Türkiye’nin sorunları tek bir kuramla açıklanabilir mi?

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Sosyal bilimciler, tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi, eğildikleri konuları kuramlarla – teoriyle ya da nazariyeyle – açıklamaya çalışırlar. Her ne kadar tekil ve güçlü nedensellik ilişkilerinden daha çok, çoklu ve görece zayıf korelasyonlar üzerinden de olsa, sosyal evrene ya da insanlarca inşa edilmiş olan dünyaya ilişkin düzenlilikler oldukça fazladır. Örneğin bir sosyal bilim olan ekonomi, faizin para biriminin diğer kurlarla olan ilişkisini bir kuramla açıklar. Ya da sosyolog, kültürün siyaset üzerindeki etkisini siyasi kültür üzerinden bazı teorik modellemelerle izah etmeye çalışır. Bir siyaset bilimci, demokratik bir sistemin işleyebilmesi için gerekli olan koşulları bu tür kuramsal şablonlar kullanarak gösterir, demokrasilerin geriye gidişini de yine kuramsal modellerle ele alır. Örnekleri çoğaltmak olanaklı!

Türkiye’de birçok sorun var ve bu sorunlar her ne kadar birbirinden bağımsız görünse de, aslında birbirleriyle ilişkilidir. Mesela enflasyon oranıyla demokratik gerileme, kadın cinayetleriyle sosyalizasyon süreçleri, otoriterleşme eğilimleriyle siyasi kültür gibi, birbirinden ilk bakışta oldukça farklı ve bağımsız görünen olgular bile, birbirleriyle belli korelasyon ilişkisi içindedir. Hem farklı disiplinler, hem de aynı disiplinin birbirinden farklı olaylara eğilen alt dalları, Türkiye’nin birçok problemiyle birbirlerinden epey bağımsız olarak ilgileniyor. Ortada Türkiye’deki sorunlara ilişkin ciddi bir külliyat var. Her bir çalışma, şüphesiz son derece değerli ve bütünü kavramamıza farklı oranlarda katkıda bulunuyor. Yine de genel tabloya ilişkin kalın sis perdesini aşıp, yapılması gerekenleri saptayamıyoruz.

Türkiye’yi anlamaya çalışan bilim insanlarının karşılaştıkları diğer bir problem, Türkiye’de olan problemler üzerinde anlaşamamış olmak. Sosyal her olay, normlarla ilgilidir. Normlar, basit bir ifadeyle, olması gerekenlere ilişkin pozisyonlardır. Bu bakımdan sosyal bilimler doğa bilimlerine göre daha karmaşık ve zordur. Sosyal konulara zaten bizden bağımsız olan Satürn’le ilgilenen astronomlar gibi yaklaşamayız. Gözlemciyle Satürn arasındaki ilişki, gözlemciyle toplum arasındaki ilişkinden oldukça farklıdır. Bir örnek vermek gerekirse, Satürn’ün yörüngesiyle ilgili çalışma yapan bir astronomla, Türkiye ekonomisindeki gelir eşitsizliği sorununa yaklaşan bir ekonomist, birbirlerinden farklı modellemeler yapar. Astronomlar Jüpiter’in yörüngesine yaklaşırken, değer yargıları bir rol oynamaz. Ancak ekonomistler gelir dağılımındaki adaletsizlik sorununa eğilirken, sorunun henüz tanım aşamasında bile, dünya görüşleri – yani normlara ilişkin pozisyonları – birincil derecede önemli rol oynar. Mesela neo-liberal bir ekonomistle sosyal demokrat bir ekonomistin gelir dağılımı konusuna yaklaşımları da, sorunun önemine ilişkin tutumları da, çözüm önerileri ve politika analizleri de farklı olur. Ya da Türkiye’deki din-devlet ilişkileri konusunu çalışan bir bilim insanlarının yaklaşımı, onların dinin toplumsal rolü ve önemine ilişkin sahip oldukları normatif değerlerle bağlantılı olarak farklı olacaktır. Dindar birinin konuya yaklaşımıyla, ateist birinin konuya yaklaşımı farklılık gösterebilir. Oysa aynı iki kişi eğer astronom olsalardı, Jüpiter’in yörüngesi çalışırken bu farklılıkları bir rol oynamayacaktı.

Sosyal bilimler bu nedenle sosyal problemlere farklı açılardan yaklaşır. Çoğu zaman problem tanımında bile farklı tercihler doğar. Türkiye özelinde, sorunlardan bahsettiğimizde, mesela eğer on sosyal bilimciyi bir araya getirseydik, on farklı problem tanımlamasıyla karşılaşacaktık.

Diğer taraftan bazı başat (dominant) sorunlar, oldukça objektif (nesnel) görünüyor. Mesela işsizliğin azaltılması, yolsuzluğun önlenmesi, demokratikleşme gerekliliği, işkencenin önlenmesi, yürütme organının (siyasi karar alıcılar, hükümet, bürokrasi) denetlenebilir ve hesap verebilir (ya da daha doğrusu hesap sorulabilir) oluşu gibi. Bu konularda asgari müştereklerde sorun görece azdır. Ancak bu sefer de bu sorunlara getirilen çözüm önerileri birbirleriyle farklılık gösterir. Daha önce bahsettiğim üzere, sosyal bilimciler kendi dünya görüşlerine uygun çözümleri kuramsal olarak modellerler ve bunlar üzerinden vardıkları sonuçları kamuoyuyla paylaşırlar. Her ne kadar daha hafif formatta da olsa, ben de 2016’dan bu yana düzenli biçimde buradaki köşeden kendi yoğunlaştığım sorunları ve bu sorunlara yönelik çözüm önerilerimi siz değerli okuyucularla paylaşmaya çalışıyorum.

Elbette aynı olgulara çoğu zaman diğer sosyal bilimci meslektaşlardan farklı yaklaşıyorum. Bir örnekle açıklamak gerekirse, Türkiye’nin yeniden demokratikleşmesi konusunda böyle bir farklı bakış oldukça belirgin biçimde gözler önüne çıkıyor. Daha demokratikleşmeden ne anladığımız konusunda bile farklılıklar baş gösteriyor. Örneğin birçok değerli meslektaşım demokratikleşmeden seçimsel prosedürü anlıyor. Seçim yoluyla iktidar değişimini olası görüyor, dahası bu değişimin demokratikleşmeyle sonuçlanacağını düşünüyor. Ben onlara katılmıyorum. Bana göre demokrasi sadece seçimsel prosedürle açıklanacak kadar basit bir aritmetiğe sahip değil. Özgür ve adil seçimler elbette demokratikleşmenin ana temeli. Ancak seçimlerin özgür ve adil olması belli koşulların yerine gelmesine bağlı. Mesela güçler ayrılığı, mesela özgür medya, mesela bağımsız mahkemeler, mesela başta düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerin sağlanması gibi. Dolayısıyla, çok basit görünen bir olguda bile, birbirinden farklı yorumlar ortaya çıkıyor.

Şimdi, başlangıçtaki sorunun çetrefilliği herhalde biraz daha netleşmiş bulunuyor.

Türkiye’de birçok sorun var. Bu sorunlar birbirleriyle bağlantılı. Bu sorunlara hem farklı sosyal bilim disiplinleri, hem de aynı disiplin içerisinde farklı ekoller birbirlerinden farklı tanımlar ve kuramsal modellerle yaklaşıyor. Bu sorunların ne olduğu üzerinde anlaşmak her ne kadar kolay olmasa da, imkânsız değil. Ancak sorunlara nasıl yaklaşmamız gerektiği (yani analiz yöntemleri) ve bu yaklaşımlardaki tercihler (normatif yaklaşım ya da olması gereken) konuları, çok daha karmaşık ve bu nedenle uzlaşıya daha az olanak tanıyor. Sorunları bir bakıma biliyoruz. Ama onları nasıl çözeceğimiz konusunda uzlaşamıyoruz.

Ben Türkiye’nin sorunlarına tek bir kuram çerçevesinde yaklaşmamız gerektiğine eskisinden çok daha fazla önem veriyorum. Toplumsal kutuplaşmanın aşılmasında da sırasıyla bilim insanlarının, gazetecilerin ve siyasi karar alıcıların (partiler ve liderlerin) uzlaşmalarının da hayati olduğunu düşünüyorum. Benim normatif değerlere ilişkin önerim iki temel üzerine oturuyor: 1) Politik olarak evrensel insan hak ve özgürlükleri 2) Ekonomik olarak piyasa ekonomisi. Yani İslamcıların İslami ekonomi veya toplum düzenine ilişkin yaklaşımları, Marksist ve sosyalistlerin proletarya diktatörlüğü ve devrim düşüncesi, ülkücülerin Turancılık ve imparatorluk düşünceleri, Kemalistlerin Altı Ok yaklaşımı – mesela Türk-üstünlükçü kimlik politikaları ya da devletçiliği – gibi düşünceler ya birinci madde, ya da ikinci madde ile ilgili birçok “ama” ve “fakat” içeriyor. Eğer bu iki konuda uzlaşılabilirse, bu bileşenler aslında Türkiye’ye AB yolu olarak bir ana yön sunar. Bu yön, elbette Avrasyacılık, Turancılık ya da Ortadoğu-İslam coğrafyaları yönü ile uzlaşmaz. Benim gördüğüm, Türkiye’de bu çok basit ama temel iki bileşen üzerinde bir uzlaşma yoktur. Evet, bunca yıldır Avrupa Konseyi ve NATO üyesi olan, AB adayı bir ülke ve toplum için inanılması güç bir durum, biliyorum! Ama inanın durum bu kadar vahim.

Özetin özeti, temel normlar-değerler konusunda konsensüse ihtiyaç var. Bunun akabinde tek bir kuram ve onun üzerine inşa edilecek bir strateji ile, restorasyon başlayabilir. Bu temel normlar-değerler konusunda uzlaşmak, mevcut kutuplaşmış nefret toplumunda, atomu parçalamaktan bile zor bir engeldir. Fakat inancım odur ki, teşhisi koymak, tedavinin yarısıdır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. İstenildiği kadarıyla restorasyon yapsınlar, kurtarıcılar getirsinler çözüm olmaz. Çünkü herşeyi dışarıdan bekliyoruz. Bizim süreçte hiçbir sorumluluğumuz yok. Bunun nedeni bize sorumlulukların iyi öğretilmemesinden kaynaklanıyor. Devlet ile ilişkide bağımlı bir ilişkinin kurulmasıdır. O yüzden birileri hep ötekilere karşı devleti koruma iç güdüsüyle hareket etmektedir. Sanki devlet sahipsizmiş gibi. Kendilerine rol biçiyorlar. Kendilerini devletin sahibi koruyucusu gibi görüyorlar. Böyle bir ilişki tarzından demokrasi çıkartamazsın. Bu insan bağımlı ilişkiden kurtulmadıkça özgürlüğü talep etmeyecektir. Zaten o ilişki tarzında özgürlüğe ihtiyacı olduğunu bile bilmeyecektir. Bu ilişki tarzında sahip çıktığı devleti birilerinden koruyor da olacaktır. Şimdi koruduğu devletten özgürlük talep eden o birileri düşmanıdır. Her kesimin bir devleti var ve onu düşmanlardan korumaya çalışmaktadır. Yani herkes hem devleti koruma rolü oynarken aynı zaman aslında özgürlük talep eden noktaya düşmektedir. Herkes özgürlükleri başkasının devletinden istemektedir. Kendi devletini özgürlüklerden muaf tutuyor. Yani korumacı bir yaklaşımla yaklaşmaktadır. Aslında bu ilişkide karşılıklı çıkar ilişkisi söz konusudur. Devlet başına türkü geçirdiğinde türk bu devlete düşmanlara karşı sahip çıkmaktadır. Laik cumhuriyet dediğinizde kemalistler bu devlet ile bağımlı ilişki geliştirmekte ve düşmanlara karşı korumaktadır. Tayyipin başında olduğu devlet kutsal bir devlettir ve müslümanların korunması gerekmektedir. Yani kişi devlette kendinden birşey görürse o devleti sahiplenme sürecine giriyor. Adı kürt olsaydı kürtler devlete sahip çıkacaklardı. Ve sahip çıkmakla kalmayacak onu koruyup kollayacaktı. Yani devleti eleştirmek yerine korumacı davranacaktı. Devletin kabahatlerini örtecekti. Sağlıklı ilişki bireyin devletin kabahatini örtmesi yerine onun ‘düşmanına’ daha düzgün davranmasını istemek olacaktır. İşte bu çok büyük bir demokratikleşme, insan hakları adımı olurdu. Bu bilinç ancak devlet ile kurulan ‘çıkar’ ilişkisinin sonlanmasına bağlı. İnsanların düşmanlarıyla yani birbiriyle kavgaya son vermelerinin kaynağı devlet ile kurdukları bağımlı, gereksiz çıkar ilişkisinden kurtulmalarına bağlı. Ama şöyle bir sorun daha var. Aslında kişi karşı tarafa devletin vermesini istediği hakları aslında kendiside alamamaktadır. Yani koruduğu devlet koruyan kişiye de haklarını vermemektedir. Devlet ile bağımlı ilişkiden kurtulurken aslında devletin o kişiye haklarını vermediğini farkedecek. Yani bir kemalist, devlet ile bağımlı ilişkiden kurtulmaya çalışırken devletin aslında kendisine tanıdığı hakların da sınırlı olduğunu görecek. Bu bağımlılıktan çıkma sürecinde kemalizme ihanet ettiği şeklinde suçlanacak belki. Yani çok zor bir süreç. Hainmiyim, alçakmıyım diye kafada düşünceler olacak. Dışlanma yaşanacak. Sonra bakacak ki gidecek bir mahalle yok. Başını okşayan kemalist devlet artık okşamayacak. Yani bazı ihtiyaçlardan mahrum kalacak. Sonra muhtemelen devletin kendisi gibi bir sürü insanı dışladığını farkedecek. Ne yapabilirsin? Devletin karakteri, huyu bu. Bu devletle yaşamak zorundayız. O yüzden bahsedilen restorasyonlar ancak çok sınırlı olacaktır.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin