YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ
Azıcık kapağını aralayıp memleket gündemine baktığınızda içiniz burkuluyor, kaldıramıyorsunuz olup biteni. Kendi kendinize, “Bu biz miyiz, yoksa insanlık öldü de haberimiz mi yok?” deyip hayıflanıyorsunuz. Çukurlukta sınır yok çünkü; her gün yeni bir skor, her gün ayrı bir rekor geliyor! Zâlim zulmünde çakırkeyf, mazlum ve mağdurun iniltisini duyan bile yok!
Bu dayanılmaz ağırlık karşısında Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyasına yansıyan üç çocuktan bahsedeceğim sizlere bugün.
İlki, Ebû Umeyr. Ensâr’ın ileri gelenlerinden Ebû Talha Hazretleri ile Ümmü Süleym’in oğlu. On yılını Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) hizmete tahsis etmiş Enes İbn-i Mâlik’in de ana-bir kardeşi (radıyallahu anhüm).
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Bu vefalı aileyi zaman zaman ziyaret eden, zaman zaman da aile fertlerini arkasına alarak burada namaz kıldıran Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, henüz üç yaşındaki bu çocuğu da yakın takibine almış, yetişkin bir adam muamelesi göstermiş ve ilgilenmiş onunla.
Serçegillerden küçük bir kuşu varmış, gönlü büyük Ebû Umeyr’in. “Nugayr” adını vermis ona ve çok severmiş Nugayr’ini. Bunu gören Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Ebû Umeyr! Senin Nugayr ne yapıyor?” diye zaman zaman sorarmış hatırını.
Dikkat edin.
Üç yaşındaki bir çocuğa, yetişkinler gibi bir künye ile hitap ediyor Fahr-i Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem).
Ciddiye alıyor.
Muhatap oluyor.
Kuşunun olduğunu, isminin de Nugayr olduğunu biliyor ve bu kuşunun hatırını soruyor ona!
Ziyaretlerine geldiği günlerden birisinde Ebû Umeyr’i mahzûn geren Âlemler Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ey Ümmü Süleym! Nesi var, Ebû Umeyr’in?” diye annesine sormuş sebebini.
“Nugayr’i öldü, yâ Resûlallah!” cevabını alınca, hemen yanına girmiş ve bir taraftan başını sıvazlarken şefkatle sormuş:
“Ey Ebû Umeyr! Ne oldu senin Nugayr’a, ne yapıyor şimdi?”
Kendini Şefkat Güneşi’nin kollarına bırakırken, “Öldü.. Nugayr öldü!” demiş, burnunu çekip gözyaşlarını silerek.
Ve kuşunun ölümüne üzülen Ebû Umeyr’i teselli ve teskin etmiş Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); tıpkı yetişkinlere yaptığı gibi bir ciddiyetle…
Ancak, Ebû Umeyr de kanatlanıp uçmuş, babası Ebû Talha’nın uzakta olduğu bir gün.
Anne Ümmü Süleym’in teslimiyeti müthiş; almış onu, yıkayıp kefenlemiş ve koymuş odanın birisine. Etrafına da “Ebû Umeyr’in ölümünü benden başkası haber vermesin babasına!” diye de tembih etmiş.
Ortalığı da kendisini de toplamış.
Akşam olunca kocası Ebû Talha gelmiş ve Ebû Umeyr’i sormuş; “Olduğundan daha sakin!” cevabını vermiş ona.
Bir odada cansız bedeniyle ebediyete uçup giden Ebû Umeyr dururken hiç birşey olmamışçasına diğer odada yemek yenmiş, kendi doğallığı içinde bir aile hayatı yaşanmışlar.
Sonra, “Ey Ebû Talha!” demiş. “Sana birisi bir emanet bıraksa ve daha sonra da bu emanetini geri istese, onu saklamak, vermemek olur mu?”
Beklediği gibi “Tabii ki olmaz; emaneti sahibine vermek gerek!” deyince “Karşılığını Allah’tan bekleyerek sabret!” demiş Ebû Talha’ya; “Çocuk için son vazifenizi yapın!”
Tabii olarak bu durumdan hoşnut olmamış Ebû Talha Hazretleri ve Ümmü Süleym’in yaptıklarını, sabah namazından sonra Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) taşımış.
“Allah (celle celâlühû), gecenizi ikiniz hakkında da mübarek kılsın!” diye dua emiş Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).
Ve o gecenin bereketi olarak, “Ebû Umeyr”e bedel Allah (celle celâlühû), “Abdullah” adını verdikleri bir çocuk lutfetmiş onlara.
İkinci çocuk, Beşîr. Daha doğrusu, babası Akrebe el-Cühenî ile birlikte ziyaretlerine gittiklerinde, “Bahîr” iken onu “Beşîr” diye değiştirmiş Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).
Dilinde tutukluk varmış, Beşîr’in ve dua edip nefes etmiş Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), başını sıvazlayarak. Beklendiği gibi tutukluktan eser kalmamış, o günden sonra!
Aynı zamanda gelecek yıllarda saçları beyazlayacak Hazreti Beşîr’in (radıyallahu anh). Ancak, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek elinin değdiği yer, zümrüt siyah haliyle hiç değişmeden olduğu gibi kalacak!
Gel gör ki babası Akrebe Uhud’da şehid düşmüş, Beşîr’in.
Bayram namazını kıldırmak için evinden çıkmış, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem). Çocuklar oyun oynuyorlar. Ancak bir kenara çömelmiş, ağlaşan bir çocuk dikkatini çekmiş ve yanına gitmiş. Şefkatle yaklaşmış ve ağlamasının, arkadaşları şen-şakrak oynarken bayram günü üzüntüsünün sebebini sormuş.
Önce, dönüp mübarek yüzüne bakmadığı için tanımamış Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) Beşîr; “Beni kendi halime bırak, ey adam!” demiş ve ilave etmiş:
“Benim babam, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte katıldığı savaşlardan birisinde şehîd oldu. Ardından, annem de başka birisiyle evlendi. Üvey babam, evimize de mal ve mülkümüze de el koydu; bana bir şey bırakmadı! İşte, ben de gördüğün hallere düştüm. Açım, üstüme başıma giyecek bir elbisem de yok! Zillet içindeyim ve daha bir nice derdim var! Bayram günü gelip de çocukları oynarken görünce üzüntü ve kederim katlandı; ağlamamın sebebi budur!”
Beşîr’i dinleyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ona dönmüş ve “İstemez misin?” demiş. “Bundan böyle seni himaye eden baban ben olayım; Âişe de annen! Dahası, Fâtıma ablan olsun, Ali de amcan! Hasan ve Hüseyin de senin kardeşlerin olsun!”
Kendisiyle konuşanın Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğunu yeni fark eden çocuk, mahcûbiyet ve heyecanla O’na dönmüş ve “Nasıl râzı olmam yâ Resûlallah! Tabii ki isterim!” demiş.
Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), başını sıvazlayıp elinden tuttuğu çocuk ile birlikte hâne-i saâdetlerine gitmiş; çocuğun karnını doyurmuş ve ona bayramlık elbiseler giydirmiş.
Görüldüğü gibi bir çocuğun gönlünü almak, sıkıntısını giderip derdini paylaşabilmek, namazın da bayramlaşmanın da önüne geçmiş; cemaatinin beklemesine rağmen Nebevî tercih, kırık gönlü tamir etme istikametinde olmuş o gün!
Bir müddet sonra yüzünde neşe ile dışarı çıkan Beşîr, oyun oynayan diğer çocukların arasına dalmış ve o da onlarla beraber oynamaya başlamış.
Çocuklar da şaşırmış bu duruma; az önce aralarında çaresizce oturup ağlayan çocuktan eser kalmamış zira! Taaccüplerini gizleyemeyip sormuşlar:
“Sana ne oldu? Az önce aramızda oturup da ağlayan çocuk sen değil miydin? Seni bu kadar değiştiren, yüzüne tebessüm getirip şen şakrak oynatan da nedir?”
Göğsünü gere gere anlatmaya başlamış Beşîr:
“Doğru, hem aç hem de açıktım! Ama artık karnım doyduğu gibi giyecek elbisem de var! Hem, az öncesine kadar babam da yoktu; bundan böyle benim babam Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), annem de Âişe! Fâtıma gibi bir ablam, Ali gibi de bir amcam var! Üstelik Hasan ve Hüseyin de artık benim kardeşlerim oldu!”
Bu hâl, bu değişim ve en üstten sahiplenme karşısında hayranlıkla ona bakan arkadaşları, “Keşke!” demişler. “Bizim babalarımız da Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte katıldıkları savaşlardan birisinde şehîd olsaydı!”
Üçüncü çocuğu, Abdülkuddüs. Yahudi bir ailenin ferdi. Doğal olarak kendi tercihi de bu istikamette. Ancak Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) aşık bir çocuk. Neredeyse peşinden ayrılmıyor; Mescid-i Nebevî’ye gelip gidiyor, Hâne-i Saâdet’in kapısını aşındırıp Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) hizmet ediyor. Hâdim-i Nebî Enes’in (radıyallahu anh) arkadaşı; zaten, hâdiseyi de o anlatıyor.
Sinesinde herkesin yer bulduğu Fahr-i Âlem’in kapısı sonuna kadar açık; ne Abdülkuddüs’ün ailesi yadırgıyor bu durumu ne de ashâb-ı kirâm! Demek ki inançları farklı da olsa “insan” olarak ilişkiler çok doğal.
Hastalanıyor, bir gün Abdülkuddüs; şiddetli mi şiddetli!
O da ne?
Ağrılarını bütünüyle unutturacak bir gelişme oluyor, evlerinde. Çalan kapıyı açtıklarında, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) duruyor ardında, yanına aldığı bir kısım ashâbıyla.
Bir iki gün etrafında göremeyince, sorup öğrenmiş durumunu ve Yahudi çocuğu evinde ziyarete gelmiş Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); baş ucunda oturmuş ve uzun uzadıya dua etmiş ona.
Konuşmuşlar bir müddet; sorular sormuş Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem). Yeri gelmiş, baba cevaplamış zaman olmuş Abdülkuddüs devreye girmiş cevaplamak için.
Ve bu gidiş, hem Abdülkuddüs hem de ailesi için çok şey değiştirmiş; evlerini açtıkları gibi gönüllerini de açmışlar.
Zemini bu kadar müsait gören Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), dünya ile ukbânın arasındaki incecik çizginin öbür tarafına geçmek üzere olan Abdülkuddüs’ü İslâm’a davet etmiş.
Bu sıcak davet karşısında önce babasının yüzüne, gözlerinin içine bakmış Abdülkuddüs, ebedî kurtuluşa yürürken onun da gönlünü almak için.
Dedik ya, aile de gönlünü açmış; güven telkin etmiş Şâh-ı Rusül! Oğlu Abdülkuddüs’ü şefkatle süzen Yahudi baba, “İtaat et!” demiş, gönlünden gelerek; “Ebu’l-Kâsım’ın dediğine ‘Evet’ de, oğlum!”
Kelime-i Tevhid’i söylemiş Abdülkuddüs ve teslim etmiş ruhunu, son anda binmesi gereken gemiye adım atarak.
Çıkarken, “Ona İslâm’ı bahşetmek suretiyle Cehennem’den kurtaran Allah’a hamd olsun!” diyen Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına dönmüş ve “Arkadaşınıza son vazifenizi yapın!” buyurmuş.
Savrulmanın boyutunu görebilmek için şimdi, bir memlekete bir de memleketin Peygamberi’ne bakın.
Dünyayı parmaklıklar ardından ibaret zanneden yüzlerce çocuk, avluda annesiyle volta atıyor, diz üstü sürünerek!
Meriç mezar oldu onlarcasına!
Anasından, babasından, hatta ikisinden de koparılan kim bilir kaç çocuğun feryadı yükseliyor semalara!
Bazılarının babalarını, bazılarının da annelerini hapislerde çürüttü, hatta öldürdü, kendilerini Resûlullah’ın “halife”si zanneden Tiranlar!
İlacını vermediler hasta olanların! Başka ülkelere gitmesine de izin vermedi, pasaportuna el koydular, “Ahmet”lerin!
Anasının, babasının intikamını alıyorlar sabîlerden!
Mezarı başında bir başına çırpınan anneyi bile kuşatmış, yaklaştırmıyorlar kimseyi!
Dünyanın duyduğu zulmü bir türlü duymadı kör, sağır ve dilsizler!
Ne diyeyim; siz o Peygamber’e ümmet olma kuruntusunu bir kenara bırakın; yeri geldiğinde “Allah’tan korkarım!” diyebilen Şeytan’ın bile lanet ettiği yerdesiniz!
Hocam ” Ebu Umeyr” yanlış bilmiyorsam, Umeyr’in babası demek. Üç yaşında bir çocuk da baba olamayacağına göre Efendimiz nasıl özellikle ona bu künyeyle hitab etmiş anlayamadım. İzah ederseniz sevinirim.
o günkü teamülde, çocuğu olmayana da künye adeti vardı. mesela Âişe validemiz’in hiç çocuğu yoktu ama künyesi “Ümmü Abdillah” idi. Yine, Hz. Ebû Bekir’e (ra), “Bekir” adında bir çocuğu olmadığı halde “Bekir’in babası” manasında bu künye ile hitap edilebilmektedir. hatta künye, sadece çocuk ile bağlantılı bir uygulama da değildir; herhangi bir konuda temeyyüz etmiş kimseye, öne çıktığı yönünü ifade eden künyeler de takılabiliyordu. kısaca künye, insana statü kazandıran bir alamet idi ve burada Efendimiz (s), çocuğa künye takıp onunla hitap ederek onu büyük bir adam gibi karşısına aldığını, değer verdiğini ve yakından ilgilendiğini görüyoruz.