Ülkücü hareket ve şiddet sarmalı: 1978 ve sonrası

YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU

Bu yazı dizisinde içinde bulunduğum dönemde Ülkücü Hareket ve etrafındaki gözlemlerimi yazmak çabasındayım ancak çok defa sol eylemler ve sol şiddete çok fazla yer ayırmak zorunda kalıyorum. Aslında bu durum o zamanki Ülkücü Hareket’in varlığı ve özellikleriyle doğrudan örtüşmektedir. Belki Ülkücülere karşı o zaman yoğun bir sol şiddet olmasaydı Ülkücülük bu kadar taraftar bulmayacaktı. Bu bir görüş tabii ki. Bazıları tam tersini de söyleyebilir, Ülkücülerin şiddeti insanları sol hareketlere itti de diyebilir. Yumurta-tavuk örneği bu hamur çok su götürür, ancak ortada yoğun bir şiddet (bazen bir taraflı bazen iki taraflı) vardı ve faturayı da en garibanlar ödüyordu. Benim sol şiddetle esas tanışmam liseye gidince yani 1977’nin sonlarında oldu. Belki de hayatımda yaptığım önemli hatalardan biri Endüstri Meslek Lisesine gitmem olmuştur. 

O yıllarda Samsun’da Ülkücülerin en önde gelen isimlerinden biri şüphesiz Ozan Arif idi. Her salon toplantısında o mutlaka olurdu, konuşma yapar, saz çalar ve türkü söylerdi. Benim hatırladığım Prof. Dr. Recep Doksat (o zaman doçent olabilir ama adı aklımda) ve eski ondörtlerden Türkeş’in arkadaşı Ahmet Er gelip konferans vermişti ve biz de dinleyici olarak katılmıştık. Necip Fazıl için de duyuru yapıldı ama konferansı olmadı. Benim katılamadığım, ozanların geldiği, birçok etkinlik ve ozanlar gecesi vs toplantılar olmuştu, onların hepsinde de Ozan Arif organizatör durumundaydı. Bu tarz etkinliklerin kasetleri yaygın şekilde dinleniyordu. Ülkücülerin kasetlerini yaygın olarak dinlediği ozanlar arasında Aşık Reyhani ve Abdulvahap Kocaman vardı.

1975’den itibaren gençlik ve işçi hareketleri bizim görebileceğimiz şekilde artmaya başladı. Benim o çocuk yaşta bile görebildiğim ülke tablosu pek iç açıcı değildi. 1974 affıyla bütün eski eylemcilerin topluma geri dönüşü sağlanmıştı ve ülke adım adım kaosa gidiyordu. Şiddetin bizim çevremizde bile hissedilir olarak arttığı bir ortamda, 5 Haziran 1977’de genel seçim yapılmıştı. Türkiye, kısa süreli güvenoyu alamayan bir Ecevit Hükümeti, sonra kısa süreli bir Demirel Hükümeti (2. Milliyetçi Cephe) sonrasında tam 1978’in başında yeni bir Ecevit Hükümeti ile yönetilmeye başlanmıştı. Her tarafta günbegün kargaşa daha fazla hissediliyordu. 

Bizim okulda birçok irili ufaklı sol örgüt olsa da hakim olan Kurtuluş ya da Karadeniz Dev-Genç denen bir örgüttü. Kurtuluş örgütü özellikle birinci sınıfın ikinci yarısından itibaren okul çevresinde ve okuldaki etkinliğini ve baskısını artırmaya başladı. Artık yeni CHP Hükümeti vardı ve İrfan Özaydınlı İçişleri Bakanıydı. Bu bakan dindar ve muhafazakar düşmanlığı ile bilinen, eski asker, uç bir isimdi ve görevde olduğu dönemde Türkiye’de terör eylemleri kontrolden çıktı. Bu durum bir barometre gibi okulumuza da yansıyordu. O dönemde bizi çok sarsan bir olay da ülkücü bir öğretmenin (adı Feridun Baş olmalı) kaçırılarak Havza’da işkence ile öldürülmesi oldu. Ozan Arif onun için yaktığı türküde “Yiğit Feridun’un suçu ne idi?” diyerek isyan ediyordu.

Eylül 1977’de liseye başladığımda dikkatimi çeken şeylerden biri kılık kıyafetleri ile öğrenciden çok militana benzeyen, bir kısmı iri cüsseli, pek öğrencilikle ilgili görünmeyen tiplerin varlığıydı. Bunlardan birine Sürmeli diyorlardı, iri kıyım, sakallı bir lise öğrencisiydi, ya da ben öğrenci olduğunu sanıyordum. Bunlar uzun parkalar giyiyorlar ve boyunlarında atkıları oluyordu, hemen hiç derse girmiyor, okul girişinde ve köşe başlarında bekliyorlardı. Okula giriş çıkışı takip ediyor ve bütün öğrenciler ve öğretmenler üzerinde baskı kuruyorlardı. Biz sıradan öğrencilere karşı çok sert olan okul idaresi onları nedense hiç görmüyor, eylemlerine ses çıkar(a)mıyordu. Okuldaki az sayıda ülkücü ortalıkta görülmemeye çalışıyor, özellikle gösteri ve boykot zamanları zaten okula gitmiyorlardı. Bu eylemleri engelleyecek bir merci de yoktu. İronik şekilde bizim okul il Emniyet Müdürlüğünün yanındaydı. Bizim okulun bahçesi Müdürlük binasından rahatça görülebiliyordu ve bizi onlardan sadece 4-5 metre genişliğinde bir sokak ayırıyordu. Ancak onca zaman yaşadığımız kargaşada polisin okulda emniyeti sağlama adına bir katkısını ne gördüm, ne de duydum. 

O öğretim döneminde okuldaki az sayıda ülkücü ne yapıyordu çok emin değilim ama iyi bir organizasyonları olmadığı kesindi. Çünkü benim bütünüyle istekli olmama karşılık onların bir organizasyonundan haberim olmadı. Şimdi düşünüyorumda Allah’ın bir lütfu olarak onlarla temas edemedim. Üstelik ben fikirlerimi kimseden saklamıyordum. Nitekim birinci sınıfın sonlarına doğru hiç beklemediğim bir gün başka sınıftan gelen bir psikopat Kurtuluş militanı öğrencinin fiziki saldırısına uğradım. Ona bu görevi “Komite” vermiş olmalıydı, ama niye tek başına saldırmıştı bilemiyorum. Böyle kendini göstermek isteyen fedai eylemciler de yok değildi hani, yani kendi başına da saldırmış olabilirdi. Bu saldırı sonrası okula devam etmem benim için çok tehlikeli bir hal almıştı. Daha önceden mahallemizden tanıdığım üst sınıftan sol görüşlü biri benim için devreye girerek benim ülkücü olmadığıma (onların terminolojisi ile faşist olmadığıma) onları ikna etti. Bu olaydan sonra hemen hiç bir Ülkücü etkinliğe katılmadım.

İlk yıl sınıfımızda solcu olanlar vardı ama Kurtuluş örgütünden birileri var mıydı emin değilim. Halkın Kurtuluşu’ndan, -ki onlar Maocu idiler- bir arkadaş vardı. Onunla değişik konuları konuşurduk, muhabbetimiz gayet iyiydi. Zaman zaman diğer sol grupları da eleştirirdi. O zaman dikkatimi çeken olaylardan biri de sınıfları gezerek Aydınlık Dergisi satan kişilerin okulda kollarındaki gazete tomarlarıyla rahatça dolaşabilmesiydi. Hatırladığım kadarıyla tam o dönemde bu gazetenin hedef gösterdiği Eski İstanbul Emniyet Müdürü Aykut Ilgızlı ve Hüseyin Cevahir adlı sol eylemciyi gözünden vuran deniz subayı kısa süre sonra sokak ortasında öldürülmüşlerdi. Ancak bunlar o günkü bölünmüş toplumda bir şey ifade etmiyordu, kimse de gazeteyi hesaba çekmiyordu. 

Kurtuluşçular artık hemen her öğlen vakti okulun bahçesinde forum denen toplantılar yapmaya başladılar. Manzara hem korkunç hem de gülünçdü. Belki yüz kişi, bir kısmı yüzlerini kaşkollarla kısmen kapatmış olarak okul bahçesinin tam ortasında toplanıyorlardı. Sonra aralarından yönetici konumunda olan ve artık hepimizin bellediği tipler ortaya çıkıp bir kısım sloganlar atmaya başlıyorlardı, adeta koroyu başlatıyorlardı. Ve tabii hepsinin sol kolları havada oluyordu. Sloganları şimdi hatırlamıyorum. Anlaşılan örgütlerin alamet-i farikası olan bazı sloganlar vardı ve onları seslendiriyorlardı. Arada birileri kendi başına slogan atmaya başlarsa hemen uyarıyor “arkadaşlar bağımsız slogan atmayalım” diye onları hemen susturuyorlardı. Bu arada birkaç defa da okulu kafalarına göre boykot ettiler. Sınıflara gelip, “boykot var, herkes evine gitsin” diyerek okulu boşaltıyorlardı. Okul çıkışında da kendilerince bir forum yapıp bu yüce(!) eylemi niye yaptıklarını biz cahillere anlatıyorlardı. Bu boykotlardan birinde sadece bir öğrencinin kararıyla okul on gün kapalı kalmıştı. Okulun tatil olması bizi mutlu etmiyor değildi. En azından bir terör saldırısı tehlikesinden o gün için kurtulduğumu düşünüyordum.

O dönemde ülkücülük adına şiddete başvuranlar yok muydu? Şiddet konusunda benim çevremdeki ülkücüler istekli değillerdi ama yansıyanlara bakınca herkes öyle değildi. Özellikle 1978 yılından itibaren o kadar çok saldırıya uğrayan ülkücü duyuyorduk ve görüyorduk ki ülkücülerin şiddete yönelmemesi çok çok zordu. Sağcı-solcu herkes o dönemde şiddete başvurma nedenini kendince “nefsi müdafaa” ile açıklamaya çalışıyordu. O zaman yaşananlara baktığımızda her iki tarafta da şiddeti bir mücadele metodu olarak benimsemiş ve ideolojik kabullerini bunun üzerine kurmuş olanlar vardı. O zamanlar Hergün gazetesinde yazan Taha Akyol gibi bazı yazarların şiddet karşıtı yazıları nedeniyle bir çok kez şiddete başvurmanın meşruiyetinin tartışıldığını hatırlıyorum. Bu tartışmalar “kendini korumak için şiddete başvurma” konusunda değildi, bir saldırı durumunda herkes kendini koruma hakkını zaten baştan kendisinde görüyordu, saldırı yokken karşı tarafa saldırma konusunda bir konsensus yoktu. Ne zaman nasıl bir yol izlenmeli sorusunun cevabı tamamen orada bulunan kişilerin takdirine kalmıştı. Mesela beraber kaldığımız yakın akrabam o sene liseyi bitirmiş ve Ordu Meslek Yüksek Okuluna başlamıştı ama bir ülkücü olarak okula devam edebilmeleri ancak bir grup oluşturup fiziken kendilerini savunacak güce ulaşmalarıyla mümkün olmuştu. Ertesi sene o okula Ülkücüler devam edememişlerdi ve o da kaydını başka bir okula almak zorunda kalmıştı. Bizim okul dahil birçok okulda ülkücü olduğu bilinen kişiler okullara sokulmuyor, daha okulun ilk gününde dövülüyor ve kovuluyordu. Birçok yerde yanlışlıkla sol bir grubun bölgesine giren kişiler şiddete uğruyor ve bazen de öldürülüyordu. Eminim ki bunun tersi çok sayıda olay da vardı. Bunun adı şiddet sarmalı idi. Sol örgütler özellikle ülkücülere karşı şiddet uygulamayı kutsal bir görev addediyor ve bu konuda birbirleriyle yarışıyorlardı. 

Bir sonraki yazı: Ülkücülük ve Dindarlık

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin