda “Karl Marx Allah’ın varlığını kabul etmiyordu ama görüyorsunuz bu iddiası bilimsel olarak doğru değil” dediğinde solcu kız arkadaşımız “demek ki Marx yanılmış” demişti. Kitaplara iman bahsini işlerken sınıfa Fransızca bir Tevrat getirmiş ve oradan bize İsrailoğullarının efsane kahramanı Samson’un hikayesinden bir parça okuyup tercüme etmişti. Okuldaki herkesle diyaloğu vardı, en uç öğrencilerle bile gayet medenice ve arkadaşça görüşüyordu. Onun bu sempatik ve etkin durumu okulda hakim olan grubu fena halde rahatsız etmişti. İkinci sınıfın sonlarına doğru okuldan eve giderken saldırıp darp etmişler ve ayağını kırmışlardı. Bir daha da bizim okula gel(e)medi, tayinini başka okula aldırdı. 

Lise üçüncü sınıfın başında şehrin biraz dışında tek odalı bir eve taşınmıştım. Buradaki yeni komşularımızdan birinin Yusuf adlı yirmi yaşlarında bir oğlu vardı, bir müddet sonra Yusuf’la tanıştık ve siyasi ve güncel konularda da muhavereler yapmaya başladık. Kaldığım eve geliyor ve tabir yerindeyse bana kendi maceralarını serd ediyordu. Biraz konuşunca bu gencin kendi ifadesi ile “şeriatçı bir ülkücü” olduğunu öğrendim ve şok oldum. Göründüğü kadarıyla hiçbir dini pratiği yoktu, namaz kılmıyordu, dini bilgisi ve eğitimi yoktu. Devamlı sigara içiyordu ve anlaşılan alkol de alıyordu. Çizdiği portre sırf macera peşinde koşan bir serseri portresiydi, işsiz ve eğitimsizdi. Benden üç-dört yaş büyüktü ama adeta bir çocuk gibi sorumsuz davranıyordu. Kendi anlatımına göre arkadaşları ile bir petrol istasyonunu soymaya kalkmışlardı ve bunu da dava adına yaptıklarını söylüyordu. Konunun davayla ilişkisini ben anlayamadım, o da anlatamadı ya neyse. Yakalanmışlardı ve tabii ki ciddi şekilde başları belaya girmişti. Neyse ki konu yargıya yansıtılmadan polis aşamasında kapatılmıştı. Babası önceki cürümlerini bir şekilde çözüme kavuşturmuştu ve daha fazla belaya bulaşmaması için alelacele askere göndererek onu bu çevreden uzaklaştırdı. Bu örnekte olduğu gibi kullanılmaya çok müsait bu gençler kolayca şiddete bulaşabilmekteydi. Bir de etrafa bu serserilikleri ülkücülük ve şeriat adına iş yaptıklarını söylüyordu. Oysa bu kişinin değil şeriatdan bahsetmesi, İslam’ın beş şartını sayması bile mümkün değildi. Bu tarz örnekler beni ciddi şekilde bazı şeyleri sorgulamaya itiyordu. Zaten bu kişilerle ortak noktalarım gerçekten çok azdı.

Bu dönemde din-siyaset ve Ülkücülük konusunda düşüncelerimi sarsan biriyle tanıştım. Bu kişi ev sahibimizi ziyarete gelen Ankara Dil-Tarih-Coğrafya öğrencisi bir akrabamızdı. Tanışma sonrası yaptığımız ufuk turu çok sayıda ezberimi yeniden gözden geçirmeme sebep oldu. Akıncı Gençlik içerisinde oldukça faal ve bilinen bir figür olmasının yanında tarih, siyaset ve din alanlarında da birikimliydi. O güne kadar hiç bilmediğim konularda, mesela Kürt meselesinde çok şaşırtıcı ve aykırı şeyler anlattı. İlk defa bu birikimde bir İslamcı ile karşı karşıya idim. Ülkücü olduğumu öğrenince “ooo Ankara’da ne kadar sarhoş serseri varsa hepsi ülkücü” diyerek biraz da dalga geçmişti. Anlaşılan başlangıçta beni ümitsiz vaka olarak gördü ki bir ara izin isteyip öğle namazını kıldığımı görünce bana “bu şekilde hep düzenli namaz kılar mısın” şeklinde sorular sordu ve ondan sonra bana daha farklı davranmaya başladı. Aslında kendisinin Ülkücülere düşman olmadığını, Ülkücüleri yanlış tanıdığımı, içlerinde az sayıda dindar olduğunu, onlarla fikriyatımın bağdaşmayacağını uzun uzun anlattı. Anlattıkları beni ikna etmemişti ama kafamda bir çok soru işareti oluşturdu. Daha sonra birkaç kez görüştük, kendisi bir ara İran üzerinden Afganistan’a gidip geldi ve 12 Eylül sonrasında tutuklanarak altı ay kadar Mamak’ta hapis yattı. Hapisten çıktıktan sonra bir daha görüştük, tutuklu kaldığı sürede Ülkücülerle aynı koğuşta kalmış, birlikte işkence görmüştü. 

Samsun’da Ülkücü Camianın dini konularda referansı olan önemli bir şahsiyet Mustafa Bağışlayıcı idi. Samsun merkezde bir kitapçı dükkanı işletiyordu. İnternette kısa bir araştırma yapınca 1952 yılında Samsun’da Büyük Cihad adında bir gazete çıkardığını, Necip Fazıl’la birlikte Malatya Hadisesinde tutuklanıp hapis yattığını, Türkeş’le olan onlarca fotoğrafını ve MHP’nin her Kurultayında protokolde olduğunu görebiliriz. Mustafa Bağışlayıcı’nın MHP ile olan ilişkisi dindarların partiye yakın durmasında ciddi bir referans değeri taşıyordu. Benzeri başka şahsiyetlerin de o dönemde MHP’ye yakınlık gösterdiğini görmekteyiz. Mesela Necip Fazıl da bir dönem MHP’ye çok yakınlık göstermiş, mitinglere katılmıştı. Bu yakınlaşma özellikle 1974’de MSP-CHP koalisyonu sonrasında olmuştu. Yine o dönemde Hergün Gazetesinde yazıları çıkan Seyyid Ahmet Arvasi bizim için çok önemli bir figürdü. Büyük Nakşi Şeyhi Abdülhakim Arvasi’nin oğlu olması ayrı bir önem taşıyordu. Gazete yazıları Türk-İslam Ülküsü adıyla kitap olarak da yayınlandı. Ülkücülüğün İslam’la olan ilişkisi aramızda çok tartışılan konulardandı. Özellikle dine mesafeli duran veya Ülkücülüğü bir çeşit Kemalist yaklaşımla yorumlayanların varlığı da bir gerçekti. Partinin önde gelen şahsiyetleri dahil birçok Ülkücünün hayat tarzından ciddi rahatsızlık duyanlar vardı ve 12 Eylül sonrasında oluşan boşlukta bunlar kendilerine yeni yollar arayacaklardı.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin