Yorum | Dr. Serdar Efeoğlu
8 Ekim 1912’de Balkanların en küçük ülkesi Karadağ, Osmanlı Devleti’ne savaş açmış ve Osmanlı Devleti’nin sonunu getiren felaketler zinciri başlamıştı. Kısa bir süre sonra Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’ın da savaşa dâhil olmasıyla Osmanlı Devleti çok farklı cephelerde savaşmak zorunda kalmış, Bulgar ordusu Çatalca’ya kadar gelmiş, Padişah ve hükümetin Bursa’ya taşınması gündeme gelmişti.
Hâlbuki Osmanlı devlet adamlarının birçoğu savaşın kazanılarak Sofya’ya girileceğini düşünüyor, İttihatçıların başını çektiği heyecanlı bir kitle de bu küçük devletlere derslerinin verilmesi gerektiğini savunuyordu.
Düvel-i Muazzama da savaşın başında savaşın sonucu ne olursa olsun statükonun değişmeyeceğini açıklamıştı. Ama bu öngörülerin hiçbiri doğru çıkmadı ve Bulgar orduları bir ay içinde Çatalca’ya kadar geldi.
Osmanlı orduları hemen her cephede çok ağır mağlubiyetler aldı. Savaş bittiğinde Osmanlı Devleti Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ hariç Avrupa Türkiyesini kaybetmişti.
Acaba bu yenilginin failleri ve mağlubiyette rolleri neydi?
GAZİ AHMET MUHTAR PAŞA
Savaş başladığında Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti görev yapıyordu. Paşa, 1877-1878 Harbinin büyük bir kahramanı olarak tanınıyor ve seviliyordu.
Ahmet Muhtar Paşa, Rusları Erzurum’da durdurarak Rumeli’de ortaya çıkan hezimeti yaşatmamıştı. Ancak “Abdülhamit’in vehminden” payını almış ve İstanbul’dan uzaklaştırılarak yirmi üç yıl Mısır’da komiser olarak görev yapmıştı.
Padişah Mehmet Reşat tarafından sadrazam tayin edildiğinde büyük bir sevince kapılan Paşa’nın ağzından “kırk yıldır bu mührü bekliyordum, bugüne nasipmiş” sözleri dökülmüştü.
Büyük umutlarla kurulan ve oğlu Mahmut Muhtar’ın da Bahriye Nazırı olmasından dolayı “Baba-Oğul Kabinesi” veya kabinede üç eski sadrazam yer aldığından “Büyük Kabine” de denilen bu hükümetin icraatları hiç de büyük olmadı.
İttihatçılar ve onlardan intikam almak isteyenler arasında sıkışan Hükümet, Trablusgarp Savaşı devam ederken yeni bir harbe engel olamadı. Savaşa karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Ahmet Muhtar Paşa, kamuoyu baskısına boyun eğerek savaşa giden süreci durduramadı.
Bu kabine, askerin bir kısmını terhis ederek ordunun mevcudunu azalttığı gibi Said Paşa Hükümetinin verdiği izinle Sırbistan’ın Selanik limanından başlayan silah sevkiyatını devam ettirerek tarihi bir hata yaptı.
Balkan Harbinin daha başında yaşanan mağlubiyetler, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın istifası ve yerini Kâmil Paşa’ya bırakmasıyla sonuçlandı. Ahmet Muhtar Paşa yıllardır beklediği sadrazamlığa yetmiş yaşından sonra kavuşmuş fakat 21 Temmuz 1912’de başlayan görevi üç ay sonunda fiyaskoyla sona ermişti.
NAZIM PAŞA
Ahmet Muhtar Paşa’nın en büyük hatalarından birisi, Nazım Paşa gibi birisini Harbiye Nazırı yapmasıydı. Nazım Paşa, savaş öncesinde ve savaşta uyguladığı stratejiyle savaşın kaybedilmesine doğrudan etki etti. Paşa’nın hayalciliği o kadar fazlaydı ki savaşın başında “Bir iki hafta içinde Osmanlı bayrağının Filibe ve Sofya’da dalgalanacağını” bile söylemişti.
Abdülhamit devrinde muhalifliği nedeniyle hayatı sürgünlerle geçen ve uzun süre askerlikten uzak kalan Nazım Paşa, “İttihatçı” düşmanlığının da etkisiyle Muhtar Paşa hükümetinin en önemli isimlerinden birisi oldu. Savaş esnasında ordunun durumuyla bağdaşmayan “taarruz, daima taarruz” stratejisiyle de yenilgiyi hazırladı.
Nazım Paşa’nın en büyük hatalarından birisi, A. İzzet Paşa zamanında hazırlanan harekât planlarını incelemek yerine kendi kendine bir strateji belirlemesi ve uygulamaya çalışmasıydı. Uygulamaya bakıldığında Paşa’nın Yunanistan’ı hiç dikkate almayan bir planla hareket ettiği anlaşılmaktadır. Hâlbuki A. İzzet Paşa’nın hazırladığı 5 numaralı plan, dört Balkan devletiyle savaşma ihtimaline göre hazırlanmıştı ve uygulanması gereken plan buydu.
İlginç olan Nazım Paşa’nın başarısızlığına rağmen Ahmet Muhtar Paşa kabinesinden sonra da Harbiye Nazırlığı görevinde kalması ve bu görevinin 1913 Ocak’ında Babıali Baskınında öldürülmesine kadar devam etmesidir.
A. Muhtar Paşa’ya “Nazım Paşa’yı niye Harbiye Nazırı yaptığı” sorulduğunda aslında oğlu Mahmut Muhtar Paşa’yı bu makama getirmek istediğini ancak tepkileri düşünerek bunu yapmadığını söylemesi de tuhaf bir durumdu.
KÂMİL PAŞA
Ahmet Muhtar Paşa kabinesinden sonra yeni hükümet Kâmil Paşa tarafından kuruldu. Daha önce de sadrazamlık yapan Paşa, “İngiliz yanlısı” olarak bilinmekte ve en önemli özelliği olarak da “İttihatçı” düşmanı olması öne çıkmaktaydı.
Kâmil Paşa yaşlı olmasına rağmen siyasi hırsıyla bilinen bir kişiydi. 1885’de ilk defa sadrazam olmuş ve birisi İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra olmak üzere Abdülhamit tarafından üç defa bu göreve tayin edilmişti.
İkinci sadrazamlığından azledildikten sonra Aydın valiliği sırasında Abdülhamit korkusundan İngilizlere sığınan Paşa, 31 Mart olayında da önemli isimlerden birisiydi.
Balkan Harbinin felakete doğru gittiği bir sırada muhtemelen İngiltere desteğini sağlamak için Padişah Mehmet Reşat tarafından sadrazam tayin edildiyse de ne askeri, ne de diplomatik yönden bir katkısı olmadı.
Bunun üzerine İttihatçılar harekete geçerek Babıali Baskını denilen “kanlı bir hükümet darbesi” ile Kâmil Paşa hükümetine son verdiler.
ÜST KOMUTA KADEMESİ VE DİĞER KOMUTANLAR
Balkan Harbinde komuta kademesinde de ciddi problemler vardı. Öncelikle ordunun başında olması gereken Erkân-ı Harbiye Vekili (Genelkurmay Başkanı) A. İzzet Paşa, görevli olarak Yemen’de bulunuyordu.
Paşa, siyasi çekişmelerden dolayı biraz da kendi isteğiyle böyle bir tercihte bulunmuş, gitmeden önce de komutanlara harekât planlarını izah etmiş, levazım ve iaşe planlarını da göstermişti. Ama nedense Nazım Paşa bu planları dikkate almadı.
Savaşın başında Garp ve Şark ordusu olarak ikiye ayrılan ordulara Ali Rıza Paşa ve Abdullah Paşa kumanda ediyordu. Diğer komutanlar Hasan Rıza Paşa, Zeki Paşa, Yaver Paşa, Şükrü Paşa ve Esat Paşa gibi isimlerdi. Ancak komutanlar arasında çok büyük çekişmeler, rekabet ve birbirlerine güvensizlik mevcuttu.
Subayların birbirine düşmesinde İttihatçıların ve onlara karşı gizli bir yapı olarak ortaya çıkan “Halaskâr Zabitan” grubunun büyük etkisi vardı. İttihatçılar iktidardan uzaklaştırılmalarının intikamını almak istiyor, Halaskâr grubu da kendisini çok güçlü göstererek subayların arasına ikilik sokuyordu.
Komutanların aralarındaki yazışmalara bakıldığında askerlik üslubunun ötesine geçerek verilen emirlere tepki gösterdikleri görülmektedir. Örneğin Yanya Kolordusu komutanı Esat Paşa, “devamlı taarruz” emri veren Garp Ordusu komutanlığına “isterse gelip komutayı devralabileceği” cevabını vermişti.
Edirne Müdafiî Şükrü Paşa’nın da ordu arasına “fesat karıştırdığı” gerekçesiyle Talat Bey’i (Paşa) Edirne’den çıkartması, yaşananlara iyi bir örnektir.
Subaylar, Tasfiye-i Rüteb Kanunu ve alaylı subayların tasfiyesiyle büyük bir moral kaybı yaşamışlardı. Savaş öncesinde komutan tayinlerinde de çok büyük hatalar yapılmış, özellikle İttihatçı subaylara önceki görevlerine uygun olmayan vazifeler verilerek motivasyonları kırılmıştı.
1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda önemli başarıları görülen, ancak “yaşlı” olan ve istemediği halde Selanik mıntıkası komutanlığına tayin edilen Hasan Tahsin Paşa da şehri savunmak yerine bir kurşun atmadan Yunanlara teslim etmişti.
ELDEN GİDEN RUMELİ
Bütün bunlar Balkan Harbi felaketine zemin hazırladı ve beş yüz yıldan fazla Osmanlı egemenliğinde kalan “Avrupa Türkiyesi” toprakları birkaç ayda kaybedildi.
Siyasi çekişmeler, komuta kademesinin yetersizliği, yöneticilerin ufuksuzluğu, siyasi hırsların gözleri kör etmesi büyük bir vatan parçasının elden gitmesiyle sonuçlandı.
Savaş sonrasında elbette sorumluların yargılanması gerekiyordu. Gazi A. Muhtar Paşa, Abdullah Paşa, Pertev Paşa yargılansalar da gerek burada, gerekse yazdıkları hatıratlarda suçu hep başkalarına attılar.
Suçluların başında gelen Nazım Paşa ise 1913 Ocak’ında gerçekleşen Babıali Baskınında İttihatçıların silahşoru Yakup Cemil’in silahından çıkan kurşunlarla can verdi.
Bugün için bir şey demeye gerek var mı? Siyasi liyakatten uzak “tek adam” rejiminin emrinde binlerce subayını ihraç eden ve “garipmetre” bir icatla kendi arkadaşlarını fişlemeyi maharet sayan bir ordunun ne durumda olduğunu tahmin etmek zor mu?
Kaynakça: S. Zeyrek, Birinci Balkan Savaşının Nedenleri, İÜ SBE Doktora Tezi, İstanbul 2012; Balkan Savaşları Paneli, İstanbul 2012; Y. Nizamoğlu, Balkan Savaşlarında Harekât Planları, Edirne 2013; Hikmet Bayur, Birinci ve İkinci Balkan Savaşları, İstanbul 1999.