YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Biliyorum, yazının başlığı oldukça provokatif. Ancak bu sorunun sorulması gerekiyor. Çünkü Türkiye toplumu bir arada yaşama iradesini yitirmiş görünüyor. Ortak sorunlara beraber çözüm bulmayı başaramıyor. Günümüz Türkiye’sinde herkesin üzerinde uzlaştığı ortak bir gelecek hedefinden bahsetmek son derece güç. Biz duygusu eridi. Birbirinde tahammül edememe durumu çok yaygın! Ötekileştirilenler arası ilişkiler durumu arz eden bir sosyoloji hâkim. Bu durumda artık “Türkler hala bir millet mi” sorusunu sormayacak mıyız?
Türkiye halkından bir ulus yaratma projesi başarısız oldu. Bunun teşhisini koymak, adını koymaktan daha önemli. Ulus inşası Cumhuriyet’ten önce başlamıştı. Osmanlı döneminin sonları yaklaşırken, Osmanlıcılık ve İslamcılık kaybeden ideolojiler oldu. Çünkü ön plana çıkardıkları kimlikleri tutmadı. Evet, İmparatorluk bakiyesine Osmanlı vatandaşlığı verildi, ama insanlar bu kimlik altında birleşemedi. Evet, Osmanlı bakiyesinin çok önemli bir bölümü Müslüman’dı. Ancak İslam kimliği Arapları, Boşnakları, Arnavutları, Kafkas Müslümanlarını ve diğer irili ufaklı Türk olmayan Müslüman grubu Osmanlı devleti içinde tutmayı başaramadı. 1900’lerin başında dağılmakta olan sadece İmparatorluk değildi. Halkı bir arada tutacak maya da kalmamıştı. Aydınlar, Saray, askeriye, ilmiye, tıbbiye, okumuş ne kadar kesim varsa hepsi milliyetçiliğe tutunmaya yönelecekti. Öyle de oldu.
1919’da Samsun’da başlayan Milli Mücadele, Osmanlıcılık ve İslamcılık ideolojilerinin reddine dayanıyordu. Bunu açıktan söylemese de, Osmanlı kökleri ve İslam’la olan kültürel bağ sadece Türk milli mefkûresini halka daha çabuk kabul ettirmek için birer araç olarak kullanıldı. Elbette birincisi daha zayıf, ikincisi daha güçlüydü. Böylece başlangıçtan itibaren Müslümanlık milli Türk kimliğine eklemlendi. Ayrıca bunu yapmamın bir etnik mühendislikle de alakası vardı. Kürtlerin Türkiye’de tutulması için hem varlıklarının reddi, hem de İslam üzerinden aidiyet güçlendirmek zaruriydi. Özellikle Kurtuluş Savaşı başlarında bu strateji izlendi. Kürtlere muhtariyet veya en azından kültürel haklar vaat edildi. Dahası, zaten son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın devamı olan Büyük Millet Meclisi, bunu bir olağan durum olarak kabul etti.
İşler 1923’te Cumhuriyet’in ilanına kadar üç aşağı beş yukarı böyle devam etti. Böylece Kürtlerin Türkiye halkının esasını oluşturduğu tezi, Lozan’da sınırlar çizilirken de Batılı aktörlere karşı tez olarak sunuldu. Buna göre tüm Müslümanların Türkiye sınırlarında asli unsur olmaları ilkesine göre hareket edildi. Yüz yıllarca bunu uygulayan Osmanlı Millet Sistemi’ne aşina olan Batı, bunu fazla yadırgamadı. Böylece yeni Türkiye, Türk ve Kürt grupları bir araya getiren bir milli proje olarak doğdu. Fakat bu durum kalıcı olmadı.
1930’lara gelindiğinde etnik kafatasçı Türk millet inşası gündemdeydi. Türklerin beyaz ırktan uygarlık taşıyıcı bir millet olduğu tezi (Türk tarih tezi) kabul edildi. Kürtlerin Türk olduğu kabul edilmeye başlandı. Türkleştirmenin temelleri atıldı. 1917’de Ermenilerin yok edilmesi ilk etnik temizlikse, Rumların ve diğer azınlıkların yok edilmeleri veya sürülmeleri ikinci, Kürtlerin asimile edilmesi ise üçüncü etnik temizlik oldu. Böylece Anadolu’nun etnik homojenleştirilmesi resmi politika olarak uygulandı. 1990’lara kadar Kürtler asimile olmadılar. 2000’lerde etnik olarak Türklerden farklı oldukları Türkiye tarafından resmen kabul edilene kadar varlıkları ve dilleri reddedildi. 2000’lerde başlayan liberalleşme ve demokratik açılımlar, AB süreci ve onun Kopenhag Kriterleri, bu politikaları değiştirdi. Tıpkı vesayet düzeninin yıkılması gibi, tüm bunlar askeriyenin (kemik ulusalcı Kemalistlerin) devletten tasfiye edilmesiyle başarılmıştı. Kemalist ulusalcılar bu nedenle AB reformlarına daima karşı koydular. AB reformlarını AB’ye verilen taviz olarak algıladılar. Bunu tabanlarına bu şekilde gösterdiler. Bu nedenle özünde Batıcı ve seküler olan Kemalist taban, Batı’yı ve onun demokrasi standartlarını bir türlü benimseyemedi.
Böylece Türkler kendi aralarında bölündü.
Mütedeyyinler İslamcılaşarak Cumhuriyet’in seküler Batıcı milli kimliğine karşı oldular. Milli Nizam Partisi ve devamı, AKP’ye kadar hep bu felsefeyle var oldu. 2002-2013 yılları arasındaki AB reformları, kemik Kemalist ulusalcı kadroyu tasfiye etmek için AB’nin ipine sarıldı. Belki içlerinde bir bölüm bunu cidden gönülden arzu etti. Fakat çok önemli bir oranı AB sayesinde vesayetin bitmesi ve daha İslami bir Türkiye için çalıştı. Cemaat bu iki grubun ikisinden de etkilendi. Gülen Cemaati’nin bir bölümü AB standartlarını insan hak ve özgürlükleri bazında desteklerken, önemli bir bölümü devlette “müspet insan” oranı artsın diye İslamcı bir refleksle bu süreci destekledi. Bu ayrım, bir nevi Kemalistlerin AB sürecine yönelik şüphelerine zemin oluşturur nitelikteydi. Ortada bir kimlikler savaşı vardı. Herkes Türkiye’yi kendi istediği formata sokmaya çabalıyordu.
2000’lerde Türkiye ciddi bir kutuplaşma yaşadı. Yukarıdaki kimlikler birbirinden ayrıştı. Toplum laikler ve dindarlar, Türkler ve Kürtler, Sünniler ve Aleviler gibi keskin hatlarla bölünmüş oldu. Nasyonalistler, milliyetçiler (ülkücüler) ve ulusalcılar (Kemalist laik milliyetçiler) olarak bölündü. Nasyonalistler kendi aralarında bile nasıl bir Türklük sorusuna yanıt veremiyordu. 1980’lerden itibaren PKK ve Kürt siyasi hareketi Kürtlerin asimilasyonunu başarısız çıkarmıştı. Böylece yukarıdaki bölünmelere bir de coğrafi kırılma hattı eklendi. Güneydoğu Anadolu bir OHAL bölgesi oldu. Kürtlerin kimlikleri betonlaştı. Türklerden tümden ayrıldı.
Osmanlı sonunda birleştirilmeye çalışılan halk artık parçalara ayrılmıştı. Türkler kendi aralarında seküler-İslamcı, Sünni-Alevi olarak ayrışırken, Kürtler de kendi aralarında aynı fay hatlarında bölündü. Buna her iki halkın da kentsel-kırsal bölünmesi eklendi. Üzerine sınıfsal farklılıkları da eklediğinizde, santrifüj etkisi kat be kat artmış oluyordu. Zaten yapay bir kimlik olan Türklük, böylece tüm ülke sathını kapsamayan, kendi içinde ufak parçalara ayrışan, birleştirici olma özelliğini tümden yitiren bir kimlik haline dönüştü. Etnik Türkler de kendi kökenlerini sorgulamaya başladı. Liberal Türkler Kürtlerin kimliksel haklarını savunurken, Ülkücüler bunu bir ihanet olarak görüyordu. Ayrışmalar çatışma potansiyeli üretmeye gebeydi.
AKP’nin 17 Aralık’ta suçüstü yapılmasıyla beraber, bu ayrışma hatlarına Cemaat de eklendi. Böylece İslami köklerden gelen ve geneli Türk olan bu hareket de mozaikten kanırtılarak kopartıldı. Kürt politikalarında 1990’ların gerisine dönen yeni politikalar, Kürtlerin artık Türkiye siyaseti içinde ortak çözüm bulma tezlerinden iyice uzaklaşmasına neden oldu. Radikalleşme ve otoriterleşme toplumsal fay hatlarını devamlı rahatsız etti. Var olan yaraları kaşıdı. Ortak kimlik gittikçe azaldı. Tutkal etkisi bitti. Devletin laçka olmasıyla beraber, Türk kimliğinde çok mühim ve işlevsel bir kurum da işlevini yerine getiremez olunca, ipler koptu.
Bugün Türkler (Cumhuriyet’in projesi olarak) aralarında birlik olmayan bir halk görünümünde, fiziksel olarak aynı topraklarda var olsalar da kendi aralarında asla bir “millet” görünümünde değildir. Aralarında ciddi husumetler olan ve beraber yaşamak zorunda olan yapay bir topluluklar bileşkesi olarak görünmekteler. Paralel toplumlar ortaya çıktı. Hâkim birleştirici değerler minimuma indi. Bu çok ciddi bir sorundur. Rejim bunu tetiklemiş ve kronikleştirmiş de olsa, bu iş rejimle bitecek bir mesele değildir artık.
Türkiye’de ortak bir millet oluşturma (millet inşası) süreci başarısız olmuştur.