Ana Sayfa Güncel ‘Üç gün konuşurlar, dördüncü gün biter’ ülkesi

‘Üç gün konuşurlar, dördüncü gün biter’ ülkesi [Kemal Ay]

Ne demişti Bülent Arınç? ‘Üç gün konuşurlar, dördüncü gün biter’. Bunu ne için söylemişti hatırlıyor musunuz? Milletvekillerine ballı emekli maaşları verilecek yasanın Meclis’ten bir an önce geçirilmesini sağlamak için. Zira kamuoyundan tepki geldiği gerekçesiyle Meclis Başkanı Cemil Çiçek teklifin sonraki yasama dönemine bırakılmasına çalışıyordu. Bülent Arınç, ceylanı su içerken görmüş aslanlar gibi kürsüye çıkıp “Bizden öncekiler yazlıklara kavuştu. Villaları var” diyerek savunmuştu teklifi (Aralık, 2014).

Toplumun nabzını tutma konusunda ‘sağcı’ siyasetçilerin içinden çıktıkları zümreyle açıklanabilecek bir ‘mahareti’ var. Süleyman Demirel bu konuda bir zirveyi teşkil eder mesela. Döneminin en eğitimli bürokratlarından birisi olmasına rağmen, kendisini ‘Çoban Sülü’ olarak pazarlamıştı. Erbakan’la Erdoğan’ı kıyaslayan bir akademik çalışmada da, Erdoğan’ın daha geniş kitlelere ulaşabilmesinin sırrı, onun Erbakan gibi ‘yüksek eğitimli’ olmamasına bağlanıyordu. Halk, ‘kendisiyle özdeşleştirebildiği’ kahramanı takip ediyordu zira.

‘O BİZDEN BİRİ’ PROPAGANDASI

Bülent Arınç’ın ‘Siyasetçi oy ütmekle meşgul olur’ açıklaması da benzer bir ‘bilgeliğin’ eseri (Şubat, 2014). ‘İçimizden biri’ algısı, bir siyasetçinin oynayabileceği en önemli algı. Türkiye’den imrenerek bakıyoruz ancak Kanada Başbakanı Justin Trudeau’nun ‘sivil’ halleri de aslında propagandasının bir parçası. Yahut Avrupalı siyasetçilerin bisikletli pozları… Siyaset böyle bir şey çünkü. Avrupa Birliği’nin geleceğine dair açıklama yaparken Almanlığını vurgulamak için Angela Merkel’in koca bardak birayı kafasına dikmesinin ‘kitlede’ bir karşılığı var. Merkel, uzun zamandır Almanya’yı yönetiyor ve ‘bir kez daha’ seçilebilmek için yeni bir hikâyeye ihtiyacı var: O hikâye de, Almanya’yı ‘özgür dünyanın lideri’ konumuna taşımak.

‘Özgür dünya’ demişken Kuzey Kore’ye değinelim. Orada ‘kitlenin hoşuna gidecek’ uygulama da mesela iki Amerikalı gazetecinin yargılanması. Sınırda yakalanan gazeteciler, gelecek ay mahkemeye çıkarılacak. Meselenin ehemmiyetine binaen en yüksek mahkeme olan Merkezî Mahkeme bakacak davalarına. Bu mahkemenin üyelerini ülkeyi yöneten Komünist Parti seçiyor ve burada hâkim olmak için illa hukuk okumuş olmak gerekmiyor.

BU ZULÜMLER NASIL BU KADAR PERVASIZ?

Şimdi yeniden Türkiye’ye dönebiliriz. Bülent Arınç’ın toplumun nabzını tutup şak diye tansiyonunu söylediği “Üç gün konuşurlar, dördüncü gün biter” açıklaması, ne yalan söyleyeyim, şu 4-5 yıllık süreçte en çok içimi acıtan muktedir lafıdır. İçimi acıtma sebebi, bal gibi doğru olması. O kadar ki, eğer bir gün Erdoğan saltanatı kurulur da, yurt dışında ‘geçiş dönemi Türkiye’si: Erdoğan saltanatından hemen önce’ başlıklı bir sergi yapacak olsam, oranın girişine Arınç’ın bu sözünü asarım.

Sanırım herkesin cevabını aradığı soru şu: Bu zulümler, bu haydutluklar, bu keyfîlikler nasıl bu kadar pervasızca devam edebiliyor? Cevabı Arınç’ın açıklamasına gizli işte.

‘UNUTURSAK KALBİMİZ KURUSUN’… KURUDU DA!

Uludere hadisesini hatırlar mısınız? İlk anda ne olduğunu kimsenin anlayamadığı bir şekilde askerî uçaklar sınırdaki köylüleri bombalamıştı. Evet, 34 köylü uçaktan atılan bombayla, savaş dönemi de olmamasına rağmen, hayatlarını feci şekilde kaybetti. “Unutursak kalbimiz kurusun” diyenler arasında bugünkü AKP’liler de vardı. Zira konu dönemin şartlarına uygundu: Askerî vesayetle mücadele eden bir AKP vardı ve ‘işte suçlu asker’ demek kolaydı. Gelgelelim, Erdoğan tuhaf bir biçimde üstünü kapattı meselenin. Sonrasında hatta “Her kürtaj bir Uludere’dir” (Mayıs, 2012) diyerek ‘sulandırma’ yoluna bile gitti.

Unuttuk ama. O kadar unuttuk ki, Uludere’de ailesinin önemli bir kısmını kaybeden, ardından HDP’den milletvekili olan Ferhat Encü, ‘muhalif vekilleri tutuklama furyası’ kapsamında tutuklandı. Bir kez de değil. Önce tutuklandı, 15 Şubat’ta serbest bırakıldı ve 17 Şubat’ta yeniden tutuklandı.

301 MADENCİNİN HAYATI…

13 Mayıs 2014’te ne olmuştu? Soma’daki büyükçe bir madende yangın çıkmış, çok sayıda işçi göçük altında kalmıştı. İki gün sürdü o yangın. 301 işçi hayatını kaybetti. Mesele o kadar büyüktü ki bir süredir pek halkın içine karışmayan Erdoğan, Soma’ya gitmeye karar verdi. O gün, neden halkın içine pek karışmadığını gördük. Kendisine bir şeyler söyleyen bir adamı markette sıkıştırıp arkasındaki koruma ordusuyla yüklenmişti. Kendisi böyle de, etrafındakiler farklı mı? Yusuf Yerkel’in tekmesini hatırlıyorsunuz değil mi? Bir madenci yakınını yerde tekmelerken görüntülenen Yerkel, önce ayağı incindiği için rapor aldı, ardından o madenci yakınına dava açtı. Geçenlerde Yerkel’in eşi Twitter adresinden, “Bir anlık öfke…” dedi o görüntülere de yeniden hatırladık. Yoksa ‘dördüncü günündeydik’…

Bakın ‘tekme’ konuyu dağıtıyor aslında. Soma’da 301 madenci öldü be! Hiç kimse de bedel ödemedi. Ölen işçilerin ailelerine para verdiler, o kadar. O aileler de mahkemede şikâyetçi olmadı yani. Neden olmadılar? Çünkü şikâyetçi olmak, yargı sürecini takip etmek, bu arada ‘unutulmamak’, gündemde kalmak, maddi manevi masrafa katlanmak zor iş. Hele ki Türkiye gibi “Üç gün konuşurlar, dördüncü gün biter” ülkesinde, çok daha zor.

SKANDALI, SKANDALLA BERTARAF ET!

Bir ara Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaşamakta olduğu Saray’ın ‘kaçak inşaat’ olduğu, her bir odasının koca koca masraflar açtığı adeta günlük bültenler hâline yayınlanırdı. Şimdilerde ‘saray’ denilip geçiştiriliyor. Normalleşti yani. Tıpkı 17 ve 25 Aralık soruşturmalarında ortaya saçılan bir sürü şey gibi ‘normalleşti’. Çünkü iktidar skandallar karşısında ‘konuyu değiştir’ stratejisine geçti. Bir skandalı, bir başka skandalla örtüyor. Daha ‘tartışılabilir’ skandallara yönelip kamuoyunu dağıtıyor.

Erdoğan’ın bu taktiğini de herkes biliyor. “Her kürtaj bir Uludere’dir” çıkışı böyleydi. Bir ara Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın ağzından duyduğumuz “Laiklik yeni anayasada olmamalı” lafı böyleydi. Peşinden koşup gitmediğimiz her mesele, ya bu taktikle ‘normalleştiriliyor’, ya da zaten “dördüncü gün” geliyor ve bitiyor.

Bitmemesi için bir şeylerin değiştiğinin görülmesi gerekir çünkü. Zulüm en çok da bu sebeple var. İnsanlar itirazlarının bir şeyi değiştirmediğini görünce, bir meseleyi takip edip sonuç almanın imkânsızlığına ikna olunca, peşini bırakıyor. “Ben tek kişiyim, karşımda koca devlet var!” noktasına geldiğinde bir mağdur, o gün işte zalim kazanmış oluyor.

Belki de bu yüzden hep umutlu olmanın yollarını keşfetmek gerekir. Haklı olmanın psikolojik üstünlüğüne ermek gerekir.

VELİ SAÇILIK’IN GÜLMESİNİ TUTAMADIĞI O AN

Geçenlerde Ankara Yüksel Caddesi’nde onlarca polisin plastik mermi yağmuruna tuttuğu Veli Saçılık’la polis arasında geçen bir diyalog vardı. Veli Saçılık polise dönüp “Hangi yasaya göre beni buradan alacaksınız?” diye sorduğunda polis cevap veremedi. Gerçekten de bir sokağa geçip ortalama bir sesle slogan atsanız, üzerinde ‘suç’ teşkil etmeyen yazıların olduğu pankartlar taşısanız, hakkınızda bir şikâyet de yoksa, polis size bir şey yapamaz normalde. Veli Saçılık’ı ‘durdurmak’ için oradaydı polis. İnsanların itiraz etme iştiyakını yok etmek için. Ancak Saçılık polisin cevap veremediğini görünce güldü. O yorgun ve biraz da öfkeli suratta bir anda kocaman bir gülümseme belirdi. İşte o, “haklı olmanın psikolojik üstünlüğü” idi. Hepimizin takınması gereken.

Bülent Arınç’ın “Üç gün konuşurlar, dördüncü gün biter” lafını boşa çıkarıp her gün, her vesileyle, her platformda konuşmak gerekir. Olup bitenlerin normal olmadığını herkese anlatmak bir nevi vazife. İktidar zulmetmeye devam edecek. Skandalları başka skandallarla örtmeyi sürdürecek. Farklı yollarla da olsa, karanlığın, kötülüğün gözünün ta içine bakmak ve onunla alay etmek gerekir. Ona teslim olmaktan, onunla anlaşmaya çalışmaktansa, onu aşağılamak, yani hak ettiği yeri göstermek gerekir.

HENÜZ YORUM YOK